TODD MAY
POSTYAPISALCI ANARŞİZMİN SİYASET FELSEFESİ
TÜRKÇESİ: RAHMİ G. ÖĞDÜL, AYRINTI YAYINLARI, 2000.
Günümüzde “iktidar” kavramının akademide ve toplumsal hareketlerde tartışmalara konu olması daha çok postyapısalcı düşüncenin ve en çok da Michel Foucault’nun etkisiyledir. Oysa Marksizmin düşman kardeşi Anarşizm, Japonya’dan Fransa’ya, Çin’den İspanya’ya kadar bu tartışmayı 19. ve 20. yüzyılda güçlü bir toplumsal hareketi var ederek ortaya koymuştur. Proudhon, Bakunin, Kropotkin hem hayatlarıyla hem de yazdıklarıyla klâsik anarşizmin yapı taşlarıdır. İktidarın (devletin) ne olduğu, nasıl alt edileceği Marksizm ve Anarşizm arasında esas sorun haline gelmiştir. Hatta Marx(istler) ile Bakunin(ciler) arasında Enternasyonel’in nerede toplanacağından Bakunin’in Enternasyonel’den ihracına kadar giden süreç iktidar ilişkileri açısından tarihsel bir yol ayrımını içermektedir.
Todd May’in Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi adlı çalışması, Türkçede postyapısalcı düşünce (Michel Foucault, Gilles Deleuze, Jean-François Lyotard üzerinden) ile anarşizmin harmanlandığı ve ayrıştığı (klâsik anarşizmden) ilk kitap olma özelliğini taşımaktadır. Todd May, altı bölüm olarak yazdığı kitabının giriş bölümünde siyaset felsefesini üç kısımda incelemektedir: biçimsel, stratejik ve taktik. Biçimsel siyaset felsefesi, her iki kutup arasındaki gerilime rağmen ya mevcut olan ya da olması gereken kutbuna bağlı kalmasıyla açıklanmaktadır. Buradaki bağlı kalma bir derece sorunu olarak addedilmekte ve felsefe yapmayı bir kutup ne denli yakından yönlendirirse o felsefe o kadar biçimsel olmaktadır. Bu noktada liberalizmi biçimsel siyaset felsefesine örnek gösterebiliriz. Stratejik siyaset felsefesi ise, adaletsizliklerin nedenini tek bir soruna indirgeyen bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır. Stratejik siyaset felsefesi açısından iktidar tek bir merkezden yayılır. Marksizm de stratejik siyaset felsefesi olarak iktisadi çözümlemesini iktidarı merkezileştirerek yapmıştır. Taktik siyaset felsefesi ile stratejik felsefenin ayrıldığı yer de burasıdır. Taktik siyaset felsefesine göre erkin konumlandığı merkezi bir alan yoktur. Erk, merkezsizleşmiş olarak güç ilişkilerini tesis eder. Stratejik düşünce öncü parti fikrini kabul ederken, taktik düşünce böyle bir özgürleşme öncülünü baştan reddeder. Çünkü merkezsizleşmiş iktidar ve farklı alanlardan uygulanan baskılar mevcut ise, tek bir merkezden hareketle siyasal mücadele inşa edilemez. Parti, grup ve benzeri öncüler, toplumsal devrimin dinamiğini sağlayamayacakları gibi, “temsiliyeti” var ederek bireylerin sözlerini de ellerinden alır. Bu yüzden anarşizm -bütün veçheleriyle olmasa da- stratejik düşünceden çok taktik düşünceye yani postyapısalcı felsefeye daha yakındır.
Marksizmin ele alındığı kitabın ikinci bölümünde Leninist devlet kuramından öncü parti anlayışına kadar birçok yapı eleştirilir. Leninizm’de sosyalist ideoloji ve burjuva ideolojisi dışında üçüncü bir düşüncenin olamayacağı çok net bir şekilde belirtilmiştir. Burjuva düşüncesine karşı sosyalist ideolojiden başka bir mücadele biçimi yoktur. İşçilere bilinç aşılayacak bir öncü parti gereklidir. Sınıf mücadelesi de işçi sınıfı üzerinden yükselecek ve böylelikle burjuva devleti yıkılıp yeni bir devlet kurmaülküsü gerçekleştirilecektir. Bundan dolayı iktidarın fethi, stratejik siyaset felsefesi açısından kilit rolü oynamaktadır. Ortodoks marksizmin dışında gelişen marksist düşünce, marksizmi stratejik düşüncenin dışına taşıyan adımlar atmaya çalışmıştır. Eleştirel Teori başta olmak üzere, Antonio Negri’nin düşüncesinde yerini bulan 1970’lerin İtalyası’ndakiAutonomia işçi hareketi, Cornelius Costoriadis’in bürokratik siyaset eleştirisi ve öz-yönetimli sosyalist tahayyülü taktik siyaset felsefe açısından önemlidir.
Marksizm ile anarşizmin ayrıştığı esas konu makro-iktidar olarak devlettir. Marx göre, devlet ele geçirildikten sonra sönümlendirilmelidir. Bakunin ise devleti baştan reddetmekte ve erkin tüm biçimleriyle ortadan kaldırılmasını önermektedir. Ele geçirilen iktidarın bir başka grup ya da bireylerin sömürülmesine yol açacağını öne sürmektedir. Aynı zamanda makro anlamda siyasal temsiliyetin biçimi devlettir. Devlet gibi öncü parti fikri de anarşistler tarafından reddedilmişti. Postyapısalcı düşünce ile anarşizmin kavşak noktalarından birisi de temsiliyetin kaldırılmasıdır. Bu yüzden anarşistler, erkin merkezi yoğunlaşmasını önlemek amacıyla federalizm fikrini öne sürmüşlerdir. Zaten postyapısalcı düşüncede erk merkezsizdir ve her şeyi kapsadığından çok, her yerden kaynaklanması itibariyle ona karşı mücadele edilmelidir. İktidarın ağsı yapısına karşı ağ biçiminde örgütlenen anarşist, feminist, queer, otonomist, ekolojist vb. inisiyatiflerin belirmesi boşuna değildir. Postyapısalcı düşüncede mücadele fikri de marksizmin tek biçimli mücadele fikrinden ayrılmaktadır. Postyapısalcı anarşizme göre, feministler ve anarşistler farklı cephelerden ortak bir mücadele verirler. Devrim fikri de anarşistler için temel bir toplum fikrinden bir başkasına geçiş değil [Liberalizm ve Marksizm’den farkı], toplumsal alanın pek çok kısmında değişimlere gebe olan ve etkileri topluma yayılan özgürlüklerdir.
Anarşistlerin erki baskıcı olarak görmeleri ve hümanist doğacılık (iyi bir “insan özü” varsayımı) anlayışları onları taktik siyaset felsefesinden uzaklaştırıp stratejik felsefeye hapsetmektedir. Postyapısalcı düşüncede ise, Anarşizm’in ve Marksizm’in dışında gelişen bir erk açıklaması mevcuttur: “…eğer erkin, nesneleri üzerinde değil de içinde, ‘yukarıdan’ değil de ‘aşağıdan’, başka ilişkilerin dışından değil de onların içinden iş gördüğü düşünülürse, bu durum, erkin baskıcı bir güç değil de yaratıcı bir güç olduğunu, sadece direnilmesi gereken şeye değil, ayrıca ve daha sinsi biçimde çoğu kez direnişin kendisinin aldığı biçimlere de yol açmasını icap ettirir.” (s.92). Klâsik anarşizme göre, insan özü iyidir [Emma Goldman ve Colin Ward bunu varsaymaz] ve insan özünün önündeki engeller ortadan kaldırıldığında (iktidar-devlet) insanlar eylemlerinde iyiliği ortaya koyabileceklerdir. Esasında klâsik anarşizm için insan özü varsayımı, erke direnişin haklı çıkarılması için bir araçtır. Fakat postyapısalcı düşünce, klâsik anarşizmdeki “insan özü” indirgemeciliğini de reddeder.
Todd May’in postyapısalcı anarşizm olarak kavramsallaştırdığı bu yeni taktiksel siyaset felsefesi, postyapısalcı düşünce ile anarşizmin basit bir bileşimi değildir. Postyapısalcı anarşizm, postyapısalcı düşünce ve anarşizmin farklı katmanlarını ele alan bir yaklaşımı eleştirel bir tarzda içerir. Bu yeni taktik siyaset felsefisine “soykütüksel anarşizm” diyebiliriz. Soykütüksel anarşizm, büyük anlatıların büyük ölçekli siyasetinden çok, daha yerel ve yaygın bir anlamı ifade eder. “Sadece ekonomik ya da devlet düzeylerinde değil, aynı zamanda epistemolojik, psikolojik, dilbilimsel, cinsel, dinsel, psikanalitik, etik, bilişsel (vb.) düzeylerde de mücadele eder. Sadece çoklu mücadelelerin, erkin merkezileşmesini içermeyen bir toplum yaratması nedeniyle değil, aynı zamanda erkin merkezileşmemesi, erkin bu düzeylerin yüzeyleri boyunca açığa çıkması nedeniyle de bu düzeylerde mücadelesini sürdürür.” (s.115). Deleuze ve Foucault’dan mülhem bu soykütüksel siyaset [bohçasında Nietzsche’yi unutmadan!], mikro-siyaset olarak da adlandırılır. İktidarın yayıldığı alanlarda mücadelenin çoklu ve çeşitli şekillerde, yeni güç ilişkileri üretmeden yürütülmesidir. Deleuze ve Foucault’nun mikro-siyaset kavramsallaştırması kimi farklılıklar taşısa da, her iki düşünüre göre de “makro-siyaset, makro-siyasal pratiklere dayanır ve makro-siyasal pratikleri anlayabilmek için mikro-siyasal pratiklerin anlaşılması gerekir...Fakat, mikro-siyasal pratiklere ait amaçlar, daha büyük ölçekte makro-siyasal ögelerin amaçları değildir.” (ss.119-120). Mikro-siyaset, makro-siyasete indirgenemez.
Todd May, kitabının son bölümü olan Etik Sorular’da postyapısalcı bir etiğin sorgulamasına girişir. Postyapısalcı eğiti, erk ilişkileri, söylem pratikleri, temsiliyet uzamları, iktidara karşı direniş düşüncesi üzerinden analiz etmeye çalışır. Postyapısalcı anarşizmi, üç temel özelliği ile özgün bir siyaset felsefesi olarak ortaya koyar. Birincisi temsiliyetin reddidir. Çünkü temsil etme pratiğinin kendisi baskıcıdır. Başkaları adına konuşmak, başkalarını temsil etmek, onların kim olduklarını belirtmek iktidar ilişkileri içinde değerlendirilir. Temsiliyetin reddi, etik bir ilişki yaratarak ikinci temel özellik olan farklılıkların ve alternatif pratiklerin yeşermesine olanak tanır. Üçüncü temel özellik kapitalizme etik olarak karşı çıkmaktır. Gilles Deleuze’e göre kapitalizmin dünya pazarındaki hakimiyetiyle birlikte “sömürü, kontrol ve gözetleme araçları, giderek daha fazla incelmiş ve yaygınlaşmıştır ve bir anlamda moleküler (zengin ülkelerin işçileri zorunlu olarak Üçüncü Dünya’nın sömürüsüne katılırlar, erkekler ise kadınların sömürüsüne katılırlar ve benzerleri) olmuşlardır.” (s.160). Michel Foucault’a da Entelektüelin Siyasi İşlevi kitabında işçi sınıfı ile mikro-siyasal mücadelelere katılanların iktidara karşı mücadelede müttefik olduklarını söyler: “Herkes hedefini çok iyi bildiği ve yöntemini belirleyebileceği kendi mücadelesine katılarak devrimci süreçte yerini alır. Elbette proletaryanın müttefiki olarak; çünkü iktidarın bu şekilde uygulanıyor olması kapitalist sömürüyü sürdürmek içindir. Özellikle kendisine nerede baskı uygulanıyorsa orada mücadele ederek proletarya devrimi davasına gerçekten hizmet eder herkes. Kadınlar, mahkumlar, kura erleri, hastanelerdeki hastalar, eşcinseller, kendi üzerlerinde uygulanan iktidarın, zorlamanın, denetlemenin özel biçimine karşı şimdi spesifik bir mücadeleye başladılar. Günümüzde bu mücadeleler devrimci mücadelenin parçasıdır, yeter ki en fazla bir el değişikliğiyle aynı iktidarı düzenlemeye kalkışmasınlar. Proletaryanın devrimci hareketinin kendisi de her yerde aynı iktidarı sürdüren bütün denetim ve zorlamalarla mücadele etmek zorunda olduğu ölçüde bu hareketler de proletaryanın devrimci hareketiyle ilişkilidir.” (s.40).
Todd May, Postyapısalcı Anarşizmin Siyaset Felsefesi başlıklı kitabında hem klâsik anarşizmle hem de marksizmle hesaplaşırken anarşizmin kendi mirasında önemli bulduğu nüveleri açığa çıkarmaya ve postyapısalcı etiği sorgulamaya çalışmıştır. Anarşizm salt kendi başına, Türkiye’de Leninist-Stalinist perspektifin 1980’lere kadar sol düşünce iklimine koyduğu hegemonya dolayısıyla küçük burjuva ideolojisi olarak görülmüş, “biz de lisedeyken anarşisttik” diye küçümsenen bir ergenlik modası olarak konumlandırılmış, siyaset bilimi kürsülerinde ders içeriğine alınmamış, Mekteb-i Mülkiye gibi bir fakültenin kütüphanesinde bile “terörizm”le yan yana istiflenmiş bir siyasi angajmana dönüşmüştür. Oysa bugün Yunanistan’da yaşananlara gıpta ile bakanlar, orada filizlenen hareketin mirasının Bakunin’in aylaklığıyla bağını kurmaktan yoksun mudurlar?
Kitap, bütün vaveylası dahilinde kendi anarşizmini ele geçiren bir devrimci özneye göz kırpmaktadır..
(*) Bu yazı, 17 Nisan 2010 tarihli Birgün gazetesinin Kitap Eki'nin "Anti-Otoriter Düşünce" üzerine hazırladığı dosyada kısaltılmış haliyle yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder