* Kafanızda iki imge canlandırın. Bunlardan biri: İkiz Kulelerin önünde bir yerlerdeki sıralardan birinde, dizleri üzerindeki evrak çantasına yapışmış vaziyette oturan, bronzdan bir heykel ya da şu Pompei harabelerinde bulunan kavrulmuş insan bedenlerinin birini andıran ve çökmüş kulelerden yağan toz toprağın altında kalmış teknotratın görüntüsü olsun. Bu teknotrat görüntüsü sanki öngörülemeyen bir felakete uğrayan dünya çapındaki bir gücün dokunaklı bir sureti, bir tür bu olaya imzasını basan bir görüntüdür.
Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki atölyesinde bir sanatçı, kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere, bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu andıran bir yapıt üzerine çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini almış olup bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir. 11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.
Burada, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olmayan-olaya mahkum edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay 11 Eylül.
* Bu noktada tarihin kendisi bile bir tehdide dönüşmektedir. Öyleyse gerçekleşebilecek her türlü olayı önceden tahmin edebilecek bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.Günümüzde evrensel strateji adı altında inanılmaz bir önlem ve caydırma stratejisi güdülmektedir. Steven Spielberg’ün Azınlık Raporu/Minority Report başlıklı filminde böyle bir öykü sunulmaktadır. Filmde yakın bir gelecekte işlenebilecek suçları önceden tespit edebilen önsezilere sahip beyinler aracılığıyla suçluyu suçu işlemeden yakalayıp etkisiz hale getiren komandolar vardır. Irak savaşının senaryosu da bundan farklı değildir. Henüz gerçekleşmemiş bir eylem, yani Saddam’ın kitle imha silahlarını kullanma iddiası bahane edilerek suç, daha kuluçka aşamasındayken saf dışı edilmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak burada sorun suçun gerçekten işlenip işlenmeyeceğini tespit edebilmektir. Ancak bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Önemli olan sanal suçun gerçek anlamında cezalandırılmış olmasıdır.
Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki atölyesinde bir sanatçı, kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere, bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu andıran bir yapıt üzerine çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini almış olup bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir. 11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.
Burada, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olmayan-olaya mahkum edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay 11 Eylül.
* Bu noktada tarihin kendisi bile bir tehdide dönüşmektedir. Öyleyse gerçekleşebilecek her türlü olayı önceden tahmin edebilecek bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.Günümüzde evrensel strateji adı altında inanılmaz bir önlem ve caydırma stratejisi güdülmektedir. Steven Spielberg’ün Azınlık Raporu/Minority Report başlıklı filminde böyle bir öykü sunulmaktadır. Filmde yakın bir gelecekte işlenebilecek suçları önceden tespit edebilen önsezilere sahip beyinler aracılığıyla suçluyu suçu işlemeden yakalayıp etkisiz hale getiren komandolar vardır. Irak savaşının senaryosu da bundan farklı değildir. Henüz gerçekleşmemiş bir eylem, yani Saddam’ın kitle imha silahlarını kullanma iddiası bahane edilerek suç, daha kuluçka aşamasındayken saf dışı edilmeye çalışılmaktadır. Doğal olarak burada sorun suçun gerçekten işlenip işlenmeyeceğini tespit edebilmektir. Ancak bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Önemli olan sanal suçun gerçek anlamında cezalandırılmış olmasıdır.
* Bir genelleme yapacak olursak yalnızca her türlü suçu değil aynı zamanda mevcut düzen ya da gezegen boyutlarındaki baskı düzenini bozmaya yönelik her türlü programın, sistemli bir şekilde engellenmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Günümüz politikası neredeyse bundan ibaret bir şey haline gelmiştir. Bugün artık olumlu bir politik iradeden söz edebilmek mümkün değildir. İktidar olumsuz anlamda bir caydırıcı, kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sitemini kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir. Savaşın da aslında bir amaç ya da hedeften yoksun bir yanılgı, sanal yani gerçekleşmemiş bir olay, bir tür lanet okuma, bir şeytan kovma biçimi olduğu söylenebilir.
* Mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünyada yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son Fukuyama’nın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay olasılığını ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır. En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır.
* İktidarın kendi kazdığı kuyuya düşmesi Moskova’da yaşanan tiyatro baskınıyla en dramatik düzeye ulaşmıştır. Bu katliam sırasında rehineler, teröristlerle birlikte öldürülmüştür. Bu olay deli dana sendromu yaşandığı sırada, önlem amacıyla, tüm sürünün yok edilme işlemine benzemektedir – Tanrı öteki dünyada sevgili kullarını hiç kuşkusuz diğerlerinden ayıracaktır!
* İktidarın kendi kazdığı kuyuya düşmesi Moskova’da yaşanan tiyatro baskınıyla en dramatik düzeye ulaşmıştır. Bu katliam sırasında rehineler, teröristlerle birlikte öldürülmüştür. Bu olay deli dana sendromu yaşandığı sırada, önlem amacıyla, tüm sürünün yok edilme işlemine benzemektedir – Tanrı öteki dünyada sevgili kullarını hiç kuşkusuz diğerlerinden ayıracaktır!
* İktidarlar açısından kendi halkları potansiyel teröristtirler. Hepimiz iktidarın sanal rehinesiyiz. Buradan hareketle tüm iktidarların , tüm halklara karşı bir koalisyon oluşturduklarını ileri sürebiliriz. Bunun bir ilk örneğini Irak işgali sırasında yaşadık; çünkü bu işgal olayında tüm iktidarların rızaları az çok üstü kapalı bir şekilde alınmışken, dünya kamuoyu hiçe sayılmıştır. Dünyada bu savaşa karşı gerçekleştirilen gösteri yürüyüşlerinin ortaya koyduğu bir şey varsa, o da ortada olası bir karşı iktidarın varlığından çok Amerika’nın reelpolitik uygulaması karşısında uluslararası toplumun herhangi bir değerinin bulunmadığı gerçeğidir.
* Küresel iktidar demek, bu iktidarın sonu demektir. Bu iktidar sınırsız bir sanal güce sahiptir. Bir başka deyişle dünya çapında enformatik programları üretmekte ve işleme koymakta, borsalar oluşturmakta, haberleri programlayabilmektedir. Oysa gücünün doruğundaki bu iktidar herkese rezil olmaktadır. “İktidar Cehennemi” denilen şey, sözcüğün gerçek anlamında, bu türden bir şeydir.
* Olaylar temelde haberler aracılığıyla denetlenmektedir. Gündelik haberler tarihin yok olmasına hizmet eden en etkili tezgahtır. Ekonomi-politik nasıl değer yaratmaya yarayan devasa bir tezgahsa; haber sisteminin tamamı da gösterge niteliğine sahip olay üretmeye yarayan bir düzendir. Buradaki haber soyutlaması, ekonomi alanındaki soyutlamaya benzemektedir. Bu soyutlama sayesinde nasıl tüm mallar kendi aralarında değiş tokuş edilebiliyorsa, tüm olayların da aynı şekilde kültürel haber pazarında birbirlerinin yerini aldıkları söylenebilir. Günümüzde olaylar artık gerçekten olup bitmemektedir. Bunun nedeni “canlı yayın” adı altında gerçekleştirilen üretim ve dağıtımdır. Olaylar bu eşzamanlı “canlı yayın” denilen haber adlı boşluk içinde kaybolup gitmektedirler.
* François de Bernard, yaptığı çözümlemede Irak savaşını, sinema kuramı ve pratiğin birebir karşılığı şeklinde sunmaktadır. Bu, bir filme benzeyen bir şey, değil filmin ta kendisidir. Oyuncu seçimi, teknik ve mali olanaklar çok titiz bir çalışmanın sonucudur. Bu bir profesyonel işidir. Bu ekip, filmin yayınlanması ve kanallara dağıtım sürecine de hakimdir. Sonuç olarak bu işlemsel savaş devasa bir özel efekte, sinema bir savaş paradigmasına dönüşürken, bizler, bu filmin gerçek olduğunu düşünüyoruz.
* Sinema hiç kuşkusuz bu yüzden giderek sinema olma özelliğini yitirmektedir; çünkü gerçeğin yerini almaya çalışmaktadır. Gerçek giderek sinemayı yok ederken; sinema da onu yok etmektedir. Tarihin de bir filme dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda habere ait gerçekliğin, tarih adlı filmin ses ve görüntü eşleştirme, dublaj, altyazı gibi işlemlerinden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
* Yeni Dünya Düzeninde devrimler sona ermiştir. Bundan böyle içsel sarsıntılardan söz etmek gerekecektir. Kusursuz bir şekilde çalışan bir mekanizma gibi, kusursuz bir sistemde de bunalımlardan söz edilemez. Olsa olsa işlevsel bozukluklar, boşluklar, eksiklikler, damar genişlemelerinden söz edilebilir.
* Devrimlerin ve daha genel olarak tarihin sona ermesi, dünya çapındaki bu güç açısından kesinlikle bir zafer olarak değerlendirilemez. Bu zaferden çok onun sonun haber veren yazgısal bir işarete benzemektedir.
* Her şeyin eş zamanlı bir şekilde olup bittiği ekran üzerinde, birkaç tıklamayla gerçekleştirilen dijital müdahale sayesinde, insana mantıklı görünen her şey sanal düzeyde mümkün olmaktadır. Tabii bu da olayların gerçekten olup bitme olasılıklarını ortadan kaldırmaktadır. Elektronik ve sibernetik sayesinde tüm arzular, tüm özdeşleştirme oyunları ve interaktif olasılaştırma süreçlerini programlamak ve kendi kendilerini programlamalarını sağlamak mümkündür. Her şeyi anında gerçekleştirme olanağı sıra dışı olayların ortaya çıkmasını engellemektedir.
* Bugünkü aktüalite girdabına saplanan izleyici, sanki hiçbir şeyin değişmediği gibi bir izlenime kapılmaktadır. Bütün bunları, tıpkı haber miktarındaki aşırı bollaşmanın bilgi düzeyinde bir düşüşe yol açması gibi, gerçeklik kat sayısındaki bir azalma eğilimi olarak adlandırabiliriz. Her şeyin her şeyle değiş tokuş edilebildiği bir dünyada, değerin hiçbir anlam ifade etmediği söylenebilir.
* Tarihin sonu demek tarihin son sözünü söylemiş olduğu anlamına gelmemektedir. Zira bu sonsuza dek programlanmış olduğu sanılan olmayan-olay düzeninde karşımıza bir başka olay tipinin çıktığı görülmektedir. Bunlar tarihe özgü terimlerle açıklanması mümkün olmayan, tarihsel nedenlerle ilişkisiz, öngörülemeyen, bunalıma yol açan olaylardır. Bunlar medyanın oluşturduğu, şu insanı canından bezdiren aktüalite akışını devre dışı bırakan, ancak tarihin yeniden ortaya çıkmasına ya da 11 Eylül konusunda söylendiği gibi sanal evrenin içinden bir gerçeğin çıkmasına yol açan olaylardır. Bunlar tarihi değil tarih ötesi olaylardır; çünkü tarihe son vermiş bir sistemde olup bitmektedirler. Olay, işlevsiz kılma özelliğine sahip, anormal bir şeydir zira ulaşabileceği en üst nokta, en kusursuz aşamaya ulaşmış bir sistemde içsel olumsuzluk ve ölümü yeniden devreye sokabilmektedir.
* Bundan böyle diyalektik, sentezle sonuçlanan tez ve antitez oyunu sona ermiştir. Tüm çelişkiler aynı düzeye indirgendiğinde karşıt terimler birbirlerini karşılıklı olarak çürütmeye başlamışlardır. Oysa bu karşılıklı çürütme olayının sonsuza dek sürüp gideceği düşünülemez zira her türlü diyalektik çözümlemenin ortadan kalktığı bir dönemde aşırı uçların tırmanışa geçtiği görülmektedir.
* Evrenseli ezip, yok eden bu küresel güçle tarihsel mantığı dümdüz eden şu baş döndürücü değişim hızını bir kenara koyacak olursak geriye sanal bir tanrısal güçle ona vahşice karşı koyanlardan başka bir şey kalmamaktadır. Küresel güç ve terörizm karşıtlığı bu türden bir şeydir. Bu karşıt güçler, bu aşırı uçlar arasında bir uzlaşma olasılığı yoktur; çünkü karşıt güçler arasında asla barış olmadığı gibi, bir gücün bütün dünyayı egemenliği altına alabilmesi de mümkün değildir. Bu hiç yoktan iyidir çünkü yok edilemeyen İyilik İmparatorluğu bu yolla sürekli başarısızlığa uğratılmaktadır.
* 11 Eylül olayı gerçekleştiği sırada açıkça belli etmeden yaşanan coşku ve dehşet karışımı atmosferde bir paradoks vardır. İmkansız bir olayın gerçekleştiği bir durumda insan böyle bir duyguya kapılabilmektedir. Çünkü genelde şeylerin gerçekleştirilmeden önce zihinsel açıdan kabul edilmesi gerekmektedir. Mantıksal ve kronolojik düzen bunu zorunlu kılmaktadır. Irak Savaşı böyle bir olaydır. Savaş öncesi o kadar uzun ve ayrıntılı bir şekilde programlanmıştır ki, daha başlamadan tüm olasılık hesapları tüketilmiştir. Herkesin, her an olabileceğine inandığı bir savaşın olmasına gerek yoktu. Çünkü bir olay olma özelliğini yitirmişti. Irak olayında 11 Eylül’deki radikal olayın yol açtığı ve Kant’ın sözünü ettiği anlamda hayranlık uyandıran o coşku ve ürkütücülükten eser yoktur. Savaş adlı bu olmayan-olay, insanda bir kandırılmışlık duygusu ve mide bulantısından başka bir şeye yol açmamaktadır.
* Yalnızca haber niteliğinden arındırılmış olayların bizim de katkılarımızla düş gücümüzü inanılmaz bir şekilde harekete geçirdikleri söylenebilir. Yalnızca bu olayların gerçek olarak kabul edildikleri; çünkü onları doğrulayacak bir şey ya da birilerinin olmasına gerek olmadığı söylenebilir. Bu yüzden de düş gücümüz onlara karşı hiçbir şekilde direnmemektedir.
* Biz aşırı anlam bolluğuyla, kusursuz bir anlamsızlığın yol açtığı bir korku düzeni içinde yaşıyoruz. Olay arzusuyla olmayan-olay arzusu. Sıra dışı bir olaya tanık olmayı ne kadar yoğun bir şekilde arzuluyorsak; bizi yaşamdan soğutan ve tahammülü güç bir durum olan olaysız bir dünyada yaşamayı, düzenin bozulmaması ve hiçbir şeyin yerinden kımıldamamasını da o ölçüde arzuluyoruz. Bunlar, her biri diğerleri kadar güçlü iki içtepidir. O coşku ve dehşet karışımı atmosferle belli edilmemeye çalışılan heyecan ve pişmanlığın nedeni de zaten budur.
* Biz aşırı anlam bolluğuyla, kusursuz bir anlamsızlığın yol açtığı bir korku düzeni içinde yaşıyoruz. Olay arzusuyla olmayan-olay arzusu. Sıra dışı bir olaya tanık olmayı ne kadar yoğun bir şekilde arzuluyorsak; bizi yaşamdan soğutan ve tahammülü güç bir durum olan olaysız bir dünyada yaşamayı, düzenin bozulmaması ve hiçbir şeyin yerinden kımıldamamasını da o ölçüde arzuluyoruz. Bunlar, her biri diğerleri kadar güçlü iki içtepidir. O coşku ve dehşet karışımı atmosferle belli edilmemeye çalışılan heyecan ve pişmanlığın nedeni de zaten budur.
* Biz aynı zamanda hem izleyici kitlesi hem de iletim aracı, hem iletim hem de elektrik ağının ta kendisiyiz. Oyuncu ve seyirci ayrımının ortadan kalktığı bu evrende herkes aynı gerçekliğin, aynı sorumluluk çarkı ve yazgının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumdadır.
* Günümüz dünyası, karşılık verilemeyen tek yönlü bir sanal gelişmenin egemenliği altındadır. Bütün dünyayı denetleyebilen ve teknoloji aracılığıyla her yere ulaşabilen bu gelişmenin yanı sıra, bir tedbir alma zorbalığı ve kusursuz güvenlik tekniklerini bir kenara koyduğumuzda geriye öngörülemeyen olayın ortaya çıkma olasılığından başka bir şey kalmamaktadır. Mallarmé bir zamanlar, “günün birinde kusursuz bir zar atma tekniği geliştirip istediğiniz sayıları atabilirsiniz ancak rastlantıya bir son veremezsiniz” demişti. Bir başka deyişle programlamanın olaylara asla bir son veremeyeceği düşünülebilir. Elinden kaçmanın mümkün olmadığı bir olaydan kaçıp kurtulmamızı sağlayacak kusursuz bir teknik ve tedbir aşamasına asla ulaşılamayacaktır. Küresel düzenin ürkütücü monotonluğuna karşın, insanı ürkütecek cinsten olayların gerçekleşme şansı her zaman vardır.
Bu durumun en güzel metaforu, hiçbir şeyin olup bimeyeceğini kaydetmek, olmayan-olayın filmini çekmek amacıyla kamerasını 2001’in Eylül ayı boyunca Manhattan yarımadasının karşısına yerleştiren şu video sanatçısıdır. Hiçbir şeyin olup bitmeyeceğine inandığı bir sırada İkiz Kulelerle birlikte sıradanlığın da darma dağın oluşuna tanık olmuştur.
*****
Baudrillard ile Söyleşi
Soru: Çağımızın bireyi konusundaki yaklaşımınız nedir, bunu öğrenebilir miyim?
Baudrillard: İşte aslında bu, bambaşka bir konferansın konusu olabilecek bir husus! (gülüşmeler) Ben birey konusunda bir kavram geliştirmek durumunda değilim. Hatta birey bana ait bir kavram da değil. Nasıl desem, birey, aslında bir bakıma bir soyutlamanın sonucu olarak üretilmiştir. Bireyin de modernlikle beraber doğduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o da bir anlamda bir özgürleşmenin ürünüdür. Birey de o anlamda özgürlüğüyle, sorumluluğuyla ve buna benzer bir sürü nitelikle tanımlanabilir. Bunlar da aslında ideal olarak baktığımızda modernliğin idealleri. Yani birtakım rasyonel, akılcı değerler sisteminin ürünleri. Ama olaya başka türlü de bakabiliriz. Bunun tam tersi, bireyi, olayların parçalanmasının bir ürünü olarak da görebiliriz. Tıpkı bir atom gibi. Sadece bir partiküle dönüşmüş bir parçacıktır birey. Birey bütünlenmiş bir sistemin bir parçasıdır sadece. İletişim ağıdır egemen olan ve kendini özgür ve sorumlu zanneden birey aslında sadece ara bir elementtir, parçacıktır ve akışkanlığa göre, iletişim ağlarına göre çalışır. Aslında bu benim kavramım değil tabii ama bu hipotez geçerli gibi geliyor bana. Bireysel değerlere ve özgürleşmeye dair bütün övgüler şu an tartışma konusu. Bu da tabii bütünün parçalanmasının bir sonucu. Herkes kendini küçücük dünyası içinde bulabiliyor. Birey, küreselleşmenin küçük bir parçası. Eskiden bireyle kitle birbirine zıt gibi gösteriliyordu. Ve tabii bunu yaparken de bireyle kitlenin ayrışması ve bireyin kendine ait bir kimlik oluşturması söz konusu olabiliyordu. Ama bugün aslında bireyle kitle arasında bir fark kalmadı; çünkü bireyin kendi de kitleleşti. Bireyin bugün küreselleşmiş, evrenselleşmiş modellere uymaktan başka yaptığı bir şey yok. Tabii bir altın çağ yaşandı. Bireyin, bireyselliğin, kişiliğin, farklılığın çağı. Ama bugün bunun tamamen sorgulanması söz konusu, herkes aslında bireyi savunmaya çalışsa da bu böyle. Bireyin bugün her türlü teknik imkanları var, her türlü bilgiye sahip olabilir, sibernetik yoluyla. Bireyin kendisi bir dünya. Bütün dünyaya soru soruyor ve dünyadan cevap alıyor. Artık belli bir kimlikten söz edilemez. İnsanlar umutsuzca kimlik arayışı içinde ama bugün baktığımızda bu bir yanılsama. Belli bir evrensel dağılım içinde birtakım anlar yaşıyoruz. Eskiden bir özne vardı, bugün artık özne yok. Böyle diyebiliriz. Eskiden özne belki yabancılaşmış bir özneydi ama bir egemenliği vardı, bir özerkliği vardı. Oysa postmodern birey veya şu anki aktüel birey artık böyle bir egemenlik, bir özerklikle tanımlanamaz. O artık tamamen bir bilgi dolaşımının içinde hapsolmuş durumda. Kendisi de sürekli haber alıyor ama enforme olurken enformatize de oluyor aynı zamanda. Bu olumsuz bir yaklaşım değil ama durum değişti, bunu görmek lazım, bunun farkına varmak lazım. Bireyi kuran değerler sistemi, ki birey kavramı ezelden beri varolan bir kavram değil. Çok yakın zamanda modernlikle, aydınlanma çağıyla doğan bir kavram ve belki de Foucault’nun da dediği gibi yok olma sürecinde, türü tükenme sürecinde.
Soru: Sayın Baudrillard, bugün koşulsuz iyiliğin şansı var mı?
Soru: Sayın Baudrillard, bugün koşulsuz iyiliğin şansı var mı?
Baudrillard: Yani karşılıksız iyilik diyorsunuz, hoşgörü, hayırseverlik diyorsunuz, onun hala bir şansı var mı? Yani bilmiyorum onu söyleyecek olan ben değilim. Ama her halükarda iyi olmak istiyorsanız, yardımsever olmak istiyorsanız tabii ki yapabilirsiniz. Bence hiçbir sakıncısı yok bunun. (gülüşmeler) Bana bir zararı yok en azından. Ama hayır, o da kesin değil aslında. Çünkü bazen iyiliğin ve hayırseverliğin de çok iyi taraflarından çok daha vahim kötü, ters yönleri de olabilir. Benim çok iyi anlayamadığım koşulsuz iyilik dediğiniz şey aslında. Yani ya iyilik vardır ve karşılıksızdır zaten, koşulsuzdur. Onun için ayrıca “koşulsuz” diye bir sıfat koymaya belki gerek bile yoktur. Ama eğer şunu demek istiyorsanız, bu mevcut ekonomi düzenini, mübadele, alışveriş düzenini tersine çevirmek mümkün mü? Karşılıksız bir şeyin olmadığı, her şeyin bir fiyatı olduğu, her şeyin satıldığı bu düzenin dışına çıkmak mümkün mü? Bu sistemin içine aniden dalarak bunu kırmak ve bunu tek taraflı bir verme adına yapmak, karşılık almadan veren bir yaklaşım adına yapmak mümkün mü? Neden olmasın? İnanmak isterim ama hiç inanmıyorum, hiç inanmıyorum ne yazık ki. (gülüşmeler)
Soru: Siz Foucault’nun yaptığı iktidarın eleştirisini eleştirdiniz. İktidarın artık her yere yayılan son bir noktaya geldiğinizi söylediniz. Bütün bunlar bağlamında, sizin de bir yazınızda belirttiğiniz gibi, insanoğlunun, Jurassic Park’ın son sahnesindeki gibi fosilleriyle klonları arasına sıkışmış özneler haline gelmesi noktasında ne düşünüyorsunuz? Mesela bugünlerde oldukça gündemde olan Hakim Bey’in “Geçici Otonom Bölgeler” kavramıyla da belki somutlaşan, Seattle’da, Prag’da, Cenova’da da kendisini gösteren iktidara karşı mücadele noktasındaki eylemleri nasıl görüyorsunuz? Bu konuda birkaç şey söyleyebilir misiniz? (-bir grup soruyu alkışlıyor, Baudrillard gülümsüyor)
Baudrillard: Hiçbir şeyin gerçekliği kalmadığı gibi iktidarın da bu noktada bir ayrıcalığı yok. İktidarın da bir gerçeklik ilkesi kalmadı. İktidar var tabii. Nasıl var? İktidar, iktidarın göstergeleri arasından geçiyor. Yani bu kendini harekete geçirmenin yöntemlerinden biri ama aynı zamanda kendini yok etmenin de yöntemlerinden biri. Çünkü artık iktidar sadece göstergelerinden ibaret. Gösterge, bir gerçeklikten farklıdır. Gösterge, o anlamda bir intikam almaktadır. Çünkü iktidarın kendisi de bir simülasyona dönüştüğü zaman göstergelere boyun eğer. Yani aslında birden artık iktidar kalmadı diyerek yok olmuyor iktidar; ezen yok, ezilen yok gibi bir durum değil bu. Ama iktidar artık bir simülasyon alanına girmektedir. Burada herkes suç ortağıdır. İktidarın bir göstergeler oyunu içinde erimesi söz konusu. Biz de tabii iktidarın göstergeleriyle oyun oynuyoruz. Kitleler de bununla oynuyorlar. Kitleler de seçim sistemiyle oynuyorlar, yasalarla oynuyorlar. Kendisinin de bir göstergeler oyununa dönüştüğünün bilincindedir iktidar ve o da ikinci düzeyde bir simülasyon yapar. Yani bütün bu göstergeleri veriyormuş gibi yapar ve herkesi bu oyunun içine dahil etmeye çalışır. Gerçek bu anlamda kitleleri o kadar yozlaştırıyor ki, onlar da bu oyunu oynamayı kabul ediyorlar. Ama bu aslında siyasi anlamda, geleneksel anlamda iktidar uygulamaktan farklı bir şey. İsterseniz, o eski egemenlik ve temsil meselesine dönelim ama artık böyle egemen bir gerçeklikle karşı karşıya değiliz. Bugün halk ya da bireylerin, egemenliklerinin bir kısmını onların adına bunu uygulayacak olan bir güce temsili olarak devredeceklerine dair bütün göstergeler, bunun tüm mizanseni var hala. Ama bir anlamda bu sürecin inandırıcılığa sona erdi. Ben, Foucault’nun yapmış olduğu analize karşı çıkmış değilim, yanlıştır demedim. Onun iktidarın yayıldığına, bedenler arasında biyo-iktidara dair yorumları, bunlar çok doğruydu tabii. Ama bunlar hala aslında gerçek bir iktidarın parçalanması, yani hala reel anlamda uygulanan bir iktidarın parçalanmasına denk düşüyordu. Yani bir anlamda iktidarın politika ötesini aşması söz konusuydu. Benim tek yaptığım şey ise şu oldu: “Aman dikkat edelim bu konuya; çünkü, her şey iktidar da dahil olmak üzere, sadece iktidar da değil sanat, ekonomi vs. her şey aslında bir başka, nasıl desek, bir başka filtreden geçiyor, başka simülasyon modelleri harekete geçiyor ve artık hiçbir şeyi birebir almamız söz konusu değil.” Eh buradan yola çıkarak bir bakıma sanki her şey, bilgi, enformasyon, sürekli bir devinim içinde görünüyor. Kamuoyu araştırmalarıyla kamuoyunun yoklanması mesela, ki aslında kamuoyu da sanal bir şey. Her şey sanal olarak düzenleniyor ama sonunda oluyor. Mesela Avrupa’da bugün böyle bir durum var. Her şey bir şekilde birtakım müzakerelerle, sanal toplantılar düzenlenmesiyle gerçekleştiriliyor. Sonra ne oluyor? Bir tür gerçekliğe mi geçiliyor? Hayır bu bir sanallık. Sanallık zaten işleyen bir şey. Ama artık bu eski anlamıyla bir güç, bir iktidar değil. Benim bütün söylemeye çalıştığım şey şuydu. İktidar kavramını göreceleştirelim diyordum ben. Yani bir yerde mutlak tehlike iktidarın kendisi; çünkü iktidar kendi kendisini yiyor. Yani kendi göstergelerini yutuyor ve bir anlamda kendisini sadece bir boşluk içinde uygulayabiliyor. Ha tabii bu karamsar bir tablo değil. Burada bir tür iyimserlik de var. İktidarın kendi kendini yok eden, kendi kendini giderek kitleyen ve gittikçe inandırıcılığını kaybeden bir mekanizma olduğunu söylemek iyimser bir şey. Bunun bugün dünya çapında olağanüstü göstergelerini görüyoruz dünya gücü düzeyinde. Dünya gücü, hala bir güç mü, bir iktidar mı acaba? Tabii ki askeri, ekonomik anlamda bir güç. Ama iktidar figürü artık kökten bir şekilde başka bir sembolik güç tarafından yenilgiye uğratılıyor. O da iktidar değil, ne Foucault’nun anlamında ne de geleneksel anlamında. Bu bir meydan okuma ve bu meydan okuma aslında iktidarın içinden yola çıkıyor. Asıl ilginç olan da bu. Yani iktidarın baskısını kitlesel yöntemlerle şu veya bu şekilde uygulaması, bunlar doğru, doğruydu da bir zamanlar ama bunların ötesinde bir başka boyut üstünlük sağlıyor. Bu da iktidarın kendi içinde tersine dönmesi ve kendi mantığıyla tersine dönmesi söz konusu. Bence en ilginç olan mesele budur.
Soru: Siz Foucault’nun yaptığı iktidarın eleştirisini eleştirdiniz. İktidarın artık her yere yayılan son bir noktaya geldiğinizi söylediniz. Bütün bunlar bağlamında, sizin de bir yazınızda belirttiğiniz gibi, insanoğlunun, Jurassic Park’ın son sahnesindeki gibi fosilleriyle klonları arasına sıkışmış özneler haline gelmesi noktasında ne düşünüyorsunuz? Mesela bugünlerde oldukça gündemde olan Hakim Bey’in “Geçici Otonom Bölgeler” kavramıyla da belki somutlaşan, Seattle’da, Prag’da, Cenova’da da kendisini gösteren iktidara karşı mücadele noktasındaki eylemleri nasıl görüyorsunuz? Bu konuda birkaç şey söyleyebilir misiniz? (-bir grup soruyu alkışlıyor, Baudrillard gülümsüyor)
Baudrillard: Hiçbir şeyin gerçekliği kalmadığı gibi iktidarın da bu noktada bir ayrıcalığı yok. İktidarın da bir gerçeklik ilkesi kalmadı. İktidar var tabii. Nasıl var? İktidar, iktidarın göstergeleri arasından geçiyor. Yani bu kendini harekete geçirmenin yöntemlerinden biri ama aynı zamanda kendini yok etmenin de yöntemlerinden biri. Çünkü artık iktidar sadece göstergelerinden ibaret. Gösterge, bir gerçeklikten farklıdır. Gösterge, o anlamda bir intikam almaktadır. Çünkü iktidarın kendisi de bir simülasyona dönüştüğü zaman göstergelere boyun eğer. Yani aslında birden artık iktidar kalmadı diyerek yok olmuyor iktidar; ezen yok, ezilen yok gibi bir durum değil bu. Ama iktidar artık bir simülasyon alanına girmektedir. Burada herkes suç ortağıdır. İktidarın bir göstergeler oyunu içinde erimesi söz konusu. Biz de tabii iktidarın göstergeleriyle oyun oynuyoruz. Kitleler de bununla oynuyorlar. Kitleler de seçim sistemiyle oynuyorlar, yasalarla oynuyorlar. Kendisinin de bir göstergeler oyununa dönüştüğünün bilincindedir iktidar ve o da ikinci düzeyde bir simülasyon yapar. Yani bütün bu göstergeleri veriyormuş gibi yapar ve herkesi bu oyunun içine dahil etmeye çalışır. Gerçek bu anlamda kitleleri o kadar yozlaştırıyor ki, onlar da bu oyunu oynamayı kabul ediyorlar. Ama bu aslında siyasi anlamda, geleneksel anlamda iktidar uygulamaktan farklı bir şey. İsterseniz, o eski egemenlik ve temsil meselesine dönelim ama artık böyle egemen bir gerçeklikle karşı karşıya değiliz. Bugün halk ya da bireylerin, egemenliklerinin bir kısmını onların adına bunu uygulayacak olan bir güce temsili olarak devredeceklerine dair bütün göstergeler, bunun tüm mizanseni var hala. Ama bir anlamda bu sürecin inandırıcılığa sona erdi. Ben, Foucault’nun yapmış olduğu analize karşı çıkmış değilim, yanlıştır demedim. Onun iktidarın yayıldığına, bedenler arasında biyo-iktidara dair yorumları, bunlar çok doğruydu tabii. Ama bunlar hala aslında gerçek bir iktidarın parçalanması, yani hala reel anlamda uygulanan bir iktidarın parçalanmasına denk düşüyordu. Yani bir anlamda iktidarın politika ötesini aşması söz konusuydu. Benim tek yaptığım şey ise şu oldu: “Aman dikkat edelim bu konuya; çünkü, her şey iktidar da dahil olmak üzere, sadece iktidar da değil sanat, ekonomi vs. her şey aslında bir başka, nasıl desek, bir başka filtreden geçiyor, başka simülasyon modelleri harekete geçiyor ve artık hiçbir şeyi birebir almamız söz konusu değil.” Eh buradan yola çıkarak bir bakıma sanki her şey, bilgi, enformasyon, sürekli bir devinim içinde görünüyor. Kamuoyu araştırmalarıyla kamuoyunun yoklanması mesela, ki aslında kamuoyu da sanal bir şey. Her şey sanal olarak düzenleniyor ama sonunda oluyor. Mesela Avrupa’da bugün böyle bir durum var. Her şey bir şekilde birtakım müzakerelerle, sanal toplantılar düzenlenmesiyle gerçekleştiriliyor. Sonra ne oluyor? Bir tür gerçekliğe mi geçiliyor? Hayır bu bir sanallık. Sanallık zaten işleyen bir şey. Ama artık bu eski anlamıyla bir güç, bir iktidar değil. Benim bütün söylemeye çalıştığım şey şuydu. İktidar kavramını göreceleştirelim diyordum ben. Yani bir yerde mutlak tehlike iktidarın kendisi; çünkü iktidar kendi kendisini yiyor. Yani kendi göstergelerini yutuyor ve bir anlamda kendisini sadece bir boşluk içinde uygulayabiliyor. Ha tabii bu karamsar bir tablo değil. Burada bir tür iyimserlik de var. İktidarın kendi kendini yok eden, kendi kendini giderek kitleyen ve gittikçe inandırıcılığını kaybeden bir mekanizma olduğunu söylemek iyimser bir şey. Bunun bugün dünya çapında olağanüstü göstergelerini görüyoruz dünya gücü düzeyinde. Dünya gücü, hala bir güç mü, bir iktidar mı acaba? Tabii ki askeri, ekonomik anlamda bir güç. Ama iktidar figürü artık kökten bir şekilde başka bir sembolik güç tarafından yenilgiye uğratılıyor. O da iktidar değil, ne Foucault’nun anlamında ne de geleneksel anlamında. Bu bir meydan okuma ve bu meydan okuma aslında iktidarın içinden yola çıkıyor. Asıl ilginç olan da bu. Yani iktidarın baskısını kitlesel yöntemlerle şu veya bu şekilde uygulaması, bunlar doğru, doğruydu da bir zamanlar ama bunların ötesinde bir başka boyut üstünlük sağlıyor. Bu da iktidarın kendi içinde tersine dönmesi ve kendi mantığıyla tersine dönmesi söz konusu. Bence en ilginç olan mesele budur.
Soru: Acaba ölüm korkusunun insanın içinde temel bir dürtü olarak bir yeri var mı? Yani ölüm demek istiyorum, kötücül bir korku olarak yeri var mı?
Baudrillard: Vallahi eğer anlayabildiysem… (gülüşmeler) Eğer benim söylediğim anlamda kötülüğün aniden ortaya çıkması yani bir anlamda aşırı uçların çarpışması ve iyilik ve kötülük arasında bir denge oluşmasını kast ediyorsanız, işte bu kötülük. İyilik düzeni her şeyin bir nedeni olduğu, bir amacı olduğu bir sonu olduğu bir düzen. Ha kötülük düzeni ne? Kötülük düzeni artık hiçbir şeyin anlamının kalmadığı veya aşırı anlam bolluğu olduğu bir dönem. Yani ben burada bir ölüm arzusu, bir ölüm korkusu göremiyorum. Ölüm kötülük ilkesinin bir parçası muhakkak ki, ama sanırım burada bunları psikolojileştirmemek, öznelleştirmemek lazım. Ölüm bir tür korku, evet bir tür dehşet var burada ama bu psikolojik duygulanımdan farklı bir şey. Sonuç olarak burada ölüm dürtüsünden söz etmek hoşuma gitmiyor; çünkü çok fazla kolaya kaçmak bu. Çünkü ölüm dürtüsü çok negatif bir şey. Bu insan sapkındır demek gibi bir şey. O zaman insan sapkınsa en kötüyü istiyor, bir felaket olduğu için seviniyor vs. Hayır ben insan doğasından bahsetmiyorum. Tam tersi bir tür canlılıktan bahsediyorum. Nihai düzende her şey yıkılabilir ve bu anlamda bu kötülüğün gücü ve canlılığı ve bu pozitif bir şey her halükarda. Çok hayati bir şey. Eğer belli bir anda güçlü ve şiddetli bir dürtü olmasaydı, her şeyi sorgulama dürtüsü, yani her şeyin çok yerli yerine oturmuş olduğu, amacı çok fazla belli bütün bu fazla enformatize olmuş, fazla programlanmış kültürümüzü sarsmak sorgulamak arzusu olmasa kitlenirdik. Bunun için gelip bu programı yenilgiye uğratan her şey bence çok hayati. Ve bu ölüm dürtüsü değil katiyyen. Ha bu zaman zaman şiddetli olaylarla da kendini gösterebilir ve ama ille de şiddetten geçecek diye bir şey de yok. Bu aslında çok temelde, “hiçbir şeyin nihai olmaması” arzusu. Yani bize hiç vazgeçilemez, kaderle ilgili ve yazgısal ama kötü anlamıyla yazgısal gelen bu düzenin sarsılmasını istemek çok önemli. İşin içine bu anlamda ölüm de girebilir tabii. Ama niyet kurulu düzeni yıkmaktır ve bu ölüm dürtüsünün ürünü değildir. Bu bir meydan okumadır ve o zaman artık, sembolik bir silahtır ve negatif olmaktan çıkar ve hayati stratejiye dönüşür.
Soru- Balca Arda: İstanbul’da HSBC’deki terörist saldırılardan sonra bir iş adamı Cem Boyner, dedi ki, “gelecek sefere böyle bir şey olursa ekonomi iki gün içinde değil de bu sefer iki saat içinde eski haline dönecek”. Yani endişelenecek herhangi bir şeyin olmadığını söylüyor. Bu da şuna neden oluyor: Gelecek sefere terörizmin daha fazla vahşet uygulaması lazım ki, böylece sistemin bu duyarsızlığına karşı etkili olabilsin ve dikkat çekebilsin. Böylece şiddet her geçen sefer biraz daha artıyor. Bu durumda sizce enformasyon bombardımanı ile teröristlerin bombardımanı arasındaki bu savaş, bu yarış nasıl bir sonuca erecektir, nereye varacaktır?
Baudrillard: Burada benden siyasi bir stratejik analiz yapmamı istiyorsunuz ama ben öyle bir şey yapamam. Çünkü bir anlamda bu tür süreçleri öngörmek, ki bunlar tesadüfe dayalı ve öngörülemeyen süreçler, bunların içinden bir takım lineer sonuçlar çıkarıp bunların nasıl sonuçlanacağını öngörmeniz mümkün değil. Bu çatışmada gördük ki, bütün dünya düzeni de Bush ve saire bu terörizmin ortaya çıkışını kullandılar. Ve bunu kendi güvenlik sistemlerini daha güçlü kılmak için sömürdüler. Dolayısıyla terörizme baktığımızda, dünya gücünün bir aracına dönüştü. Yani terörizm kendi iradesinin ve hedefinin tam tersine hizmet etmiş oldu ve dünya gücünün güçlenmesine yaradı. Ama sorun aslında tam da bu değil. Dediğim gibi bu dünya gücü terörizmden faydalanarak bir takım ek kârlar etti, askeri olarak olsun, ekonomik olarak olsun kendi gücünü geliştirdi ama aslında terörizmin kendisini de içselleştirdi bu esnada. Olay bu. Mesele terörizmin gösterişli kısmı değil, yani doğrudan eylemi, siyasi olarak ekonomik olarak, stratejik olarak etkisi değil. Bu sıfır, bu hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu gerçek nesnel kapitalin, sermayenin, dünya gücünün, işte adını ne koyarsanız, gerçek gücüne hiçbir zarar vermiyor. Bu anlamda terörizm akıldışı, hiçbir anlam ifade etmiyor elbette. Ha terörizm ne zaman çok tehditkar oluyor. O da bu terörist etkiye tepki olarak sistemin tümü teröristleştiği zaman ve bu güvenlikle bunu içselleştirdiği zaman tehlikeli oluyor. Sistem çok daha fazla kârlar etmeye devam edecektir muhakkak ama bütün bu kâr sisteminin, bütün bu sermaye dolaşımının kendisi, içsel olarak inandırıcılığını yitirmeye başladığı zaman, kendi kendini tüketmeye başladığı zaman, kendi güvenliğini sağlamada tükenmeye başladığı zaman ve terörü ilaç niyetine dağıtmaya başladığı zaman, her yerde güvenlik adına ortaya çıktığında terörizm kazanmıştır demeyeceğim ama gerçek anlamda terörist etki budur işte. Ve bu ölçüde baktığımızda Bush da kazandığını iddia edebilir ama o aynı zamanda terörizm virüsünü emmiş oldu, içselleştirmiş oldu. Bu virüs viral şekilde yayılıyor şimdi. Böyle baktığımız zaman karşılıklı bir bilanço yapmak mümkün değil, işte kim kazandı, kim kaybetti, sermaye mi kazandı, terörizm mi kazandı, bunu yapmak mümkün değil. Sermaye kazandı sonuçta ve her halükarda da kazanacaktır. Ama eş zamanlı olarak da kaybedecektir; çünkü bir anlamda, terörizme yatırım yapmakta ve görünmeyen ele avuca sığmayan bir düşmanı içselleştirmektedir. Ha teröristleri gerçeklikte yok edebilir, eline geçerirse tabii ki yok edecektir ama burada bunlar görünen kişiler değil. Bin Ladin olsun, Saddam olsun bunlar bir şey değil. Burada ele avuca sığmayan, görülemeyen bir düşman söz konusu. Ve bu dünya gücünün kendi içinde var. Ne kadar küreselleşiyorsa bu dünya gücü o kadar da mutlak bir kırılganlık yaratıyor. Yani bütün sistemler için bu böyledir. Enformasyon ne kadar gelişip ne kadar aşırılaşırsa o kadar az gerçek bilgi var demektir içinde. Bu mantığı akılda tutmak lazım. Burada bir rasyonel, lineer mantık yok. Buradan yola çıkarak bütünsel bir kâr zarar hesabı yapmayı sağlayan bir mantık yok, hayır. Birtakım kötücül eğilimler var, zaten kötülük ilkesi de bu. Yani bir güç ne kadar mutlak güce yaklaştıysa o kadar kırılgan hale geliyor ve o kadar da kendi düşmanına dönüşüyor. İşte bence daha ilginç olan husus bu. O anlamda size cevap verebilecek durumda değilim. Ha siyasi anlamda bir cevap verebilirim. “Yahu sonuç olarak terörizm de aslında sermayenin hizmetindedir” diyebilirim. Anlık siyaset olarak bunu söylemek mümkün. Ama bence bu olayın sözünü ettiğim diğer boyutunu unutmak olur. Ve sonuçta bir iç sarsıntı yaşanıyor burada ve bilemiyorum yani; çünkü işte bütün bunlar bana bazı şeyleri gizliyormuşuz gibi geliyor, belli bir anda ahlaki bir değer yargısını da gizlemiş oluyoruz: “Her türlü şiddetten vazgeçmek gerek, her türlü olumsuzluktan vazgeçmek gerek; çünkü sonuç olarak her halükarda sermayenin ya da egemen gücün hizmetine girmiş oluyoruz.” Bunu dediğimiz zaman yapacak hiçbir şey kalmıyor ve az önce bahsettiğim olmayan-olay’a düşmüş oluyoruz. Bir şekilde peşinen boyun eğmiş oluyoruz. “Yapacak bir şey yok” demiş oluyoruz. “Gerçek bir karşılıklılık yok” demiş oluyoruz. Ha bu bazı şeyler için geçerli. Anti-küreselleşme konusunda sorulan soruya geri dönecek olursak, evet bunlar peşinen içselleştirilmiş itkiler. Yani burada bir tür, tabii ölçülü konuşmak lazım ama, bir tür nesnel suç ortaklığı var. Küreselleşme karşıtları bir türlü yansıma oyunu oynuyorlar ve bu giderek artacaktır. Gerçek anlamda yazgısal bir hedef yok bu olayın içinde. Yani bir tür karşılıklı denge ve top atma söz konusu. Ve bu da tabii birbirinin işine geliyor. Ama ben bir siyasi irade konusunda bir yargı beyan ediyor, niyetleri yargılıyor değilim burada. Ben burada şunu görmeye çalışıyorum. Bu ful otomatik sistemin her şeyi kendi çıkarına dönüştürürken bu sistemin kendi kendini içselleştirmesinin dışına çıkabiliyor mu? Bence küresellik karşıtlığı çok dışına çıkamıyormuş gibi geliyor ama herkes istediğini düşünür tabii.
Soru- Gediz Akdeniz: Sayın Profesör. Sizin simülasyon kuramınızla fizikçilerin yaptığı simülasyon kuramı arasında bir benzerlik var. Ben buna bir de karmaşıklığı eklemek istiyorum. Burada simülasyon kendi kendine oluşuyor ve öngörülemez olaylar oluşuyor. Şimdi Irak savaşına karmaşıklık paradigmasıyla yaklaşırsak ben bu savaşı, iktidarların yani batı uygarlığının orada karmaşıklık sonucu ortaya çıkacak ve onlara alternatif olabilecek bir yeni uygarlığı şimdiden önlemesi teşebbüsü olarak görüyorum. Çünkü oradaki oluşum altyapısı olan, geniş bir kültürü olan, tarih öncesine dayanan ama modernitenin tesiri altına girmemiş bir yapı. Ben Irak müdahalesini, orada oluşabilecek böyle alternatif bir düzeni önceden önleme girişimi olarak yorumluyorum. Bu yoruma ne dersiniz?
Baudrillard: Bilimsel anlamda simülasyondan söz ettiniz. Benim yaptığım çözümleme bilimsel paradigmalara dayanmıyor. Yine de sosyal, ekonomik birçok şeye dayanıyor. Ama bilimsel bir metafor burada çok önemli. En ileri bilimler dahi bu simülasyon kavramına ulaştılar. Bu konuda çalışmalar yapılıyor bildiğim kadarıyla. Bilimin ta sınırlarında bir yerlerde ise insan paradigmasının karmaşıklığı, politik, ekonomik, medyatik ilişkiler, bilimsel paradigmaya tekabül etmiyor tabii ki. Biz de sürekli olarak bu karar verilemeyen ile karşılaşıyoruz. Simülasyon modeller üretiyor tabii. Irak’taki savaş için bu böyle, başka şeyler için de geçerli. Artık nesnel göndereni yok gerçekliğe. Bir çeşit hipergerçeklik oluşturuluyor. Sorunun diğer bölümü çok karmaşık. Simülasyon bir sahtecilik bir yalan anlamında değil. Peki ne, bu sentez etkisine direnebilir? Evet, belki her kültür bu soruyu kendi kendine sorabilir. Bizim batılı kültürümüzde bir hegemonya olmasa bile bir model hakimiyeti var. Belki başka kültürlerde bu olayların vuku bulmasında bir modelin önceliği mevcut değil, bu da o kültürün canlı bir özelliği. Tabii herkes buna direnip direnemeyeceğini kendisi bilecek. Ama tabii ki simülasyon sanal olarak bugün artık kültürlerin tümüne uygulanabilir. Çünkü bu kültürlerin hemen hemen hepsi sömürgecilikle veya sömürgecilik olmaksızın bir bilgisayar sistemine bağlandı ve hiç kimse enformasyon ve iletişim konusundaki birtakım teknik sorunlar dışında bundan kaçamıyor. Acaba kültürler içinde bireyler bir egemenlik, bir özerklik sürdürebilirler mi? Böyle olabileceğini umut ediyoruz ama şunu söylemek gerekir ki bunu ölçebilmek çok zor. Bugün birtakım otantik kültürler için, yerli kültürleri için bile göstergeler oldukça çelişkili olmaktadır; çünkü bu simülasyon kümesine onlar da katılıyorlar. Benim gerçekten şahsi bir cevabım yok bu konuda.
Baudrillard: Bilimsel anlamda simülasyondan söz ettiniz. Benim yaptığım çözümleme bilimsel paradigmalara dayanmıyor. Yine de sosyal, ekonomik birçok şeye dayanıyor. Ama bilimsel bir metafor burada çok önemli. En ileri bilimler dahi bu simülasyon kavramına ulaştılar. Bu konuda çalışmalar yapılıyor bildiğim kadarıyla. Bilimin ta sınırlarında bir yerlerde ise insan paradigmasının karmaşıklığı, politik, ekonomik, medyatik ilişkiler, bilimsel paradigmaya tekabül etmiyor tabii ki. Biz de sürekli olarak bu karar verilemeyen ile karşılaşıyoruz. Simülasyon modeller üretiyor tabii. Irak’taki savaş için bu böyle, başka şeyler için de geçerli. Artık nesnel göndereni yok gerçekliğe. Bir çeşit hipergerçeklik oluşturuluyor. Sorunun diğer bölümü çok karmaşık. Simülasyon bir sahtecilik bir yalan anlamında değil. Peki ne, bu sentez etkisine direnebilir? Evet, belki her kültür bu soruyu kendi kendine sorabilir. Bizim batılı kültürümüzde bir hegemonya olmasa bile bir model hakimiyeti var. Belki başka kültürlerde bu olayların vuku bulmasında bir modelin önceliği mevcut değil, bu da o kültürün canlı bir özelliği. Tabii herkes buna direnip direnemeyeceğini kendisi bilecek. Ama tabii ki simülasyon sanal olarak bugün artık kültürlerin tümüne uygulanabilir. Çünkü bu kültürlerin hemen hemen hepsi sömürgecilikle veya sömürgecilik olmaksızın bir bilgisayar sistemine bağlandı ve hiç kimse enformasyon ve iletişim konusundaki birtakım teknik sorunlar dışında bundan kaçamıyor. Acaba kültürler içinde bireyler bir egemenlik, bir özerklik sürdürebilirler mi? Böyle olabileceğini umut ediyoruz ama şunu söylemek gerekir ki bunu ölçebilmek çok zor. Bugün birtakım otantik kültürler için, yerli kültürleri için bile göstergeler oldukça çelişkili olmaktadır; çünkü bu simülasyon kümesine onlar da katılıyorlar. Benim gerçekten şahsi bir cevabım yok bu konuda.
Soru: (Yan salondan gelen sorular okunuyor.) İlk soru yandaki salondakilerin düşünceleri ile ilgili. Eş zamanlı olarak sizi dinleyen yan salondaki kalabalık kitleyi, tarih ötesi şu zamanlarda oturtabileceğiniz bir yer var mı? (gülüşmeler)
Baudrillard: Bu bir soru mu? Yandaki kitle mi? Yan tarafta kimin olduğunu bilmiyorum. Paralel evrenlerde yaşayanlar herhalde. (gülüşmeler)
Baudrillard: Bu bir soru mu? Yandaki kitle mi? Yan tarafta kimin olduğunu bilmiyorum. Paralel evrenlerde yaşayanlar herhalde. (gülüşmeler)
Soru: İkinci soru Matrix’le ilgili. Matrix filminde mimar rolünü neden kabul etmemiş Baudrillard?
Baudrillard: Abartmayalım (gülüşmeler) Bana Matrix’te oynamam veya böyle bir rol teklif edilmedi. Gerçekten bu bir oyun veya simülasyon. Beni Wachoswkiler’in üçüncü kardeşi zannediyorlar öyle algılamayın beni. (gülüşmeler)
Soru: Üçüncü soru, gerek bu sınırsız dünya gücüne gerekse terörizme karşı bir çare düşünüp düşünmediğiniz üzerine.
Baudrillard: Bilmiyorum, salonun öteki tarafında salonda olanlar hakkında bir fikirleri var mı? (gülüşmeler) Çünkü ben hiçbir zaman bir çözümden bir çareden söz etmedim ve çare fikrini her zaman uzaklaştırdım. Dolayısıyla burada da bir cevap veremeyeceğim.
Soru: Son soru, İslam dünyası ile ilgili. Küresel kuşatma karşısında islam dünyasının geleceği, İslam dünyasının küresel güçle uzlaşması, İsrail-Filistin çatışması ve benzeri temalar etrafında. Bu konuda da epeyce sorular var.
Baudrillard: Siz bana Filistin-İsrail meselesi ile ilgili soruyorsunuz. Burada dünya gücü İsrail. Bu çok açık seçik. İnsanların bunun bilincinde olması gerekiyor. Ama bu tabii ki sorunu çözümlemiyor. Çünkü bunların arasında bu mantık üzerine kurulmuş bir dünya var. Bu çatışma dünyada olan bitenin özeti gibi, bir küçük alanda oynananı gibi. Bunu ABD ve karşısında Irak veya İslam dünyası var diye tanımlamak anlamdan yoksun. Ama radikal anlamda bir zıtlık var. Bunun bilincinde olmak lazım. Açık seçik belirgin bir politik tavır olmayabilir. Ama bir çatışma fikrini yitirmemek gerekir. Ben bütün bunların diyalektik sentezini veya politik çözümünü şimdilik göremiyorum ama belki de her ne kadar teselli edici olmasa da böyle bir durumun çözümsüz halini kaydetmek gerekiyor. Birtakım barış tasarıları var. Ama bütün bunlar nesnel açıdan çözümsüz. Tek söyleyebileceğim bu. Bir taraf tutman gerekiyor olsa hangi tarafı tutacağımı biliyorum ama bu, bu konferansın konusu değil.
Baudrillard: Bilmiyorum, salonun öteki tarafında salonda olanlar hakkında bir fikirleri var mı? (gülüşmeler) Çünkü ben hiçbir zaman bir çözümden bir çareden söz etmedim ve çare fikrini her zaman uzaklaştırdım. Dolayısıyla burada da bir cevap veremeyeceğim.
Soru: Son soru, İslam dünyası ile ilgili. Küresel kuşatma karşısında islam dünyasının geleceği, İslam dünyasının küresel güçle uzlaşması, İsrail-Filistin çatışması ve benzeri temalar etrafında. Bu konuda da epeyce sorular var.
Baudrillard: Siz bana Filistin-İsrail meselesi ile ilgili soruyorsunuz. Burada dünya gücü İsrail. Bu çok açık seçik. İnsanların bunun bilincinde olması gerekiyor. Ama bu tabii ki sorunu çözümlemiyor. Çünkü bunların arasında bu mantık üzerine kurulmuş bir dünya var. Bu çatışma dünyada olan bitenin özeti gibi, bir küçük alanda oynananı gibi. Bunu ABD ve karşısında Irak veya İslam dünyası var diye tanımlamak anlamdan yoksun. Ama radikal anlamda bir zıtlık var. Bunun bilincinde olmak lazım. Açık seçik belirgin bir politik tavır olmayabilir. Ama bir çatışma fikrini yitirmemek gerekir. Ben bütün bunların diyalektik sentezini veya politik çözümünü şimdilik göremiyorum ama belki de her ne kadar teselli edici olmasa da böyle bir durumun çözümsüz halini kaydetmek gerekiyor. Birtakım barış tasarıları var. Ama bütün bunlar nesnel açıdan çözümsüz. Tek söyleyebileceğim bu. Bir taraf tutman gerekiyor olsa hangi tarafı tutacağımı biliyorum ama bu, bu konferansın konusu değil.
Jean Baudrillard
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder