1 Eylül 2011 Perşembe

Edebiyat ve Yaşam

Yazmak, yaşanmış malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir elbette. Edebiyat, Gombrowicz’in söylediği ve yaptığı gibi, daha ziyade biçimsizden ya da tamamlanmamışlık-tan yanadır. Yazmak, asla tamamlanmayan, her zaman meydana gelmekte olan ve her yaşanılabilir ya da yaşanmış malzemeyi aşan bir oluş meselesidir. Bir süreçtir, diğer bir deyişle, yaşanabilir ile yaşanmışı boydan boya kateden bir Yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz: Yazarken, kadın-olunur, hayvan ya da bitki-olunur, algılanmaz-olana dek molekül-olunur. Bu oluşlar, Le Clézio’nun bir romanındaki gibi, özel bir zincire göre birbirlerine bağlanırlar ya da Lovecraft’ın güçlü yapıtındaki gibi, bütün evreni oluşturan kapılar, eşikler ya da bölgelere uygun olarak, her düzeyde bir arada varolurlar. Oluş aksi yönde gitmez, ve kadın, hayvan ya da molekül kendi biçimselleşmelerinden kurtulan bir kaçış bileşenine her zaman sahip oldukları halde, erkeğin kendini bütün cisimlere uyacak şekilde baskın bir ifade biçimi olarak ortaya koyduğu ölçüde Erkek olunmaz. Bir erkek olmanın utancından daha iyi bir yazma sebebi olabilir mi? Oluş halinde olan bir kadın da olsa, kadın-olmak durumundadır ve bu oluşun, kendini kadın olarak sahipleneceği bir durumla ilgisi yoktur. Olmak bir biçime ulaşmak değildir (özdeşleşme, taklit, Mimesis), olmak, bir kadından, bir hayvandan veya bir molekülden ayrışamayacağımız şekilde, yakınlık, ayırt edilemezlik ya da farklılaşma bölgesini bulmaktır: Ne genel ne de belirsiz, öngörülmemiş, önceden varolmayan, bir topluluk içinde tekilleştiği ölçüde daha az kalıba dökülmüş bir halde. Herhangi bir şeyle bir yakınlık derecesi kurulabilir, yeter ki André Dhotel’in yıldız çiçeğiyle yaptığı gibi, bunun edebi yolları yaratılsın. Cinsiyetler, türler ve alemler arasında bir şey olup biter.1 Oluş her zaman ‘’arasında’’ ya da ‘’içinde’’dir: Kadınlar arasında kadın veya hayvanlar içinde hayvan. Ama belgisiz tanımlık, gücünü ancak, oldurduğu terim, le, la dedirten (‘’işte bu hayvan’’…) biçimsel karakterlerden bizzat vazgeçtiğinde gösterir. Le Clézio Kızılderili-olduğunda, bu hep tamamlanmamış bir Kızılderilidir, ‘’ne mısır yetiştirmesini ne de kayık yapmasını’’bilir: Biçimsel karakterler edinmekten çok bir yakınlık bölgesine girer.2 Bu tıpkı, Kafka’daki yüzmeyi bilmeyen yüzme şampiyonu gibidir. Her yazı bir atletizm içerir, ama edebiyatı sporla uzlaştırmaktan ya da yazıyı bir olimpiyat oyunu haline getirmekten uzak olan bu atletizm, kendini organik kaçış ve kopuşta gösterir: Yatan bir sportmen, diyordu Michaux. Hayvanın ölmesi ölçüsünde daha fazla hayvan olunur; ve tinselci bir önyargının aksine, ölmeyi bilen ve bu hisse veya önseziye sahip olan hayvandır. Edebiyat, Lawrence’a göre, kirpinin ölümüyle ya da Kafka’ya göre, köstebeğin ölümüyle başlar: ‘’Sevecenlik dolu bir merhamet jestiyle uzatılmış zavallı, küçük, kırmızı patilerimiz.’’ Ölen danalar için yazıyoruz, diyordu Moritz.3 Dil, dişil, hayvansı, moleküler büklümlere erişmeyi görev edinmelidir ve her büklüm ölümcül bir oluştur. Ne şeylerin ne de dilin içinde düz çizgi vardır. Sözdizim, şeylerin içindeki yaşamı açığa vurmak için her defasında yaratılan kaçınılmaz büklümler bütünüdür.   

Yazmak, anılarını, yolculuklarını, aşklarını ve yaslarını, düşlerini ve fantasmalarını anlatmak değildir. Gerçeğin aşırılığından ya da hayal gücünün aşırılığından yanılgıya düşmek aynı şeydir: Her iki durumda da, yani gerçek dahilinde dışa yansıtılan ya da imgesel dahilinde içe atılan ebedi anne-baba, Odipusçu yapıdır. Edebiyatın bu çocuksu anlayışı içinde, rüyanın ortasında olduğu gibi, yolculuğun sonunda da aranacak olan babadır. Kişi anne-babası için yazar. Marthe Robert, romancıya Piçten ya da Bulunmuş Çocuktan başka seçenek bırakmayarak, edebiyatın bu çocuksulaştırılmasını, bu psikanalizleştirilmesini sonuna kadar götürmüştür.4 Hayvan-oluş bile, ‘’kedim, köpeğim’’ türünde Odipusçu bir indirgemeden kurtulamaz. Lawrence’ın söylediği gibi, ‘’ben bir zürafaysam ve benim hakkımda yazan sıradan İngilizler de iyi yetiştirilmiş, iyi huylu köpeklerse, her şey ortada, hayvanlar farklı farklıdır…İçgüdüsel olarak, olduğum hayvandan nefret edersiniz.’’5 Genel kural olarak, fantasmalar, belgisizi anca bir şahıs ya da bir iyiliğin maskesi olarak görürler: ‘’Bir çocuk dayak yedi’’ hemen ‘’babam beni dövdü’’ye dönüşür. Ama edebiyat, ters yolu izler ve varlığını görünüşteki kişilerin altında, kesinlikle bir genellik olmayan, tekilliğin en son noktası olan bu kişisizin gücünü keşfederek gösterir yalnızca: bir erkek, bir kadın, bir hayvan, bir gövde, bir çocuk… Edebi sözcelemenin koşulu görevini üstlenen, birinci ve ikinci şahıslar değillerdir: edebiyat ancak içimizde Ben deme gücümüzü elimizden alan bir üçüncü şahıs belirdiğinde başlar (Blanchot’nun ‘’nötrü’’).6 Kuşkusuz, edebi kişiler tamamen bireyleştirilmişlerdir, ne belirsiz ne de geneldirler; ama tüm bireysel özellikleri onları, kendileri için fazla güçlü bir oluş gibi bir belgisize taşıyan bir görüye yükseltir: Ahab ve Moby Dick görüsü. Cimri, hiçbir şekilde bir tip değildir, tersine, bireysel özellikleri (genç bir kadın sevmek, vs.) onu bir görüye vardırır, altını öyle bir şekilde görür ki, belgisizin gücünü kazandığı sihirli bir çizgi üzerinden kaçmaya koyulur –bir cimri …, altın, daha çok altın…Masallamasız edebiyat yoktur, ama Bergson’un gördüğü gibi, masallama, masallama işlevi, bir beni hayal etmekten ya da tasarlamaktan ibaret değildir. O daha ziyade bu görülere erişir, bu oluşlara ya da güçlere kadar yükselir.

Kişi kendi nevrozlarıyla yazmaz. Nevroz, psikoz; bunlar, yaşam geçişleri olmaktansa, süreç kesintiye uğradığında, engellendiğinde, tıkandığında içine düşülen durumlardır. Hastalık bir süreç değil, ‘’Nietzsche örneği’’nde olduğu gibi, sürecin durmasıdır. Bu haliyle yazar da hasta değil, daha ziyade hekimdir, kendisinin ve dünyanın doktorudur. Dünya, hastalığın insanla karıştığı belirtiler bütünüdür. Bu durumda, edebiyat bir sağlık girişimi olarak ortaya çıkar: Yazar, zorunlu olarak çok sağlıklı olmasa da (atletizmdeki ikircilliğin aynısı burada da karşımıza çıkacaktır), kendisi için fazla büyük, kendisi için fazla güçlü, katlanılmaz, geçişin ona baskın bir sağlıklılığın olanaksız kılacağı oluşları sağlarken onu tükettiği şeyler görüp duymasından kaynaklanan bir dayanaksızlığı, sağlıksızlığı vardır.7 Yazar görüp duyduklarından, gözleri kızarmış, kulak zarı delinmiş bir halde döner. Hangi sağlık insan tarafından ve insanın içinde,  organizmalar ve türler tarafından ve onların içinde hapsedildiği her yerde yaşamı özgürleştirmeye yetebilir? Sürdüğü kadarıyla Spinoza’nın, geçişe açılan, yeni bir görünün sonuna kadar belirtisi olan sağlıksızlığı.

Edebiyat olarak, yazı olarak sağlık, eksik olan bir halk icat etmekten ibarettir. Bir halk icat etmek masallamanın işlevidir. Anıları, henüz ihanetlerinin ve inkarlarının altında gömülü olan gelecekteki bir halkın ortak kökeni ya da amacı haline getirmedikçe anılarla yazılamaz. Amerikan edebiyatı, kendi anılarını, tüm ülkelerin göçmenlerinden oluşan evrensel bir halkın anılarını anlatırmış gibi anlatabilen yazarlar yetiştirme konusunda bu istisnai güce sahiptir. Thomas Wolfe, ‘’tek bir insanın deneyiminde bulunabileceği kadarıyla bütün Amerika’yı yazar.’’8 Bu ille de dünyaya egemen olması beklenen bir halk değildir. Bu, devrimci-oluşa kapılmış, minör, sonsuza dek minör bir halktır. Melez, aşağı, buyruk altında tutulan, hep oluş halinde, asla tamamlanmayan halk, belki de yalnızca yazarın atomlarında varolur. Melezlik,artık ailesel bir durumu değil, ırklardaki süreci ya da sapmayı belirtir. Ben oldum olası bir hayvanım, aşağı ırktan bir zenciyim. Bu, yazarın oluşudur. Orta Avrupa’da Kafka, Amerika’da Melville, edebiyatı, ifadesini ancak bir yazarla ve yazarda bulunan minör bir halkın ya da tüm minör halkların ortak dile gelişi olarak sunar.9 Edebiyat, her zaman tekil fillere baş vursa da, sözcelemenin ortak düzenlemesidir. Edebiyat sabuklamadır, ama sabuklama anne-baba meselesi değildir: Halklardan, ırklardan ve boylardan geçmeyen ve evrensel tarihi ilgilendirmeyen sabuklama yoktur. Her sabuklama dünyasal-tarihseldir,  ‘’ırkların ve kıtaların yer değiştirmesi’’dir. Edebiyat sabuklamadır ve bu sıfatla, sabuklamanın iki kutbu arasında kaderini yaşar. Sabuklama bir hastalıktır, katıksız ve egemen olduğu öne sürülen bir ırkı her kuruşunda hastalıkların en büyüğüdür. Ama egemenlikler altında ayaklanmayı, ezen ve hapseden her şeye karşı direnmeyi ve bir seyir olarak edebiyatın içine oyulmuş olarak ortaya çıkmayı sürdüren o mazlum melez ırka başvurduğunda, sabuklama sağlığın ölçüsüdür. Hastalıklı bir durum, burada da her zaman süreci ya da oluşu kesintiye uğratabilir; o zaman sağlık ve atletizmdeki ikircilliğin aynısıyla yine karşılaşır, bir egemenlik sabuklamasının melez sabuklamayla karışması ve edebiyatı gizli bir faşizme, onu kendi içinde teşhis edip kendine karşı savaş verse bile, karşısında savaştığı hastalığı sürüklemesinin daimi tehlikesiyle. Edebiyatın nihai amacı, sabuklamanın içinden bu sağlık yaratımını ya da bir halkın keşfini, yani bir yaşam olasılığını çıkarmaktır. Eksik olan bir halk için yazmak…(‘’için’’, ‘’yerine’’den çok ‘’yararına’’ anlamı taşımaktadır).

Edebiyatın dil içinde yaptığı şey şimdi daha iyi ortaya çıkıyor: Proust’un söylediği gibi, edebiyat tam tamına bir tür yabancı dil oluşturur; dilin içinde bir başka dil ya da yakalanan bir şive değil, ama dilin bir öteki-oluşu, bu majör dilin bir minörleşmesi, onu alıp götüren bir sabuklama, egemen sistemden becerikli bir şekilde kaçış. Kafka yüzme şampiyonuna şunu söyletir: Sizinle aynı dili konuşuyorum ve yine de söylediklerinizin bir kelimesini bile anlamıyorum. Sözdizimsel yaratım, biçem, dilin oluşu işte budur: Sözcük yaratımı yoktur, içinde geliştikleri sözdizim etkilerinin dışında değeri olan yeni sözcükler yoktur. Öyle ki sözdizim yaratarak, anadilin bir ayrışımını ya da yıkımını olduğu kadar, dilin içinde yeni bir dilin icadını gerçekleştirmesi ölçüsünde, edebiyat şimdiden iki yön sunar. ‘’Dili savunmanın tek yolu, ona saldırmaktır… Her yazar kendi dilini edinmek zorundadır…’’10 Dil adeta, onu tam da kendi yollarının dışına çıkaran bir sabuklamaya tutulmuştur. Üçüncü yön ise, bir yabancı dilin, dilin kendisine bile, bütün dil dengesini yitirip devrilmeden, bir sınıra, artık hiçbir dile ait olmayan Görü ve Duyuşlardan ibaret olan bir dışarıya ya da bir ters yüze taşınmadan kazınamayacak olmasından ileri gelir. Bu görüler, fantasmalar değil, yazarın, dilin aralıkları içinde, dilin mesafeleri içinde görüp duyduğu gerçek Fikirlerdir. Bunlar süreçteki kesintiler değil, sonsuzluğun ancak oluş içinde açığa vurulması, bir manzaranın ancak hareket içinde ortaya çıkması gibi, sürece ait olan duraklamalardır. Dilin dışında değildirler, dilin dışıdırlar. Gören ve duyan olarak yazar, işte edebiyatın amacı: Bu, yaşamın, Fikirleri oluşturtan dilin içine geçişidir.

Bunlar, Artaud’da sürekli hareket halinde olan üç yönüdür: Anadilin ayrışımı içinde harflerin düşüşü (R, T…); bu harflerin yeni bir sözdizim içinde ya da sözdizim seviyesine göre bir dilin yaratıcıları olan yeni sözcükler içinde yeniden ele alınmaları (‘’eTReTe’’); son olarak nefes-sözcükler (les mots-souffles), bütün dilin yöneldiği sözdizim-dışı sınır. Ve Céline, çok üstünkörü hissetsek de şunu söylemeden edemeyiz: Yolculuk ya da anadilin ayrıştırılması; Taksitli Ölüm ve dilin içindeki bir dil gibi yeni sözdizim; Guignol’s Band ve dilin sınırı gibi asılı ünlemler, patlayıcı görüler ve ses titreşimleri. Yazmak için, belki de anadilin katlanılmaz olması gerekir, ama öyle ki sözdizimsel bir yaratımın orada bir tür yabancı dil oluşturacağı ve topyekun dilin her sözdizimin ötesinde kendi dışını açığa vuracağı şekilde katlanılmaz. Bir yazarı kutladığımız olur, ama o bilir ki, kendisi için belirlediği ve kendisinden gizlenmeyi sürdüren sınıra ulaşmaktan uzaktır, oluşunu tamamlamaktan uzaktır. Virginia Woolf, yazının neden ibaret olduğunu kendisine soranlara şöyle cevap veriyordu: Size yazmaktan söz eden kim? Yazar bundan söz etmez, onun derdi başka bir şeydir.

Bu ölçütler düşünüldüğünde, edebi amaç güderek kitap yazanlar arasından, deliler içinde bile, pek azının kendisine yazar diyebildiği görülür.

*Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, s. 9-15


[1]Bkz. André Dhotel, Terres  de mémorie, Ed. Universitaires (bir yıldız çiçeği-oluş üzerine, La Chornique fabuleuse içinde, s. 225).
i ’Le’ , ‘la’ Fransızcada erkek ve dişil kelimeler için kullanılan belgili tanımlıktır.

2 Le Clézio, Hai, Flammarion, s. 5. İlk romanı Le Procés-verbal’de (Folio-Gallimard), Le Clézio, önce bir kadın-oluşa, sonra bir fare-oluşa, daha sonra da silinerek bir algılanamaz-oluşa yakalanan bir kişiliği, neredeyse örnek teşkil edecek bir şekilde sunuyordu.
3 Bkz. J.-C.Bailly, La Légende dispersée, anthologie du romantisme allemand, 10-18, s. 38.
4 Marthe Robert, Roman des origines et origines du roman, Grasset.
5 Lawrence, Lettres choisies, Plon, II, s. 237.
6 Blanchot, La part du feu, Gallimard, s. 29-30, ve L’entretien infini, s. 563-564: ‘’(Kişilerin) başına öyle bir şey gelir ki, onu ancak Ben deme erklerinden vazgeçerek yeniden yakalayabilirler. ‘’ Edebiyat burada, dile getirmenin koşulunun kendisini eylem başlatıcılarda ve özellikle de birinci ve ikinci şahıslarda bulan dilbilimsel görüşü yalanlıyor gibi görünmektedir.
7 Sağlık meselesi olarak edebiyat hakkında, ama sağlıksız olanlar yada yalnızca dayanıksız bir sağlığı olanlar için, bkz. Michaox, ‘’Mes Properiétés’’nin sonsözü, La nuit remue içinde, Gallimard. Ve Le Clézio, Hai, s. 7: ‘’Belki bir gün sanat diye bir şeyin olmadığı, yalnızca tıbbın olduğu anlaşılacaktır.’’
8 André Bay, Thomas Wolfe, De la mort au matin’e önsöz, Stock.
9 Bkz. Kafka’nın minör denilen edebiyatlar hakkındaki düşünceleri, Journal, Livre de poche, s. 179-182; ve Melville’in Amerikan edebiyatı hakkındaki düşünceleri, D’ou viens-tu, Hawthorne?, Gallimard, s.237-240.
10 Bkz. André Dhotel, Terres  de mémorie, Ed. Universitaires (bir yıldız çiçeği-oluş üzerine, La Chornique fabuleuse içinde, s. 225).


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder