19 Şubat 2011 Cumartesi

Klasik Anarşizmden Postyapısalcı Anarşizme

Anarşizmle ilgili uzun dönemdir süregelen bir yanılgı vardır. Buna göre doğanın, ekonominin, tarihin yasaları olduğunu varsayan Marksizmden farklı olarak anarşizm hiçbir yasanın bağlayıcılığını kabul etmeyen özgür insan eylemini savunur. Kaosu, bireysel şiddeti, otoritesizliği içermesi de bu yasa tanımaz anlayışın mantıksal sonucudur. Marksizm toplumsal dönüşümü tarihin yasaları çerçevesinde ele alırken anarşizm ilerlemenin rasyonalitesini reddeder.
Crowder’ın Klasik Anarşizm adlı kitabı yukarıda bahsedilen yanılsamayı temelinden sarsacak bilgiler sunuyor okuyucuya. Yazara göre Marksizm gibi anarşizm de Aydınlanmanın ve pozitivizmin mirasçısıdır. Klasik anarşizme göre insan fizik kanunlarıyla yönetilen evrenin bir parçasıdır. Fiziksel ve toplumsal dünya tek bir doğal sistemin parçalarını oluştururlar ve her ikisi de modern bilim tarafından açıklanır. Bilim meşru otoritedir, toplumsal ilerleme bilimsel bilginin toplum içinde yayılmasıyla gerçekleşecektir. Ahlaksal dünya doğal dünyanın bir parçasını oluşturur ve ikincisinin bilimsel olarak araştırılması yoluyla ahlak yasaları bulunacaktır. Bakunin’e göre “insanın özgürlüğü ancak doğa yasalarına kendisi onları öyle kabul ettiği için uymasıyla mümkündür” (s. 158). Pozitivist kuramcı Comte’un görüşleri klasik anarşistlerde hayranlık uyandırır.
Proudhon’un İnsanlık İçinde Düzenin Yaratılmasına Dair’de (1843) ana hatları verilen üç aşamalı düşünsel ve toplumsal evrim açıklaması, insan bilgisinin “pozitif” biçimine ulaşmadan önce “teolojik” olandan “metafizik” olana yükseldiğini söyleyen Comte’un “ üç aşama yasası”nın neredeyse tümüyle yeniden anlatımıdır. (s. 49-50)
Kropotkin ise Comte’un doğalcı pozitivist prensipleri ahlak ve siyaset bilimlerine uygulamakta yeterince titiz davranmadığı görüşündedir ve Comte’da:
Ona ahlakî duyarlılıklar hakkında tümüyle doğalcı açıklamalar sunabilecek biyolojik bilginin eksik olduğunu savunur. Ne mutlu ki böyle bir bilgi ve açıklamayı artık Darwin’in çalışmalarından elde etmek mümkündür. İnsan Soyunun Kaynağı Kropotkin’in kendi ahlak bilimine temel olur. Art arda gelen çalışmalarda modern evrimci bilimin ahlak ve siyaset bilimi için bir taslak sunduğunu gösterir. (s. 51)
İlerleme bilimi, ahlak bilimi gibi kavramlardan sıkça bahseden anarşist kuramın öncülerinden Godwin’e göre ise özgür olmak aklın prensiplerince yönetilmek demektir. Klasik anarşizm doğanın bir yasası olan ahlak yasasına rasyonel akıl vasıtasıyla ulaşılabileceğini düşünür.
Doğanın, bilimin ve aklın yasaları konusunda aynı pozitivist kaynaklardan beslenen klasik anarşizmle Marksizm arasındaki fark nereden kaynaklanmaktadır o halde? Bu soruyu cevaplamadan önce her iki teorinin toplum ve siyaset anlayışlarına göz atmakta fayda var. Doğanın ve aklın yasaları evrensel olarak geçerliyse bu iki görüşün önerdiği toplum modellerinin de benzer olması beklenir. Gerçekten de komünist toplum modeli ile anarşist toplum modeli arasında kayda değer bir fark yoktur. İktidar ilişkilerinin son bulacağı geleceğin toplumunda bireyin gelişmesinin önündeki tüm engeller ortadan kalkacaktır. Gelecekteki toplum modeli konusunda bir anlaşmazlık yoksa farklılığın bu topluma varmanın yollarından ve bu yolda kullanılan araçlardan kaynaklandığı düşünülebilir. Marx’ın şiddete dayalı işçi ayaklanmalarını desteklediği ancak devrimsiz, barışçı bir dönüşümü de mümkün gördüğü bilinir. Klasik anarşizm de sanılanın aksine şiddete dayalı devrimi mutlak olarak savunmaz. Godwin şiddete dayalı devrimlere sıcak bakmaz. Proudhon’a göre ise şiddete dayalı ayaklanma mümkün olduğunca kaçınılması gereken bir şeydir. Ona göre:
Kendi haline bırakıldığında aklın evrimi, şiddete başvurmaya gerek kalmadan, ilerlemeyi garanti edecektir. (...) Fakat şiddetli devrim istenmese de kaçınılmaz olabilir. (s. 184)
Bakunin devrimi bir gereklilik olarak görürken Kropotkin şüpheci bir tavır sergiler. O halde devrim konusunda da klasik anarşizm ile Marksizm arasında önemli bir farklılık olmadığı söylenebilir.
Her iki kuram da aklın hâkimiyeti ve toplumsal ilerleme konularında Aydınlanmanın iyimserliğini paylaşmakla beraber mevcut toplumun yetersizlikleri karşısında huzursuzluk duyar ve toplumsal dönüşümü hızlandırmak için bazı araçlar önerir. Klasik anarşizmle Marksizm arasındaki önemli bir tartışma toplumsal dönüşüm için kurulan örgütlerin yapısına ve temsilî niteliğine ilişkindir. Anarşistler iktidarın merkezîleşmiş örgütlerde yoğunlaşmasına karşı çıkarlar ve doğrudan halk eylemini ve yönetimini savunurlar. Bu bağlamda halkı temsil eden örgütlere güvenmezler. Ancak bütün bunlar anarşistlerin halkın devrimci dinamiğine mutlak olarak güvendikleri anlamına gelmez. Örneğin Bakunin halkın cehaletinden ve sürü eğiliminden bahseder, komplocu taktikleri ve gizli toplulukların kurulmasını gündeme getirir, itibarlı ve akıllı kişileri etkileyerek halkı eyleme kışkırtmayı önerir. Anarşistler devrim öncesi kurulacak temsilî siyasî örgütlere karşı duydukları güvensizliğin yanı sıra özelde bir geçiş devleti olan proletarya diktatörlüğünü, genelde ise her türlü devleti ve hükümeti reddederler. Proudhon daha da ileri giderek bireyin özgürlüğünü kısıtladıkları için siyasî örgütlerden uzak durmuştur. Kropotkin ise hangi ideal adına olursa olsun bireyin sakatlanmasına karşı olduğunu söyler. Klasik anarşizmin klasik Marksizme oranla bireysel özgürlüğe çok daha fazla önem verdiği bir gerçektir. Klasik Marksizmde bireyin özgürlüğü her zaman toplumun kurtuluşuna tabi kılınmıştır. Anarşizm Stirner gibi bireyci bir kuramcıyı içinden çıkarabilmiştir ama bireyci Marksist kuramcı tasavvur etmek hayli güçtür.
Marksizm ekonominin ve tarihin yasalarına yaptığı vurguyla, sistematikliğiyle, kurumsal pratiğe yatkın oluşuyla iktidarı ele geçirmeye yönelik bir kuram olma özelliği göstermiştir. Anarşizm ise sistematik olmayışı, iktidarı hedefleyen kurumsal, pragmatik muhalif örgütlere olan güvensizliği, doğrudan kolektif eylem dışında kalan stratejik mevzi kazanımlarına itibar etmemesi, temsilî yapılanmaları reddetmesi gibi nedenlerle iktidara yönelik süreçten dışlanmıştır. Rus devrimiyle iktidara gelenin kitleler değil Bolşevik parti bürokrasisi olması işçi sınıfını temsil eden Leninist öncü parti teorisinin bir sonucu değildir. Marksizmin iktidar olduğu tüm ülkelerde otoriter diktatörlükler kurulmuştur. Anarşizm ise hiçbir ülkede iktidar olmamıştır. Birincisi kitleler adına temsilî kurumların iktidarına yeşil ışık yakarken ikincisi kitlelerin doğrudan kendini yönetemediği yerde iktidarı onlar adına üstlenmeyi reddetmiştir.
1960 sonrası Batı toplumlarında erk yapıları önemli değişikliklere uğramıştır. Eskiden tek bir merkezden, devletten kaynaklanan erk merkezsizleşmiş, toplumdaki çok sayıda ve birbirleriyle kesişen baskı mevzilerinden kaynaklanmaya başlamıştır. Yeni toplum kesişen erk ağları görüntüsü sergilemektedir. Todd May kitabında bu yeni duruma ilişkin postyapısalcı kuramın yaklaşımını anlatıyor ve bu kuramın anarşist kuramla birçok açıdan benzerlikler taşıdığını ileri sürüyor. Postyapısalcı kuramcılardan üçünün, Foucault’nun, Deleuze’ün ve Lyotard’ın görüşlerini temel alan May’e göre:
Anarşist siyasal müdahale, erk ilişkilerinin ağımsı karakterinin ve bu ilişkiler üzerinde gelişen, iç içe geçmiş, indirgenemez baskılar farklılığının kabul edilmesinden kaynaklanır. Erk ve baskının merkezsiz olması gibi, direnişin de merkezsiz olması zorunludur. (s. 70)
Günümüz toplumu erkin hiyerarşik bir şekilde merkezden yayıldığı, eş merkezli halkalardan oluşmamaktadır. Erk ilişkilerinin tümünü açıklayacak ya da bu ilişkilerin tümünün indirgenebileceği tek, kurucu bir kaynak aramak anlamlı değildir. Örneğin patriyarkanın işleyişi kapitalist ekonomik ilişkilerle örtüşmez. Evrensel bir hakikati temsil eden tek bir kuram, tek bir mücadele, tek bir önderlik yoktur. Birbirine indirgenemez erk noktaları gibi birbirine indirgenemez mücadeleler vardır. Konjonktüre bağlı olarak belirli erk ya da direniş noktaları diğerlerine göre önem kazanabilir ancak bunlar hiyerarşik bir model içine sokularak kuramlaştırılamazlar.
Geçmişte büyük anlatılara dayalı büyük ölçekli, makro siyaset safların birbirinden net bir şekilde ayrıldığı, erkin ve muhalefetin hiyerarşik ve merkezî yapılar içinde var olduğu bir modele dayanıyordu. Postyapısalcı mikro siyaset ise mücadelelerin çokluğu, yayılımı, şaşırtıcı yer ve eylem çeşitliliği üzerine temellenir. Mikro siyaset farklı gündelik pratikler, çizgiler ve kesişmeler boyunca müdahalede bulunur. Mikro pratiklerin makro siyasete tabi kılınarak politikleştirilmesinin artık bir anlamı kalmamıştır çünkü gündelik olan, kişisel olan politiktir. Mikro ve makro siyaset birbirlerine indirgenemezler, özdeş değillerdir. Öte yandan aşağıdan yukarıya olarak tanımlanan siyaset yaklaşımını mutlaklaştırmamak gerekir.
Burada anarşist düşünceyle daha uyum içinde ortaya çıkan tablo, bir yukarı ve aşağısı tablosundan daha çok, birbiriyle ilişkili olabilen, ancak birbirine göre önem sıralaması taşımayan bir aşağılar ve yukarılar dizisi tablosudur. (s. 65)
Tarih merkezîleşmiş erke karşı merkezîleşmiş örgütlerle yapılan devrimlerin başarısızlığını göstermiştir. Ancak merkezsiz, çoklu bir direnişler ağı vasıtasıyla erkin merkezîleşmesine izin vermeyen bir topluma varılabilir.
Postyapısalcı siyaset anlayışına göre erkten bir anda, bir patlamayla, toptan bir kurtuluş mümkün değildir. Foucault’ya göre baskının gerilemesi özgürlüğe ait yerel alanların genişlemesiyle mümkündür. Deleuze ise azınlık oluş deneyiminden bahseder.
Azınlık-oluşa katılmak; toplumsal rizomun saplarından birini oluşturarak –ya da izleyerek– toplumsal ağ içinde bir kaçış çizgisi inşa etmektir ve bu, aynı hareket içindeki hâkim sapları karman çorman eder ve olumlu bir pratik olasılığı oluşturur. (s. 137)
Postyapısalcılık temsiliyetçi pratiklere karşıdır, hiçbir öncü grubun ya da partinin başkaları adına mücadele etmesini onaylamaz. Bu bağlamda postyapısalcı mikro analiz toplumsal pratikleri doğrudan yönlendirmekten uzak durur. Foucault eylemler konusunda önermeler getirmekten kaçınır. Eskinin evrensel, makro politik davalarının savunucusu entelektüel tipinden farklı olarak postyapısalcı entelektüel özgül, yerel kuramsal pratik ve mücadelelerin bir katılımcısıdır. Foucault’ya göre mücadeleye ilişkin taktikler ve hedefler eylemcilerin kendileri tarafından ortaya konulmalıdır. Entelektüel bu mücadeleye ancak kuramsal araçlar sağlayarak katkıda bulunabilir.
Foucault’nun erk ilişkilerini neredeyse kaçınılmaz sayması, toplumsal alanı bir erk oyunları alanı olarak değerlendirmesi Marksist kuramcıların postyapısalcılığı etik yargıya imkân vermeyen bir kuram olarak eleştirmelerine yol açmıştır. Habermas Foucault’nun taraf tutmaktan kaçındığını söyler. Postyapısalcılığın evrensel değerleri reddetmesinin genel ve açık seçik bir etik tarafgirliği zorlaştırdığı bir gerçektir. Bununla birlikte postyapısalcılar sistem karşıtı bir duyguyu paylaşırlar ve muhalif pratikler içinde yer alırlar. Bu noktada ezen-ezilen ya da iktidar uygulayan-iktidar uygulanan toplum kesimlerinin XIX. yüzyıldaki ve 1960 sonrasındaki konumları arasındaki farklılıklar önem kazanıyor. XIX. yüzyıl sosyalizmi işçi sınıfını ya da halkı iktidarın baskısına maruz kalması nedeniyle sahipleniyordu. Ancak aynı halkın erkekleri kadınlar, çocuklar, eşcinseller vb. üzerinde baskı kuruyordu. Devlet ve burjuvazinin baskısı en çok hissedilen baskı olduğundan ve iktidar ilişkilerinin mikro, gündelik düzeyde oluşumu ve bunun kuramlaştırılması olgunlaşmadığından XIX. yüzyılın sosyalist ideolojisi ezen ve ezilen toplumsal sınıfları kabaca ikiye ayırmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Ezilen kesimin bugüne oranla görece “saflığı”, iktidarın üzerinde uygulananı bugünkü kadar “kirletmediği” olgusu da XIX. yüzyıl sosyalizminin Aydınlanmacı iyimserliğini destekliyordu. 1960 sonrası iktidar ilişkileri toplumun en küçük hücresine kadar yayıldı, ama devletin merkezinden topluma yayılması anlamında değil, her toplumsal birimin, noktanın farklı türden iktidar ilişkileri üretmesi ve bu milyonlarca ilişkinin ağsal bir şekilde birbiriyle kesişmesi anlamında. Bu, toplumun iktidar ilişkilerinin hem mağduru hem de yaratıcısı ve uygulayıcısı olduğu anlamına gelir. Bu durumda hiçbir toplumsal grup, kesim ya da sınıf kerameti kendinden menkul bir ilericiliğe sahip olamaz.
Her grup esas olarak o anki pratiğiyle değerlendirilmeli, muhalif pratiklerin içindeki otoriter, baskıcı, iktidar ilişkisi üreten yanlar anında eleştirilmelidir. Etik bağlamda taraf tutmanın aynı genel, evrensel ilkelerin her durumda tekrar edilmesi olarak anlaşılması kısır bir yorumdur. Bazı ilişkiler içinde baskı gören gruplar başka ilişkiler içinde baskıcı da olabilir. Ya da muhalif görünüşlü bir eylem içinde otoriter ve antiotoriter eğilimler bir arada bulunabilir. Başkaları adına, onları temsilen verilen mücadele her zaman otoriter ilişkiler üretir. Binlerce farklı grup ve yoğunluğun farklı pratiklerinin toplumsal ağ içinde gönüllü diyaloğu ve dayanışması otoriter olmayan bir toplumun oluşması açısından önem taşır. Temsiliyeti reddetme ve her türlü iktidar biçimine karşı çıkma: Klasik anarşizmin olumlu ilkeleri bunlardı. Anarşizmin kendisi için artık bir yük haline gelen pozitivist ve Aydınlanmacı geleneğinden kurtulmasına gelince, postyapısalcı kuram bu konuda önemli araçlar sağlamaktadır. Anarşizmi özgün kılan şey de onun özgürlükçü yanının belirlenimci yanını hiçbir zaman ciddiye almamış olması değil midir?
Yaşar Çabuklu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder