Hakikate inandığınız sürece kendinize inanmıyorsunuz ve siz bir uşak, birmutaassıp insansınız.
Ruh olan Tanrıya Feurbach 'Özümüz' adını verir. 'Özümüz'ün bizimle karşıt hale gelmesine -özsel ve özsel olmayan kendilik halinde ikiye bölünmemize- tahammül edebilir miyiz? Bununla kendimizi, kendimizin dışına sürgün edilmiş halde görmenin hazin sefaletine geri dönmez miyiz?
Öze dayanan ilişki gerçek bir şeyle değil hayaletle kurulan bir ilişkidir.
Ben, kendimi varsayarken bir varsayımdan başlarım; fakat varsayımım 'kendi kusursuzluğu için mücadele eden İnsan' gibi kendi kusursuzluğu için mücadele etmez, fakat yalnızca onun keyfini çıkarmama ve onu tüketmeme hizmet eder... Ben kendimi önceden varsaymam, çünkü her an kendimi öne sürüyor ya da yaratıyorum.
Hiçbir kavram beni ifade etmez, benim özüm olarak belirtilen hiçbir şey beni bitiremez.
[İ]nsan kanunu, tüzüğü kendi içinde taşımalıdır ve yasal olarak en çok kandırılan en ahlaklı olandır.
Dünyaya ilişkin özgürlüğümü, onu kendi dünyam yaptığım ölçüde garanti altına alırım, yani onu kendim için “kazanıp ele geçirerek”, hangi yolla olursa olsun, ikna yoluyla, rica yoluyla, kesin talep, evet, hatta ikiyüzlülük yoluyla, hileyle, vs.; çünkü onun için kullandığım araçlar benim ne olduğum tarafından saptanır. Eğer zayıfsam, sadece zayıf araçlarım vardır, yukarıda zikredilenler gibi ki bunlar yine de dünyanın hatırı sayılır bir bölümü için yeterince iyidirler. Ayrıca hile, ikiyüzlülük, yalan söyleme olduklarından daha kötü görünürler. Polisi, yasayı aldatmamış olan kim? Kim, işlenmiş olabilecek bir kanunsuzluğu gizlemek için, vs, onu karşılayan polis memurunun huzurunda hemen saygıdeğer bir sadakat havasına bürünmemiştir? Bunu yapmamış olan sadece şiddeti üzerine çekti; vicdandan –güçsüz düşmüş biriydi. Biliyorum ki özgürlüğüm, arzumu bir başka nesne üzerinde uygulayamamam yoluyla bile azalır, bu diğer nesne ister bir kaya gibi arzusu olmayan bir şey olsun; ya da bir devlet, bir birey gibi arzusu olan bir şey olsun; -bir diğerinin karşısında- teslim olduğumda, yani, geri çekildiğimde, vazgeçtiğimde, boyun eğdiğimde, bu yüzden sadakat, itaatyoluyla biricikliğimi yadsırım. Çünkü amacıma götürmediği ve dolayısıyla yanlış yol olduğu ortaya çıktığı için önceki yolumu terk etmem başka bir şeydir; kendimi bir mahkûm olmaya bırakmam başka bir şey. Yolumda duran kayanın etrafından dolaşırım, onu yıkmaya yetecek barutum olana kadar; onları alaşağı edecek gücü toplayana kadar, bir halkın yasalarının etrafından dolaşırım…
Bir hak talep etmiyorum, bu nedenle bir hakkı tanımaya da ihtiyacım yok. Cebren neyi alabiliyorsam cebren alırım ve cebren almadığıma hakkım olmaz, daimi hakkımla ne havalar takınırım, ne de kendimi avuturum.
Mutlak hakla birlikte hakkın kendisi ölür gider; “hak mefhumu”nun saltanatı feshedilir aynı zamanda. Çünkü şimdiye kadar bizi kavramların, fikirlerin ya da ilkelerin yönettiği ve bu yöneticiler arasında en önemli rollerden birini hak kavramının ya da adalet kavramının oynamış olduğu unutulmamalıdır.
Yetkili ya da değil –bu beni ilgilendirmiyor, eğer tek yetkili bensem,yetkimi kendimden alırım ve bir başka yetki verilmesine ya da hak kazanımına ihtiyacım olmaz.
Hak –kafanın içindeki bir tekerlektir, oraya bir hayalet tarafından konur; güç –yani bizzat ben, güçlü olan ve gücün sahibi olan benim. Hak benim üstümdedir, mutlaktır ve daha yüksek birinin içinde var olur, lütfunu bana akıtır; hak, yargıçtan gelen lütfun bir hediyesidir; güç ve kudret sadece güçlü ve kudretli olan benim içimde var olur…
İnsanın elde edebildiği her şey ona aittir: Dünya bana aittir. Karşı öneri yoluyla başka bir şey mi söylüyorsun? “Dünya herkese mi ait?” Herkes bendir ve yine ben’dir, vs. Ama bu “herkes”ten bir hayalet yaratıp onu kutsallaştırıyorsun, öyle ki, bu “herkes” bireylerin korkunç efendisine dönüşüyor. Ardından “hak” hayaleti kendini diğer tarafa yerleştiriyor.
O halde benim mülküm nedir? Benim yetkimde olandan başka bir şey değil! Hangi mülke hakkım var? Kendime yetki verdiğim her mülke. Mülkü kendi üstüme almakla ya da kendime mülk sahibinin yetkisini, tam yetkisini, yetkilendirmesini vermekle kendime mülkiyet hakkı veriyorum…
Tecrit ya da yalnızlık değil, topluluktur insanın ilk hali. Varlığımız en samimi birleşmeyle birlikte başlar, nefes almaya başlamadan önce annemizle birlikte yaşarız; dünyanın ışığını gördüğümüzde hemen bir insanın göğsüne yaslanırız yine, onun sevgisi bizi kucağında beşiğe yatırır, çocuk arabasında götürür ve binlerce bağla kendine bağlar. Toplum bizim doğal halimizdir ve işte bu yüzdendir ki, kendimize bakmayı öğrendikçe, eskiden en yakın olunan bu bağ daha da gevşer ve ilk topluluğun çözülüşü daha aşikâr bir hal alır. Bir zamanlar kalbinin altında yatan bir çocuğu bir kez daha kendisinin kılmak için annesinin onu sokaktan, oyun arkadaşlarının ortasından gidip getirmesi gerekir. Çocuk arkadaşlarıyla girdiği ilişkiyi, girmediği sadece içine doğduğu toplulukla olan ilişkisine tercih eder.
Ancak, toplumun çözülüşü ilişki ya da birliktir. Bir toplum elbette birlik yoluyla da ortaya çıkmaz, ama yalnızca belli bir fikir olarak bir düşünce yoluyla ortaya çıkar… Eğer bir birlik bir toplum halinde billurlaşırsa, bir koalisyon olmaya son verir; çünkü koalisyon sürekli bir kendini birleştiren bir şeydir; bir birleşikliğe dönüşmüş, işlemez bir hal almaya başlamış, bir değişmezlik içinde yozlaşmıştır; bir birlik olarak –ölüdür, birliğin ya da koalisyonun cesedidir, yani toplumdur, cemiyettir. Bunun çarpıcı bir örneği parti tarafından sağlanmaktadır…
Ben kudretimin sahibiyim ve kendimi biricik olarak ayırt ettiğim zaman böyleyim. Biricikte sahibin kendisi, yaratıcı hiçine, ondan doğduğu şeye döner. Benim üzerimdeki her yüce öz, ister Tanrı olsun, ister insan, biriciklik hissimi zayıflatır ve yalnızca bu bilincin güneşinin önünde söner. Eğer kendimle kendim için, biricik için ilgilenirsem ilgim onun geçici, ölümlü, kendini tüketen yaratıcısına dayanır ve şunu söyleyebilirim:
Her şey benim için hiçtir.
Max Stirner
Der Einzige und sein Eigentum *
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder