”Foucault’nun ölümü. İnsanın kendi dehasına duyduğu güveni
kaybetmesi. Mutlak referans olmak ölüm tehlikesi getiriyor beraberinde. Her tür
cinsel görünümün dışında bağışıklık sistemlerini kaybetmek, diğer sürecin
biyolojik çevriyazısı halini alıyor. ”Kendini ölüme terk eden” Barthes’ın da
başına aynı şey gelmişti.
Sartre’ın ölümü görkemliydi. Barthes ve Foucault gizlice ve
erken öldüler. Şöhreti neşeyle karşılayan büyük edebiyatçıların ve
retorikçilerin çağı geride kaldı. Medya çağının keskin düşünürleri buna
tahammül edemiyorlar. Düşüncelerin sonuç yaratmadığı ve olayların çabuk
unutulduğu demokratik bir toplumda, tapınma nesnesi olmayı ve iktidarın
kullanılmasını göze almak zorlaşıyor. Durumun böyle olması, soyut ve buyurgan
kimliği yüzünden seçilmiş bir simanın çevresinde bir tür gönüllü köleliğin
billurlaşmasına acillik kazandırıyor -Foucault’nun başına gelen de bu. Ne var
ki, saf bir aydına yönelen şöhret, onu yok olmaya da mahkum ediyor. Yapmacık
bir biçimde tanrılaştırıldığını düşünen insan, dayanılmaz bir utanç duygusu
yaşamaya başlıyor. Vicdani rahatsızlık duygusunu inceleyen Sartre, Foucault’dan
çok daha az acı çekiyordu; çünkü Foucault, paradoksal bir biçimde hiç
sevilmediğini ve kendisine eziyet edildiğini düşünüyordu. Ona eziyet edenlerse
yandaşları ve işgüzar dalkavuklardı; onu, kendisiyle ilgili en berbat
duygularına kadar soyup soğana çevirdiler; için için onları kendine
yakıştırmıyordu kuşkusuz (en azından, yakıştırmadığı umulur). Foucault’yu
unutmak ona hizmet etmekti, pohpohlamak ise ona zarar veriyordu.
Bir kitabına karşı erken, körü körüne ve abartılı olarak duyulan
hayranlık ile ölümü çakıştı; kitabını bitirmesi beklentisi bile, başlı başına
bir sorunsal olarak yaşandı. Bu kitapla bunca uzun süre oynadıktan sonra,
kendisi ne bekliyordu ondan? Kendi ölümüyle de böyle oynamadı mı? Ölümü bu
abartılı, iddialı şöhret karşısında verilebilecek en zarif cevaptı -ve düşünsel
bakımdan kutsallaştırılmasının kırıcı bir biçimde yalanlanmasıydı- ve
aptalların ustalarını ezmelerine yarayan ölümü düşünmesi için efendilerinin
üstüne gidiyorlardı. Saygın biri olarak yaşanabilir; saygınlık denen şey
insana, kendisiyle denk olanlardan gelir ve yine onlara döner. Ne var ki,
kölelik yapanların size dayattıkları iktidar karşısında kendinizi savunmanız
imkansızdır. Çünkü, Foucault’nun da denediği gibi, onları sistematik olarak
hayal kırıklığına uğratmak cesaretlerini kıramaz. Kısacası köpeklerden
kaçabilmek için, kaçmayı bilmek gerekir, ya da onlara köpek muamelesi
yapabilmeyi bilmelidir insan ve bu yetenek herkeste yoktur.
Foucault buyurgan, zorba, keyfi davrandıkça entelektüel
çevrelerindeki otoritesi de arttı. Bu kadarı bile, entelektüel çevrelerin
içinde bulunduğu sefaleti anlatmaya yeter. Belki, “rock music” ortamında
bulunanların durumu da bundan pek farklı değildir. Entelektüel ustalıkla yapay
kesinlik arasındaki dengesizlik; düşüncenin bağımsızlığından ileri gelen otorite
azaldıkça büyüyen kült.
Zorlanıma dayanan bir inancın nesnesi olan insan düşünsel
bağışıklığını kaybeder. Kendi gözünde yok olur; tıpkı, şansı yaver gittiği için
ezilen bir kumarbaz gibi; tıpkı isimleri bile kendilerine ait olmayan idoller
ve starlar gibi. Bütün toplumlar bu tür kolektif -eskiden ritüel- kurbanlara
ihtiyaç duyarlar. Dalkavukların bayağılığını kınamak ne işe yarar? Kurban
törenini yönetmekten başka bir şey yapmıyor ki onlar. Burada asıl acımasız olan
şey, bütün bir süreç aslında. Topluluklar güç birliği yaparak içlerinden birini
göklere çıkarıyor, hemen sonra duydukları hayranlıkla onu boğuyorlar. Eskiden
bunlar bir şenlik havasında olup biterdi, bugünse sıkıntıya ve gerilemeye yol
açıyor. Zorbalığın ve gönüllü köleliğin işi bu. Zihinlerinin özgür olmasıyla
böbürlenen entelektüel çevrelerde yaşananların tek bir farkı var: o da
karikatür halinde yaşanıyor olmaları. Anlamsız bir şeyin, o güzelim hayranlık
tutkusunun insanın ruhuna yerleşip nasıl çürüdüğünü anlamak için, koltuklarına
gömülüp saatlerde yaşlı Lacan’ın iradesiz sessizliğini gözetleyen binlerce
kültürlü beyni görmek yeter.
Foucault: Hep daha belirginleşen bir kaynak arama saplantısı;
önceden var olan belli bir nesnelliği tüketerek güncel bir vadeyi, hep biraz
daha bilgince saf dışı bırakma. Hiçbir zaman aşamayacağı bir engel karşısında
dönüp duran bir düşünce gibi -hiçbir zaman kendi gölgesini, yaratma usüllerini,
geçmişle bağlarını aşamayacak bir düşünce. İşte böyle, mutlak referans oluyor
insan; bilginin değişmez mirasına ve zaman içinde, ister istemez olabildiğinde
uzaklarda temellenmeye çalışan bir otoriteye bağlanarak. Öncelemeyi, hatta
şimdiki zamana girmeyi yasaklayan; türün yasalarını ihlal etmeyi kendine
yasaklayan çetin bir süreç: Hep öne sürülen doğruluğundan emin olmak lazım.
Hiçbir düşünce kendi başına güvenilir ve kullandığı düzeneklerin bilincinde
olamayacağına göre bütün bunlar bir aldatmaca. Söylediklerini ihtiyatlı
olmaktansa söylemediklerinin riskini alabilmeliydi. Her ne kadar Foucault’nun
ihtiyatlı tutumunun nedeni büyük bir nesnel edep duygusu olsa da, onun dramı,
başka bir iktidar desteğiyle bu savunma hattının dışına hiç çıkamamış, kendine
özgü ayrımcılıklara kendini hapsetmiş olmasıyla başladı. Foucault, bütün
bilgisini, bütün enerjisini kullanarak bu isteği inşa etti; elde edeceği
bilançoya karşı güvenini her geçen gün yitirdi ve şöhret abartıldıkça kafası
karıştı. Sonsuza çekilerek öldü, yok oldu, bize ve kendisine en küçük bir umut
yaratmadan; Yüksek Bilgi’nin belirsiz sınırlarında.
Bartes’in, Lacan’ın, Foucault’nun (hatta Althusser’in)
metinleri, yok oluşun felsefesi değil de ne? İnsanın, ideolojinin silinmesi.
Yapının yokluğu, öznenin ölümü, eksiklik, aphanisis. Onlar da bu yüzden öldü
zaten ve onların ölümü bu insanlık dışı görünümün ayırt edici özelliklerini
barındırıyor. Onların ölümü Büyük Feragat’ın, kopuşun, iradenin hesaplanmış
yanılgısının, arzunun hesaplanmış zayıflığının izlerini taşıyor. Sessizlik,
bütün biçimleri kullanarak onları sona sürüklüyor ve kelimeler birer birer geri
çekiliyorlar. Onların düşünceleri mutlu yarınları dile getirmediği gibi,
yandaşlarının bütün üzüntüsüne rağmen bir sonuç da barındırmıyor. Çünkü bunlar
incelikli düşüceler; kendi izlerini bile inceltiyorlar ve sonuç olarak hiçbir
zaman yapıcı bir etki yaratmıyorlar (en azından, yaptıkları en iyi şey bu
değil). Düşünceleri hümanist, liberal hatta düzenle oynayan bir bağlamda
köklenenler (Levi-Strauss, Lefebvre, Aron ve hatta Sartre) varlıklarını çok
daha iyi sürdürebiliyorlar. İster hayatta olsunlar ister ölmüş, onlar diğerleri
gibi ”yok olmadılar”, virüsten zarar görmediler, yazdıkları onların kalıcı
olmalarını sağlıyor ve başarıları eskiden olduğu gibi sürüyor. Oysa bütün bir
kuşak, ifade ettiği ve sezdiği insanlık dışı ne varsa, bununla tam bir uyum
halinde yok oldu. Onlar ironik işaretler bıraktılar. Müthiş bir hayal
kırıklığına uğrayan yandaşlarının yapacağı tek iş, zarafete ve yok
oluşlarındaki üsluba aldırmayarak olumlu anıtlar verebilmektir.”
Jean Baudrillard – Siyah
‘An’lar I-II (s157-161)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder