26 Ekim 2011 Çarşamba

Hanna Arendt ile Jean Baudrillard: Tüketim Toplumunda Pedagoji


Görünüşe bakılırsa, yalnızca bir kentin değil, aynı zamanda lüks bir kentin  nasıl oluşturulduğunu düşünüyoruz…Telaşlı bir kente bir bakalım… Bu sağlıklı olanı artık yeterli değil ve biçimsiz nesneler kütlesiyle birlikte çoktan oburca yutulmalıdır”. Devlet, II. Kitap

Teröristlerin bizi alışverişten alıkoymasına izin veremeyiz” 
George Bush, Eylül 2001.

İkinci Dünya savaşı sırasında Batı dünyasının tasarruf etmeye ve harcama alışkanlıklarını kısıtlamaya çağrıldığını, oysa 11 Eylülden sonra tüketimimizi hızlandırmaya çağrıldığımızı göz önüne aldığımızda, son elli yıl içinde toplumumuzun nasıl bir tüketim toplumuna dönüştüğünü gözlemleyebiliyoruz. Ayrıca, reklamcılık ve gençliğe pazarlama ekonominin en hızlı büyüyen sektörlerinden biri oldu ve 2003 yılında “Y nesline” pazarlama için 170 milyar doların üstünde harcama yapıldı. [1] Batı toplumu gittikçe artan biçimde tüketime yönelmiş durumda, her şey onun etrafında dönüyor: tüketim davranışı, tüketim arzusu ve tüketimi kutlamak, onun anlamını ve önemini inceden inceye işlemek ve sürdürmek için dizayn edilen geniş kapsamlı iletişim düzeneği. Yukarıdaki alıntı, bu tehlikenin daha eski Yunanda bile algılandığını gösteriyor; Sokrates sağlıklı bir kentle “telaşlı” bir kent arasındaki farkın anlaşıldığını gösteriyor ve bu dönüşümün savaşa yol açabileceğini söylüyor: “Sonra da bunun neticesi olarak savaşa girmeyecek miyiz?” [2] Yeni pazarlar kurmak ve kendi “telaşlı kentimizi” tatmin etmek amacı güden yeni-emperyalist arayışıyla Batı dünyası kollarını genişletiyor ve bütün ulusları kendi yörüngesine çekiyor, bu da zaten çağımızı tanımlayan görüntülerden biridir. Tüketimin gittikçe büyüyen yaygınlığını söylemek önemlidir: Benjamin Barber Batı tipi tüketicilik ve ticari değerlerin çoğalmasının, “McWorld’ün sürekli daha da ticarileştirilen ve amaçlanmış dünyevi maddeciliğinin” yeni bir “yumuşak” iktidar pekiştirdiğini iddia ediyor ve bunun Batı karşıtı duyguların şiddetli ifadelerinin üretiminden sorumlu olduğunu ve bu arada “istemeyerek de olsa terörizmin nedenlerine katkıda bulunduğunu” söylüyor. [3] Bu duyguların, “entegre olmamış kabile kültürüne ilişkin ve reaksiyoner köktendinciliğe ait kuvvetler” ve “McWorld’ün” karşıtı olduğunu ve bunun bir “Cihat” biçimini aldığını ileri sürüyor. [4] Günümüzde tüketicilik sosyolojiden antropolojiye, psikanalizden politik teoriye kadar pek çok akademik disiplinde gittikçe artan ilgiye mahzar olmaktadır ve son olarak da “tüketici araştırmaları” alanında bir araya gelmiştir. Bu çalışma, Batı tüketiciliğinin ilerici hızlandırılması ile onun modern formel eğitim uygulamalarındaki manifestasyonlarını – ve ortak rolünü - iki çağdaş felsefecinin bakışında bir araya getirmek istiyor.
Yirminci yüzyılın felsefecileri Hanna Arendt ile Jean Baudrillard arasında pek ender bağlantı kurulmuştur, ancak onların tüketiciliğe verdiği önemi ve tüketim toplumumuzu ele aldığımızda, birbiriyle örtüşen belirgin bölgeler bulunmaktadır. Her ikisi de son zamanlardaki özel olanı kamusala dönüştürme eğilimini açıklıyorlar: Baudrillard bunu, özel olanı “apaçık hale getirmek” olarak tanımlıyor, oysa Arendt özel bölgenin ya da oikos’un (evin) [Çev. Notu: oikos – aynı zamanda ekonomi sözcüğünün de kökü, Aristoteles için oikos – idare edilen birim) faaliyetlerinin kamusal bölgeye modern yükselişi olarak ele alıyor. İkinci olarak her ikisi de insanlar arası ilişkilerin değişime uğradığını ve iletişimin gittikçe daha çok nesneler aracılığıyla gerçekleştiğini gözlemliyor. Baudrillard’a göre bu gerçekliğin karanlığa gömülmesi sonucunu doğururken, Arendt için polis’in ve kamusal alanda yaşamın yitirilmesine yol açıyor. Hannah Arendt İnsanlık Hali adlı kitabını modernitede yanlış ve tehlikeli olan her şey için bir örnek olan Sputnik’in tanımıyla açıyor. Bu “insan tarafından yapılan dünya doğumlu nesne”nin yolcuları [5], bütünüyle insanın yarattığı bir bölgeye tamamen yerleşen ilk insanlar olacaktır, bu bölgede insanlar bütünüyle dünyasal varoluşun insanlık hallerinin kısıtlamalarından kurtulmuş olarak yapay insanlığa nihayet geçmiş olacaktır. Arendt için “verili insanlık varoluşuna karşı bir isyan” olan bu olay [6], bizlerin dünyaya yabancılaşmamızın muazzamlığını göstermektedir. Bu isyan, polis’in yitirilişi ve konuşmanın erozyonu anlamına gelmektedir, bu isyanla “konuşmanın artık anlamlı olmadığı bir yaşam biçimine uyum sağlarız” ve “konuşmanın gücünü yitirdiği bir dünyaya doğru hareket ederiz”. [7] Jean Baudrillard son zamanların benzer bazı olaylarına işaret etmektedir: simgenin nesneden ayrılışıyla birlikte simgelerin hızla çoğalması, insanların bütünüyle kendilerinin kurguladığı bir sembolik bölgede yerleşmelerine izin veriyor, bu da “gerçek olanın kaybolmasına” yol açıyor. Nasıl insan yapaylığına yerleşmeye yöneliyorsak, aynı biçimde yaşamımızı göstergelerin, simgelerin ve simülasyonların bölgesinde sürdürüyoruz. Baudrillard’ın semiyotik üzerine orijinal çalışmaları, tüketim toplumunun yeni bir analizini sunacak ve iletişim strüktürleri ile simge sistemlerinin tüketim toplumunu, konuşmanın gücünün ve anlamının elinden alınmasından uzun zaman sonra bile nasıl koruyup sürdürebildiğini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Tüketimciliğin ilk analizcilerini kısaca gözden geçirdikten sonra, Hanna Arendt’in “The Human Condition” İnsanlık Hali’ni ele alacağım. Hanna Arendt polis, oikos ve üç merkezi insani faaliyeti (çalışma, iş ve faaliyet) hakkındaki anahtar fikirlerini açıkladıktan sonra, oikos’un politik bakımdan başat bir yere tarihsel yükselişini belgeliyor, öyle ki, polis’in altı kazılmış oluyor. Sonra Jean Baudrillard’a döneceğim ve onun tüketimciliğin yükselişi ve simgelerin tomurcuklanarak çoğalması kuramını ele alacağım. Bu, Arendt’de bir kusur ya da ihmali açığa çıkaracak: iletişim ve “konuşmayı” tartışmasına karşın, kuramı, iletişimin tüketimi arttırmak için nasıl kullanılabileceğini açıklamıyor; tüketimciliğin simgeleme düzleminde nasıl işlev gördüğüne ilişkin, ya da başlıca satış ürünlerinin (ya da simgelenenin) simgesinden postmodern ayrılışının kuramı eksik.  Ondan sonra, bu yükselişin sonuçlarını ele alacağım: Arendt’de polis’in yitirilişi ve Baudrillard’da “gerçek olanın” yitirilişi. Baudrillard’ın tersine Arendt toplumsal bölgenin yükselişini ve dünyasal yabancılaşma üzerinden dünyanın yitirilişini belgelerken, bir çıkış yolu bırakıyor – doğum oranı ve politik faaliyet – ve faaliyetin imkanlarını ve potansiyelini kutlayan bir politik vizyon  oluşturuyor. Son olarak da tüketimciliğin eğitim dünyası içindeki politik dolaşımlarını (küreselleşme ve eğitim yazıma da bakınız) ele alacağım. Bu bölgeye yapılan işbirlikçi saldırılar ve reklamcılık ve pazarlamanın eğitimsel çevre dahilinde gençlik kültürüne saldırıları üzerinden eğitim, hem ihtiyaç nedeniyle ekonominin bir uzantısına dönüşmüştür ve böylece eğitim pazaryerinin dikte ettiği şeylere hizmet etmektedir, hem de onun ekonomik büyüme ihtiyacına hizmet etmektedir. Arendt ile Baudrillard bizim politik dünyamız da tüketim simgeleri ve imgeleri tarafından yönetiliyorsa, okullarımız tüketimcilik tarafından yozlaştırılıyorsa, gerçekliğin karardığını ve toplumsal bölgemizin uzlaşma yoluna girdiğini açıklayacaklardır.
Tüketimciliğin Yükselişi
Baudrillard ile Arendt’e geçmeden önce, modern tüketim toplumumuzun tarihsel bağlamını oluşturmak bakımından, tüketimciliğin yükselişini ve onun ilk analizcilerini kısaca ele alalım. Erken 19. yüzyılda sanayileşme süreciyle bağlantılı sorunlarla uğraşan Karl Marx, öncelikle insan işgücüne ve üretimin maddi koşullarına odaklanmıştı, ancak kültürel simgeleme süreci üzerinden sembolik anlamın iletişimi ya da tüketilmesi üzerine geniş kapsamlı eğilememişti. Ayrıca, göreceğimiz gibi, Marx göstergelerin ve simgelerin kendilerinin de kullanım nesnesi ölçüsünde böylesine mal haline gelebileceğini göz önüne almamıştı. Ancak, simgelerin gelişimi ve düzenlenmesine bakıldığında, güç dinamikleri ve toplumsal kontrol da aynı ölçüde önemlidir; simgeleme modunun kontrolü üretim modunun kontrolü kadar önemlidir. Belki de yükselen refah seviyesi ve genişleyen bir orta sınıf dolayısıyla, tüketimcilik yüzyıl değişimine doğru toplumsal ve politik bir mesele olarak ortaya çıktı. Thorsten Veblen, Georg Simmel ve belki de en önemlisi Max Weber gibi sosyologlar için en önemli araştırma konusu oldular. Protestan İş Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı kitaplarda [8] Weber, kapitalizmin yükselişinin püriten kendinden feragate ve kendini inkara ve kapitali yeniden işe yatırma komutunun ahlakı üzerine dayandığını ileri sürmüştü.
Modern kapitalizmin erken safhalarının bu değerler tarafından karakterize edildiği doğru olsa da, Jean Baudrillard bu görüşün modern tüketim toplumunun sorunlarını dillendirmede kısıtlı kaldığını ortaya çıkarmıştır: kapitalizm harcama arzusunu serbest bırakmak zorundadır. Püritence kendini inkar etmeyi değil, hedonizmin avukatlığını yapmak zorundadır.
Simmel ile Veblen, bireyin kendini farklı ve bağımsız bir sosyal özdeşlik olarak kabul ettirmek ve ifade edebilmesine imkan vermek için, tüketimciliğin kendini diğerlerinden farklı olarak simgeleme girişimi olarak ne ölçüde yükseldiğini tanımlamaktadırlar. Bu, sanayileşmenin yol açtığı teknoloji ve mekanizasyonun homojenleştiren kuvvetlerinin büyümesine ve kentleşme ile kalabalıklaşmanın da buna dahil olmasına bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Weber’in püritence kendinden fedakarlık kuramının tersine, insanlar bir kendini ifade ve dışa vurum tarzı ilkesi olarak tüketmeye başladılar; tüketimcilik, sayesinde paylaşılan kültürel göstergeleri, simgeleri “okuduğumuz” ya da “yorumladığımız”  ortak dil haline geldi. Bu şablon İkinci Dünya Savaşından sonra hızlandı, öyle ki yirminci yüzyılın ikinci yarısı tüketimciliğin benzeri görülmemiş büyümesine tanıklık etti ve günümüzde toplumun üyesi olma ve ona katılma, gittikçe artan ölçüde tüketim alışkanlıklarına dayanmaktadır. McLaren ile Leonardo’nun Baudrillard üzerine denemelerinde belirttikleri gibi, “İnsanlar, toplumsal çevrenin bir parçası olduklarını hissedebilmek için gittikçe daha çok ve daha çok nesne satın almaya koşullandırıldıklarından, tüketim toplumunun fonksiyonu haline gelmişlerdir” [9] Tüketimcilik, politik yaşamımızı ve birincil iletişim düzeneğimizi işaretlerin çoğaltılması üzerinden başat biçimde belirlemeye başladığından yeni bir biçime bürünmüştür. Üretim yabancılaştırıcı olduğundan, tüketimcilikte doyum arıyoruz; öte yandan ama tüketimcilik kendisi derinlemesine yabancılaştırıcı bir deneyime dönüşmüş bulunmaktadır.
Hanna Arendt: Polis’in Tüketimi
Hanna Arendt, toplumsal bölgenin üretim ve tüketimin özel kuvvetlerinin ortaya çıkışı ve ardından gelen politikanın gölgede kalması yüzünden nasıl aşındırıldığını açıklamak için bir kuramsal çerçeve sunuyor. Ancak özellikle özel/kamusal ayrımı bakımından Arendt büyük ölçüde yanlış anlaşılmaktadır ve bu da Arendt’in bir liberal olarak yanlış okunmasına yol açmaktadır. Bu nedenle politikaya sadece kendi özel alanlarını koruyabilmek amacıyla katılan özgür, adil davranışlı, akılcı özerk ajanların özel alanını korumanın önemini vurgulamayı seçmiştir. Ancak, Arendt’in kamusal ile özel arasındaki ayrımı aslında onun insan yaşamının üç faaliyetini belirlediği “ontolojik kökenlere” dayanır, insan varoluşunun mütekabil üç “haline” dayanır. Bunları “yeryüzünde yaşamın insanoğluna verildiği temel koşullar” olarak tanımlar. [10] Bu nedenle bu ayrımlar, kendimizi ve başkalarını nasıl deneyimlediğimize ve çevremizdeki dünyayla nasıl ilişkiye soktuğumuza gönderme yapar. Bu ayrımlar ve bu faaliyetler onun en çok bilinen eseri The Human Condition’ın merkezi konularını oluşturur ve Arendt’in tüketici toplumumuzun yükselişini açıklamada kullandığı tasarımsal yapıyı sunar.
Emek “yaşamın insanlık durumlarında” temellenir, kendi kendini koruma ve türü koruma ve sürdürme ile zihni meşgul olan ve buna teslim olmak zorunda olan insan olma gerçeğimiz dolayısıyla bağlı olduğumuz biyolojik yaşam süreci. Emek insan bedeninin içinde “kendi canlı kalma olgusundan başka bir şeye yoğunlaşmadığı” yaşamın biyolojik idamesini sağlayan özel faaliyettir. [11] İnsan emeğinin ürünlerinden hiçbiri kalıcı ya da süreli olmadığından, emek “nafile, yararsız” olarak tanımlanır. Bu, “hiç bitmeyen o biyolojik yaşamın geçmesi gereken ve sürekli dönüp gelen iki safhası olan”  üretim ve tüketim döngüsüne geri döndürülemez biçimde bağlı olduğumuz faaliyettir. [12] Emeğin bu döngüsel karakteri, özel yaşamı tekdüze hale getirir ve özel bölge, ya da oikos bir aynılık ve uyumluluk yerine dönüşür.
Özel alan, mahremiyet burada “olumsuzluk” veya yoksunluk ifade eder; önemli bir şeyden mahrum olmayı ifade eder. Ancak, Arendt emeği ya da özel alanı çabucak lanetlemez: daha ziyade emek, önemli başlıca insani faaliyettir ve oikos ise “kendimizi dünyaya karşı korunmuş” hissedebileceğimiz bir yerdir. [13] Ancak bu sürecin içine bağlı olduğumuz ve kendi özel alanımızla kısıtlı kaldığımız sürece, gayretlerimiz yararsız kalır ve biz de kendi içimizde izole kalırız, insan ilişkileri dünyasına katılma ve angaje olmaktan yoksun ve konuşma sayesinde kendimizi ve deneyimlerimizi etkin biçimde açığa çıkarmaktan mahrum kalırız. Üretim ve tüketimin döngüsel sürecine çekiliriz ve “safi biraradalık” içinde varoluruz, [14] bütünsel insanlığımızla içinde ne görüldüğümüz ne de duyulduğumuz özel alan dahilinde, mahrem alanda kalakalırız.
Arendt’in tüketiciliğin yükselişini özel/kamusal ayrımı merceğinden bakan ve onların mütekabil faaliyetleriyle açıklayan tanımına devam edersek, Arendt’in emeği faaliyetle karşıt olarak koyduğunu görürüz. Faaliyet, sayesinde bizim başkaları tarafından bilinebildiğimiz, biricikliğimizi açığa çıkardığımız ve kendimizden daha büyük bir şeye katıldığımız en yüksek gizilgücümüzü ve olanaklarımızı ifade eder. Faaliyet olmayan bir yaşam, “edebi anlamda dünya için ölüdür; artık insanlar arasında yaşanmadığı için, insan yaşamı olmaktan çıkmıştır”. [15] Nasıl emek “yaşamın insanlık hali” içinde temelleniyorsa, faaliyet de çoğulculuğun insanlık halinde temellenir: “insani çoğulculuk faaliyetin temel koşuludur, halidir”. [16] Çoğulculuk, faaliyetin “şeylerin ve olayların aracılığı olmadan insanlar arasında doğrudan cereyan eden yegane faaliyettir” [17]; orası bizim kendimizi ve birbirimizi bu ilişkileri nesneler ve olgular aracılığı olmadan deneyimlediğimiz yerdir. Sayesinde “kendimizi insansal dünyanın içine soktuğumuz”, sayesinde özdeşliğimizin ve biricikliğimizin açığa vurulabildiği ve başkalarınca bilinmesine olanak veren faaliyettir. [18] Bu farklılığın ya da kendimizi başkalarından ayırdığımız alteritas’ın dillenilmesidir. Bu insani dünyayı Arendt ‘görüntü verme uzamı’ olarak adlandırıyor, kamusal alan veya polis olarak tanımlıyor.
Polis ile faaliyet sıkı sıkıya iç içe geçmiş ve karşılıklı birbirine bağımlıdır: polisi sürdürmek için faaliyet gerekirken, aynı zamanda polisin de faaliyeti koruması kollaması gerekir; nasıl ki polis faaliyetin geçtiği yerse, aynı biçimde faaliyetin korunduğu ve konuşma yoluyla belleğe yerleştirildiği yerdir. Polis, yalnızca kendimizi başkalarından ayırdığımız yer değil, aynı zamanda üretim ve tüketim gibi, “kamusal dünyayla ilintili faaliyetlerle yaşamın sürdürülmesine ilişkin faaliyetleri ayırdığımız yerdir” [19]. Polis, kendini açığa çıkarma ve onun korunması ve anımsanması için gerekli yeri sunar; onu belirsizlik içinde kaybolmaktan alıkoyarak, faaliyet ve konuşmanın yararsızlığına, beyhudeliğine karşı bir çare sunmaktadır. Kendi kendini açığa vurma üzerinden Arendt, “konuşma olmayan faaliyet artık faaliyet değildir” diyerek,  faaliyeti sıkı sıkıya konuşmaya yönlendiriyor. [20] Zira ‘amel’ ile birlikte konuşma, aktörlerin hem kendilerini açığa çıkardıkları, ortaya koydukları hem de faaliyeti korudukları ya da ‘anımsadıkları’ biçimdir. Emek ve oikos bir tür “konuşmayı” da içeriyorsa da, Arendt “faaliyetten başka hiçbir insani performansın konuşmaya bu kadar ihtiyacı yoktur” diyerek altını çiziyor. [21]
Arendt için kamusal ve özel alanlar ve onların mütekabil faaliyetleri birbirleriyle ilişkilerinde tarihsel bakımdan statik değillerdir; yani tarih boyunca görece önemleri bakımından değişebilirler. John Locke’tan Adam Smith’e ve Karl Marx’a kadar ‘emek kuramcılarının’ yükselişiyle başlayacak olursak, faaliyet ve bios politikos (politik yaşam) marjinalize edilirken, üretim ve tüketimin özel konuları politik önemi haiz bir yere yükseltilmişlerdir. Özel ve kamusal alanların bu modern yer değiştirmesindeki tarihsel dinamiğe Arendt, “toplumsal bölgenin” yükselişi diyor: “toplumsal bölgenin yükselişi… kökeni modern çağın yükselişiyle üst üste gelen görece yeni bir fenomendir.” [22] Kamusal alanın ve faaliyetin bu yitirilişi ile, özgürlük rutin haline gelmiş bir “davranışa” dönüşür, farklılık ve çoğulculuk uzlaşmacılığa (konformizme) ve tektipliliğe, konuşma ve kendini açığa çıkarma amansız ve şefkatsiz üretim ve tüketime dönüşür. Öte yandan polis’ten bu döngünün yumuşak biçimde işlev görmesini ve ilerici hızlandırılmasını mümkün kılması istenir. Toplumsal alan, içinde insani kendi kendini anlamanın “tahakküm eden bireyciliğe” [23] ve konuşmanın ticari diskura tabi kılındığı döngüsel üretim ve tüketim etrafında merkezileşen bir komündür. Bu faaliyetin ve konuşmanın sonudur.
Arendt faaliyet ile emek arasına çalışmayı koyar, bu politik yaşam için temel önemi olan fiziksel şeylerin inşası ve bakımı için insani kapasiteye tekabül eden faaliyettir. Çalışma, sayesinde doğayı politik yaşam için fiziksel dünyayı yapılandıran insani hünerlere dönüştürdüğümüz süreçtir. Arendt bunun bir masa ve bir sandalye ile örneklenebileceğini söyler, bu örneğe göre, emeğin ürünleri derhal tüketilmek zorundayken, çalışma süreklilik bakımından farklıdır: masalar ve sandalyeler politik yaşamın ortaya çıkması için gerekli stabiliteyi sunabilecek kadar uzun dayanırlar. Ayrıca bu örnek insani hünerin insanları bir araya getirdiği gibi, aynı zaman içinde onları ayırdığı, ayrıcalığın ve çoğulculuğun dışa vurulur hale gelmesine izin verdiği yola doğru işaret etmektedir. Ancak, bir tüketim toplumunda çalışmanın ürünleri gittikçe artarak “tüketilmekte”, üretim ve tüketimin döngüsel hareketine çekilmekte ve politik topluluk için artık hiçbir kalıcı  ve sarsılmaz insani hüner sunmamaktadır. Arendt, toplumsal alanda “çalışmayı emek harcamaya dönüştürdüğümüzü” söylüyor [24] ve “kullanım oranı öylesine hızlandırılmıştır ki, kullanım ile tüketim arasındaki nesnel ayrım, kullanım nesnelerinin göreceli sürekliliği ile tüketim nesnelerinin hızla gidip gelmesi, değersizleşerek önemini yitirmektedir.” [25] politik yaşam için kalıcı ve sürekli bir çevre sunmak üzere inşa edilen fiziksel strüktürlerimiz, hızlanan yok olma sürecine yakalanmışlarsa, sonsuz üretim ve tüketim ırmağına yitirilmişlerse, dünyasal yabancılaşma yükselir. Emek ve çalışma faaliyetleri anti-politiktirler ve siyaset ve kültürü yıkıcıdırlar: sonunda “bütün insani faaliyetlerin, yaşamın gerekliliklerini emniyete almanın ve onların bolluğunu sağlamanın olağan paydasına dönüşür ve orada sığlaşır”. [26] İş faaliyetinden bir birliktelik ortaya çıkar: agora, değiş tokuş pazarı. Ancak polis’in aksine, bu topluluk içinde insanların kendilerini “bireyler olarak değil, tersine ürünlerin üreticisi” [28] olarak ifade ettikleri yerdir ve  “insanlara değil ürünlere duyulan arzu” [27], tarafından motive edilmiştir (güdümlenmiştir). Tıpkı masalar ve sandalyeler gibi, işin ürünleri de sadece değiş tokuş için değil, faaliyet ve konuşma için de bir bağlam olanağı yaratır. O zaman sosyal bölge yalnızca üretim ve tüketimin özel faaliyetlerini kutlanmasıyla değil, tersine değiş tokuşun yükselişiyle bir politik başatlık yerine dönüşür. Oikos ile agora’nın yükselişi, polis’i karanlığa iter, hatta tüketir.
İşte bu nedenle “sık sık bir tüketim toplumunda yaşadığımız” söylenir. [29] Bu sonra kendi kendini sürdüren bir dinamik kazanır: tıpkı tüketimin polis’i ortadan kaldırması gibi, tüketimcilik de anlamlı politik yaşamdan kaçındığımızda dayanıklılık kazanmaktadır. Artık Aristoteles’in zoon politikon’u olmaktan çıkıp (politik hayvan, ya da polis’in hayvanı) sanki biyolojik korumaya göre sadece bir zoon’muşuz gibi yaşarız. Emek ve işin biyolojik korumanın gerekliliklerini aştığı düşünülüyordu; polis’in iyi yaşamının politik faaliyet ya da konuşma ile değil daha çok malların biriktirilmesiyle belirlendiğine inanılırdı.
Jena Baudrillard: Göstergelerin Tüketimi
Arendt’in kamusal/özel ayrımının ve emek, iş ve faaliyetin tüketim toplumunun yükselişini nasıl açıkladığını gördük. Arendt öncelikle politik bir felsefeciyken, Jean Baudrillard’ın tüketim toplumu analizi semiyotik, psikanaliz ve politik ekonomi gibi disiplinlerden çıkarsanır. Bu disiplinlerden çıkarsarken Baudrillard, tüketimin çeşitli boyutlarının geniş bir analizini sunar; Burada Baudrillard’ın  ortaya çıktığı entelektüel çevreyi ele almakla başlayacağız. Bu yüzyılın ortaya çıkardığı belki de en önemli felsefi hareketler, Fransa’da II. Dünya Savaşı sonrası gelişen postmodernizm ve poststrükturalizm olmuştur.  Nietzsche ve Heidegger’deki kökleriyle ve Saussure’ün linguistik öğretisine dayanmasıyla ve metafiziğin yapı sökümünde temellenip sonra da diskur ile komünikasyonun karakterine yönelerek ele alan “lingüstik dönüşüyle”  postmodernizm Batı felsefesinin görünüşünü kökten ve sürekli biçimde dönüştürmüş oldu. Parçalanmayı, değişkenliği, aporia’yı (çözümsüzlük), oransızlığı, ölçüsüzlüğü ve çeşitliliği vurgulayarak kısmen Marksizm’e ve Hegel’in tarihsel diyalektiğinin totalize edici kalitesine karşı eleştirel bir yanıt gibi ortaya çıktı; Michael Peters bunu “geleneksel Marksist entelektüel kültürü bir sona erdirme … ve alternatif bir sol kültür geliştirme arzusu“ olarak tanımlıyor. [30] Ben Baudrillard’ı, göstergeler kuramı dahilinde konuşmayı nasıl ele aldığına bakarak tartışmaya başlayacağım, sonra göstergenin eşyadan ayrılmasının dolayımını ele alacağım. Daha sonra da bu gelişmenin gerçekliğin yitirilmesindeki daha önce özel olanın kamuya mal edilmesinin dolayımına bakacağım, tüketimciliğim psikanalitik boyutlarına göz atacağım ve ‘koda’ direnme olanağı olup olmadığı sorununu ele alacağım.
Konuşmanın Arendt için çok önemli olduğunu anımsayalım, özellikle de faaliyet ve polis ile bağlantısı ve sosyal alanın batışıyla sonunda konuşmanın yok oluşu bakımından. Arendt, konuşmanın faaliyetle bağlantılı olduğunu ve üretim ve tüketimin izole  özel yaşamından yok olduğunu ısrarla vurgulamıştı, oysa Baudrillard ticari diskurun sembolleri ve işaretleri üzerinden konuşmanın yaygınlaştırıldığını belirtir. Baudrillard, tüketim toplumunda başat olan komünikasyon ve diskur tipinin ‘konuşma’ ya da dil olmadığında Arendt ile aynı görüştedir: “Nesne/reklamcılık sistemi, bir gösterge sistemi oluşturur ama bir dil oluşturmaz, zira aktif bir sentakstan yoksundur: bir kodun basitliğine ve etkinliğine sahiptir”. [31] Başka bir yerde de “bu kuşkusuz dillerin en fakirleştirilmişidir: işaretlemelerle doludur ama anlamdan yoksundur. Bu bir sinyaller dilidir” der. [32] Bu tüketim sentaksının Arendt tarafından anlaşıldığı gibi artık “konuşma’ olmadığı kesinken, tüketim toplumu içinde komünikasyon kipinin nasıl meşru bir çalışma konusu oluşturduğunu ve herhangi politik konuşmayı etkin biçimde uzattığını gözlemliyoruz. Reklamcılık ve pazarlama, toplumumuz içinde işaretlere ve dile ve başlıca yegane komünikatif strüktüre dönüşmüştür, bunlar da diskur ve işaretlemenin tüm diğer biçimlerine egemen olmuştur.
Arendt, emek ve işin dilsiz, suskun olduğunu ileri sürerken ve faaliyet ile dil, konuşma arasındaki bağlantıyı vurgularken, Baudrillard için, iletişim sistemleri tüketim toplumu içinde önemlidir; göstergeler üretiminin politik önemi üzerine bir açıklama sunar. Arendt’den birkaç on yıl sonra Baudrillard, tüketiciliğin hızlandığı ve tüketim söyleminin daha da başat olmaya başladığı, yeni bir “hiper” biçim kazandığı bir dönemde yazmaktadır. Bu da tüketim toplumunun gittikçe artan biçimde yeni tip bir iletişime dayandığını göstermektedir. “Hiper” topluluk, Arendt’in göstergelerin çoğalması tarafından ele geçirilmiş olan “toplumsal bölge”sinin hızlandırılmasıyla karakterize edilebilir. Douglas Kellner’in ileri sürdüğü gibi, Baudrillard için modernlik öncelikle nesnelerin üretimiyle meşguldü, oysa postmodernizm simülasyonla ve göstergelerin üretimiyle meşguldür: “Modernite şeylerin – emtia ve ürünlerin – üretimine odaklanmıştır, oysa postmodernizm köktenci semiurgy (anlam üreticisi) tarafından, göstergelerin çoğaltılması ile karakterize edilebilir.” [33] Bu değişim, Baudrillard’ın postmodern dilbilimin etkisi altındaki Marx eleştirisine işaret etmektedir.
Fransız postmodern sahnedeki diğer çağdaşları ve meslektaşlarının çoğu gibi Baudrillard da, Marksist Teoriyi eleştirel olarak entegre etmiştir. Baudrillard’ın Marx eleştirisinin belki de en merkezi konusu, nesnelerin üretiminden göstergelerin üretimine geçen değişimle ilgilidir,  üretim araçlarından tüketim araçlarına geçiştir, ya da “eşyanın gösterge olarak ve göstergenin eşya olarak eş zamanlı üretimi ile ilgilidir.” [34] Bunun sonucu olarak, Marksist bilinç, iktidar, itaat ve otorite kategorileri üretimin değil, ama işaretlemenin kipinde mevcutturlar. Peter McLaren ile Zeus Leonardo’nun bu dinamiği tanımladıkları gibi, “egemenlik artık öncelikle üretim araçlarının kontrolüne dayanmaz. Daha ziyade egemenlik daha çok tüketim araçlarının kontrolüne yüklenebilir. Bunun da ötesinde, bu gündelik yaşamda işaretleme kipinin (daha önce üretim kipinin) seviyesinde becerilmiştir.” [35] Ayrıca Baudrillard’a göre, tüketim toplumu tüketicinin ihtiyaçları ve talepleri tarafından yönlendirilmez, daha ziyade aşırı üretim kapasitesi tarafından yönlendirilir: “çağdaş kapitalizmin temel sorunu artık üretim değildir”, tersine daha çok “hemen hemen sınırsız üreticilik ile ürünlerin dağıtım ihtiyacı arasındaki karşıtlıktır. Bu safhada sistem için sadece üretim mekanizmasını kontrol etmek değil, aynı zamanda tüketicinin talebini kontrol etmek yaşamsal önem kazanmıştır.” [36]
Bu üretimden tüketime yer değiştirme vurgusu, postmodern dilbilim içindeki gösterenin gösterilenden ayrılması eğilimiyle at başı gider; Baudrillard’ın tüketim toplumunun semiyotik analizi dahilinde bu, emtia ile onun göstergesi arasında bir ayrım karakterine bürünür. “Bir tüketim nesnesi haline gelmek için, nesnenin bir göstergeye dönüşmesi gerekir… Ancak bu yolla ‘kişiselleştirilir’ ve seriler arasına girer vbg.: o hiçbir zaman maddeselliği dolayısıyla tüketilmez, tersine farklılığı dolayısıyla tüketilir.” [37] Reklamlar, bu ayrım nedeniyle daha güçlü ve daha ikna edici hale gelmiştir. Daha önceleri mallar, kendi malzeme kaliteleri ev fonksiyonları temelinde sunulurdu.  Ancak, bu zamanla göstergenin bir yaşam biçimi çağrıştırmasına ve insanların toplumsal yaşamına entegre edilmesine yol açtı. Emtianın bir göstergeye dönüşmesi sayesinde, gösterge bir ‘diziye’ dahil olma olanağı kazandı ve o orada göstergelerin sonsuz akışı içine daldırılmış oldu. Bu da ticari söylemin ‘kodunu’ oluşturdu. Her gösterge, diğer göstergeler tarafından üretilen ‘gürültüyü’ bastırmaya çalıştığından, bu söylemin üst perdesi amansızca yükselmektedir. [38] Kulakları sağır edici hale gelmektedir; ama metaforları karıştıracak olursak, aynı zamanda vizyonumuza egemen olmaya başlıyor, gözlerimizi kamaştırıyor, sonsuz bir çakan imgeler ırmağı halinde bizi körleştirerek, görüntüyü bulanıklaştırıyor.
Baudrillard’a göre, bu ayrımın bir sonucu olarak “biz kendi imgelerimizin ardında  kayboluyoruz.” [39] Kodun başatlığı, göstergelerin çoğalması ve imgenin şiddeti gerçeğin batışına – hatta ölümüne – yol açıyor. “İmge…şiddetlidir, çünkü burada olan, Gerçeğin katlidir, gerçekliğin yitip gitme noktasıdır.” [40] Ayrıca, göstergeler “gerçekliğin yokluğunu sürekli olarak tamamlamak için daima çoğalmak zorunda olduklarından” [41] bu dinamik kendi kendini sonsuza kadar sürdürür. Hannah Arendt bu tanıya katılacaktır: “Modern insan, öteki dünyayı yitirdiğinde, bu dünyayı kazanmış olmadı.” [42] Arendt, gerçekliğin kaybı ve dünyanın yitirilişinin dinamiğini, oikos ile agora’nın bir politik egemenlik alanı olarak yükselişi üzerinden açıklar. Gerçekliğin yitirilişi gibi, polis de, insani ilişkiler alanı da yitirilir. Arendt’e göre bu, bizlerin birbirimizi “şeylerin, maddenin aracılığı olmadan” deneyimlediğimiz yegane yerdi. [43] Baudrillard’a göre, “varlıklı adamlar artık eskiden olduğu gibi diğer insanlarla çevrili değildir, tersine nesnelerle çevrilidir. Gündelik alış verişleri artık arkadaşları ile değil, daha ziyade istatistiksel olarak malların satışını ve iletilerin manipulasyonunu gösteren bir takım yükselen eğrilerin bir fonksiyonu olmaktadır.” [44]
Nasıl tüketimcilik gerçekliğin yitirilmesine yol açıyorsa, aynı zamanda daha önceleri özel olanın kamusal olması sürecine de işaret etmektedir. Baudrillard son denemesi olan İmgenin ?iddeti’nde, bir zamanlar özel olanın nasıl olup da imgenin ‘şiddeti’ ve önceliğiyle başatlığı tarafından ifşa edildiğini tanımlıyor. Buna, “şeffaflığın şiddeti” [45], “mahremin mutlak biçimde yok edilmesi” [46] sayesinde ulaşılıyor. Bu Arendt’in, özel alanın bir politik egemenlik yerine yükselmesini sağlayan tarihsel süreç tanımıyla paralellik gösteriyor. Ayrıca, tıpkı Arendt’in, bizim daha sonra tamamen benimsediğimiz emek ve işin, oikos ile agora’nın yükselişini tanımlaması gibi, Baudrillard da “işlevsel olmaya başladığımızı” söylüyor. “?u anda nesneler çağında yaşıyoruz: yani, onların ritmi tarafından yönlendirilmiş olarak, onların ardı arkası kesilmeyen döngüsüne göre. Günümüzde onların doğumunu, tamamlanmasını ve ölümünü gözlemleyen biziz; oysa bütün daha önceki uygarlıklarda, insan nesillerinin ötesine hayatta kalanlar, nesneler, araçlar ve kalıcı anıtlardı.” [47]
Mahremiyetin içsel işlemlerinin ifşa edilip açığa çıkarılması, tüketim ve tüketiciliğin psiko dinamiklerinin analizini de içerir, Baudrillard da sayısız anahtar yapıtı boyunca bunu araştırmaktadır. Max Weber’in kapitalizmi püritenlikle ilişkilendirdiğini anımsarsak, Baudrillard tüketim toplumunun “püriten bir ahlak yerine, hedonist bir ahlak getirdiğini” iddia etmektedir. [48] Bu düşüncesinin merkezinde, tüketim ve tüketimciliğin ihtiyaç, arzu ya da keyif fikrine tekabül etmediği düşüncesi bulunur, bu da gösterge ve nesnenin ayrılması ve göstergenin tüketilecek bir emtia haline gelmesi nedeniyle ortaya çıkan bir kafa karışıklığı olduğunu söyler. Baudrillard’a göre, “maddi mallar tüketim nesneleri değildir: onlar sadece ihtiyaç ve doyum nesneleridir.” [49] Ancak tüketimcilik ihtiyaçları doyurmaz, çünkü ihtiyaçlar hiç doyurulamaz. Baudrillard tüketimi iki faaliyet terimiyle tanımlar, Fransızca “consommer” sözcüğünün çevirisinde kolaylıkla kaybolabilecek bir çifte anlam: birincisi, tamamlanmak ya da yerine gelmek, niyet edilen kullanımın gerçekleşmesi ve doğallıkla var olan gerilimin “tüketme” anlamında uzlaştırılması ve ikincisi, sıfırlama ya da yadsıma, kullanılmış olma, aşınmış olma ya da yenip bitmiş olma, “alevlerin, yangının binayı yiyip bitirmesi” anlamında. [50] Tüketimin hiçbir sınırı yoktur,; daima daha fazla ve daha fazla tüketmek isteriz; Baudrillard “tüketme mecburiyetinden” söz eder. [51] Üstelik tüketim arzuyu doyuma ulaştırmaz: “reklamların söylemi, en muğlak terimlerle genelleştirmek için arzuyu sadece tahrik eder.” [52] İşte tüketim hakkındaki daha içsel dinamikleri emen kafa karışıklığı budur, tüketim boşluk deneyimiyle çok daha derinlemesine bağlantılıdır: “Tüketim, önüne geçilemez, bastırılamaz bir boşluğa dayanır ve bu nedenle çözümlenemez.” [53] Tüketimin göstergeleri, orada olmayan ve asla tamamlanamayacak olan bir şeye duyulan arzu olan belirgin bir boşluğu dayatır; “hiçbir nihai, fiziksel doyum olamaz.” [54] Göstergenin arkasında hiçbir şey yoktur, sadece sonsuza kadar hızlanan bir gürültü ve bulanıklık vardır. Tüketim, tüketilemez, ama “mutlaklığa duyulan doyuma ulaşmamış arzudur.” [55]
Baudrillard’a göre bizler yalnızca asla doyuma ulaşamayan ve daima boşuna didinmiş olmakla kalmayıp, aynı zamanda da direniş için pek az olanağı olanlarız. Zira “reklamcılığın kolektif işlevi, hepimizi koda dönüştürmektir… Kod totaliterdir; hiç kimse ondan kaçamaz: bireysel kaçışlarımız, gün be gün onun kolektif özenli işlenmesine katkıda bulunduğumuz gerçeğini olumsuzlamaz.” [56] Kod “bize neredeyse ayrılamaz bir bütünsellik gibi tutarlı ve kolektif bir vizyonu zorla yükleyip kabul ettirerek” bizi tahakküm altına alıp yönlendirmeye başlar, bizi zincire vurur.  Tıpkı alışılagelmiş nesneleri değil de gösterge olanları birleştiren bir zincir gibi, her nesne diğerini daha karmaşık bir süper-nesne olarak gösterebilir ve tüketiciyi bir dizi daha karmaşık seçime yönlendirir.” [57] Tüketiciler aslında tüketim kodu içine doğru öylesine bütünsel “satın alırlar” ki, eleştirel yansıtma için gerekli kapasiteyi yitirirler. Bunun da ötesinde, herhangi direnç biçimi de çoktan gerisin geriye kodun içine alınmış ve onun tarafından özümsenmiştir. Muhalefete izin vermek yerine, onlar düzeni pekiştirir: “onların hem keyfi hem de tutarlı olan tomurcuklanarak çoğalmaları, kendini etkin biçimde bolluk ve refah altında maddeselleştirebilmek için aynı biçimde keyfi ve tutarlı olan toplumsal düzen için en iyi araçtır.” [58] Peter McLaren ile Zeus Leonardo, “Baudrillard’ın tüketimcilik kuramında, öznel aracılık gibi bir önemli eleştirel ögeden yoksun olduğunu “ ileri sürüyorlar. [59]  Arendt’e dönüldüğünde ortaya çıkacağı üzere, bu sorunlu olmaktadır. Ancak, bu konuyu daha fazla ele almadan önce, bu iki düşünür tarafından ana hatlarıyla belirtilen tüketimcilik, eğitim dünyası dahilindeki manifestasyonlarının sonuçlarını aydınlatmak için kullanılacaktır.
Tüketim Toplumu ve Eğitim
Son on on iki yıldır tüketimcilik hakkında bazı çalışmalar yapılmışsa da, bu konu eğitimsel düşünce dahilinde hala pek az kuramsallaştırılmış olarak kalmıştır. Ancak, oikos ile agora’nın bir politik egemenlik yerine yükselmelerinin ve göstergelerin sonsuz tomurcuklanarak çoğalmasının dinamikleri, eğitim alanında gittikçe artarak belirmeye başlamıştır. Gençlik ve okul, reklamcılardan gittikçe daha fazla ilgi görmeye başladığından, okul mekanı gittikçe artan biçimde ticari diskurun imgeleri ve logoları tarafından sömürgeleştirilmeye başladı (küreselleşme ve eğitime bakınız).  Yine de, gençlik toplumsal bir yatırım olarak değil, tüketiciler olarak görüldüğünde ve eğitim yeni bir pazarın güvence altına alınması için bir fırsat olarak görülürse, eğitim derinlemesine bazı şeylerden feragat eder. Henry Giroux bu konuda geniş kapsamlı yazılar yazmıştır ve okulların, kamusal bölgeler olmaktan ziyade artık ticari bölgelere dönüştüğünü gözlemlemiştir. Öğrenciler, gündemlerinde eleştirel öğrenimle ilgili hiçbir konu olmayan, tersine sivil yaşamı büyük ölçüde Pazar kültürünün imajına göre yeniden yapılandırmaya çalışan pazarlamacıların uygulamalarına ve kaprislerine bırakılmıştır. Toplumu tanımlayan ve demokrasinin en temel gayri ticari ilkelerini tutan ve destekleyen bir ilke olarak medeni cesaret, işbirlikçi iktidar olarak değersizleştirilmiştir ve okul bilgisini dönüştürmüştür. [60]
Bu dinamiği Kerry T. Burch şöyle tanımlamaktadır. “Günümüzde okulların çoğu eleştirel yansıtıcı demokratik vatandaşlar üretmiyorlar; bunun yerine budalalığın kitlesel üretimiyle meşguller.  Bu sözcüğü kesin olmak adına kullanıyorum: eski Yunan sözü idios’un etimolojisi “bütünüyle öznel bir kişi”, yani polis’e vatandaş olarak katılabilecekken, katılmamış olan kişi  anlamına gelir.” [61] Burada Arendt’in oikos ile idios arasındaki paralelliğin tanımının bir yansımasını duyabiliriz.
Reklamcılık, toplumsallaşma süreci üzerinde belki de en büyük ve önemli etki haline gelmiştir.; Baudrillard’ın tabiriyle, “kod, toplumsallaşmanın bir biçimidir”. [62] Bugün okul çocukları her gün binlerce reklam imgesine maruz kalmaktadır ve biçimsel eğitim ortamı kendisi artık bu eğilime doğru çekilmektedir. Parasızlıktan ümitsizliğe kapılan okullar, gelir elde etmek için reklam veren işbirlikçilere dönüşmüş ve iyi niyetli müdürler ve idarecilerin hepsi de bu ek gelirleri ve yararlarını memnuniyetle kucaklamaktadır. Örneğin okul kafeteryasındaki fast food’a ve koridorlardaki mısır patlatma makinelerine karşı söyledikleri yegane şey, “çocuklar zaten abur cubur, çerçöp  yiyip duruyor” ve “reklam artık her yerde” olmaktadır.
Öğrenciler eğitim kurumları tarafından, bu “zoraki dinleyicilere” kısıtlayıcı bağlardan kurtularak yaklaşma arayışındaki ticari çıkar sahipleri arasından en yüksek teklif verene satılmaktadır. [63] Bu süreç dolayısıyla devlet de bir öğrenci neslinin reklamcılar eline teslim edilmesinde suç ortağı olmaktadır. Ancak, gençlerin geleceğimizi biçimlendirip belirleyeceğini göz önüne alırsak, okul mekanının ve gündeminin ticarileştirilmesinin uzun vadede belirgin toplumsal dolayımları olmaktadır.  Henry Giroux’nun belirttiği gibi, “… kamusal eğitim, bir ürün teslim eden bir kar elde etme yoluna dönüşürse veya tüketen özneler yapılandırmaya başlarsa, eğitim bir vatandaşlar demokrasisi yaratma sorumluluğuna aykırı davranmış ve bu yükümlülüğünden vazgeçerek yerine, bir tüketiciler demokrasisi kurmaya odaklanmış demektir.” [64]
Bu dinamik, eğitim hakkında bir dizi önemli sorunsal ortaya çıkarmaktadır: öğrencileri eğitmekle yeni tüketicileri ikna etmek arasında ne fark vardır? Okullar ne zaman eğitimsel ortam olmaktan çıkıp, yerine ticari alanlar haline gelir? Öğrencileri demokratik bir toplum için eğitme düsturu ne zaman ömür boyu tüketim eğitimine dönüşmektedir? Medyanın etkisi eğitimi ne zaman “zehirleme ve bulaştırma” eğitimine dönüştürür? Okullar, kültürümüzün bir tüketim kültürüne dönüşmesine ne zaman yataklık ederler? Ünlü eğitim düşünürü Neil Postman’ın sorduğu gibi, “bunlar kimin okulları?” [65] Eğitimin ticarileştirilmesi, “reklamcılığın işbirlikçi pedagojisi” [66] eğitimin etik, toplumsal ve politik boyutlarının marjinalize olmasını beraberinde getirmektedir.    

Bu eğilim her öğrencinin gündelik yaşamında gözlemlenebilir: bir öğrenci daha okul binalarına girmeden önce, reklam imgeleriyle karşılaşmaktadır, zira güne etiketler, çıkartmalar, reklamlarla baştan aşağı süslenmiş bir okul otobüsüne binerek gelmektedir; okula girdikten sonra ise, tuvaletlerde ve koridorlarda çeşitli posterler, afişler görürler; sınıfa girdiklerinde ise sanatsal çalışmalarının ve sınıf projelerinin çok çeşitli başka afişlerle donatılmış olduğunu fark ederler; derse başlamadan önce birkaç dakika Kanal 1’i izlemeleri istenir, orada “30 saniyelik TV reklamı için 200.000 USD alındığını” duyar” [67]; defterlerini kitaplarını çıkardıklarında, kapaklarda çeşitli dizaynlar görürler ve başka bir reklamla karşılaşırlar;  defterlerini açınca matematik alıştırmasında şirket gelirleriyle ilgili örnekler olabilir ya da biyoloji kitabında büyük bir ilaç şirketinin son buluşlarından söz edilebilir; sınıf faaliyetlerinde yeni ürünler için fikir geliştirmeye yönelik beyin fırtınası yapılabilir ya da araştırmalar tamamlanabilir ve Pazar araştırma etütleri yapılır; sınıftan çıktıktan sonra ise kafeteryalarında sağlıksız fast food satıldığını ve spor takımlarının şirket logolarıyla donatılmış formalar giydiğini görürler. Bunların yaşamda bir kötü ütopya günü olması mümkündür elbette, ancak bu faaliyetlerden her biri belgelenmiştir. [68]
Holdinglerin ve reklamcıların neden okula girmek isteyebileceklerini sorgulayabiliriz. Öncelikle, gençlik yılda 172milyar USD’ın üzerinde harcama yapmaktadır. [69] İkinci olarak, gençler anne babalarının harcama alışkanlıkları üzerinde, pazarlamacıların “nag” faktörü dedikleri durmadan sızlanma ve dır dır etme sayesinde olağanüstü değişikliklere neden olabilirler ve 2000 yılında böyle “etkilenmiş aile alışverişleri 500 milyar doları bulmuştur.” [70] Son olarak da, gençler “eğitimdeki tüketiciler” olarak adlandırılmıştır; hayatlarının sonuna kadar sürebilecek “marka sadakati” geliştirmektedirler. Bir reklam yöneticisinin dediği gibi, “bu neslin tüketim ekonomisindeki etkisi olağanüstü. Y neslinin ihtiyaçları ve görüşleri, pek çok yetişkinin satın alma kararlarını yönlendirmekte ve açıkçası onlar çoğu tüketim markaları için geleceğin pazarını temsil ediyorlar.” [71] Bu “marka sadakati” tercihin ya da stilin ötesine geçerek, tütüne, kolaya ve başka fiziksel maddelere ömür boyu alışkanlık anlamına gelebilmektedir. Holdingler okullarla ilişkilerini ‘ortaklık’ olarak tanımlasalar ve okulların buradan elde ettikleri faydanın altını çizseler de, onlar yalnızca kar amacı gütmektedirler.  Bu holdinglerin cömertliği ve yardımseverliği değildir: öncelikle okulda reklam vermenin maliyeti, tüketim ürününün fiyatına yedirilmiştir; bunu ödeyenler yine biziz. İkincisi, eğitime holdinglerin katılımı, sadece okullara verdikleri paradan çok daha fazlasını kazanmayı bekledikleri takdirde  gerçekleşen bir şeydir. Eğitim ve eğitimcilerin tersine reklamcılar, toplum için daha iyi bir gelecek yönünde çalışmamaktadırlar. Ayrıca, holdingler, okul içinde her tür eleştirelliğe ve muhalefete karşı çıkmaktadırlar, okul yöneticileri ya da idarecileri kendi kurumlarını yitirme riskiyle karşılaşmak istemiyorlarsa buna uymak zorundadırlar. [72]
Henry Giroux’nun belirttiği gibi, devletler, holdingler “holding propagandasını gerçek öğrenme yerine koymakta, kamusal ve özel arasındaki zorunlu dengeyi karıştırmakta ve böyle yaparak, okullara da herhangi bir iş muamelesi yapmaktadırlar.” [73] Bu da öğrencinin rolünü tüketici, seyirci ve pasif vatandaş olmaya zorlamaktadır. Böylece tüketimcilik demokratik yaşamı aşındırmakta, eğitimi özel birikimin yeniden üretimine indirgemekte, toplumsal direncin kendisini politik tembellikten başka bir biçimde dışa vurmasını engellemekte ve bütün insani ilişkileri hesaplanmış değiş tokuşun ticari transaksiyonu haline getirmektedir. Oysa eğitim, bu çok başat toplumsal uygulamaları eleştirmek için gerekli yansıtıcı kapasiteyi geliştirmek için oluşturulan yerini korumalıdır ve canlı ve enerjik bir kamusal dünya dahilinde sivil sorumluluğun geliştirildiği yer olarak muhafaza edilmelidir.
Sonuç: Arendt, Politik Faaliyet ve Doğum Oranı
Baudrillard tartışması, tüketim toplumuna bir direnç olasılığının göz önüne alınması ile sona erdi, bu olasılık ise, Arendt ile Baudrillard arasında temel bir ayrıma işaret etmektedir. Nasıl Arendt’in savına göre oikos ile agora’nın politik egemenliğe yükselmeleri, gerçekliğin yitirilişini ve dünyaya yabancılaşmayı birlikte getirdiyse, Baudrillard’da da göstergelerin tomurcuklanarak çoğalması, gerçekliğin yitirilmesine yol açmıştır. Ancak, Baudrillard’ın sunduğu üzere her tür direnci emmeye muktedir olan tüketim toplumunun “mutlakiyetçi” karakterine karşıt olarak,   Arendt faaliyet ve söylemin sunabileceği olasılıkların altını çizmektedir. Oikos ile agora’nın politik başatlığına rağmen, faaliyetin hala bizim elimizde olduğunu vurgulamaktadır: “ancak, bu modern insanın kapasitelerini yitirdiği ya da onları yitirme noktasında olduğu anlamına gelmediğini söylemeye gerek bile yok … faaliyette bulunma kapasitesi … hala bizimle.” [74]
Bunun da ötesinde, Arendt faaliyeti doğum oranıyla bağlantıya sokar, “doğumda içrek olan yeni başlangıcın dünyada hissedilebilmesinin yegane nedeni, yeni gelenin, yeni bir şeye başlama kapasitesini de içinde taşımasıdır, yani faaliyette bulunmanın.” [75] Gerçekten de faaliyet ve konuşma sayesinde dünyaya yenilikler getiriyoruz ve insani başlama kapasitesini dışa vuruyoruz. Arendt’in doğum oranı savı, insan tininin esneklik kabiliyetine işaret etmektedir: gençler devamlı olarak yeninin kaynağıdır ve bu sayede dünya yok olmaktan ve yitip gitmekten korunmaktadır. Ama yine de Henry Giroux şöyle diyor, “Birlikte topluca büyümek, Amerikan gençliğinde bir yaşam biçimi oldu…. bu gündelik yaşamın her veçhesinde,  hızlanan ticarileşmede, kamu okullarının ticarileştirilmesi dahil her yerde ortaya çıkmaktadır.” [76] Eğitimin belirgin önemi burada görünür olmaktadır: şayet bu yeni başlangıçların kaynağı, ticari söylemin egemenliği yüzünden üretim ve tüketimin sonsuz çevrimi tarafından kemirilerek emilirse, yitirmek üzere olduğumuz şey polis’imiz ve yaşamın kendisidir.
Tüketim sayesinde kendimizi diğerlerinden ayırmaya ve kendi özdeşliğimizi güvence altına almaya kalkıyoruz, kendimizi biricik, bir kerelik ve farklı olarak işaretliyoruz. Ayrıca, kendimizi insani ilişkilerin dünyası içine sokuyoruz, toplumsal dünyamıza katılmak istiyoruz ve kendimizi daha büyük bir bütünün parçası olarak deneyimlemek istiyoruz. Arendt ile Baudrillard, bunların her ikisinin de nasıl  illüzyonlar olduğunu gösteriyorlar. Simgeleme ve gösterge oluşturma yoluyla insanoğlu her zaman nesneleri kendi yapıntımız olan bir takım özelliklerle donatmıştır ve donatacaktır. Tüketim toplumunda olan ise, bu faaliyetin ticari güçler tarafından, çevremizdeki dünyayı görmek yerine sadece tüketim göstergelerini görmemize yol açar biçimde uygun gördükleri faaliyete dönüştürüldüğüdür. Ancak, eğitimi faaliyet, söylem ve doğum oranının yeri olarak korumakla, bu ”telaşlı kentimize” yeniden sağlık kazandırabiliriz yine de.

Trevor Norris - Çeviri: Tarhan Onur

Okuma Önerileri ve Bibliyografya
Arendt, Hannah. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958.
Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001.
Baudrillard, Jean. “The Consumer Society”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001.
Baudrillard, Jean. The Violence of the Image, www.egs.edu/faculty/baudrillard/baudrillard-the-violence-of-the-image.html
Barber, Benjamin. Jihad vs McWorld: Terrorisms Challenge to Democracy. New York: Ballentine Books, 2001 (1995).
Best, Stephen, & Kellner, Douglas. Postmodern Theory: Critical Interrogations. New York: The Guildford Press, 1991.
Bloom, Allan. The Republic. Chicago: University of Chicago, 1986.
Bocock, Robert. Consumption. London: Routledge, 1993.
Burch, Kerry T. Eros as the Educational Principle of Democracy. New York: Peter Lang, 2000.
Clarke, B. David. The Consumer Society and the Postmodern City. London, Routledge, 2003.
Giroux, Henry. Stealing Innocence: Youth, Corporate Power, and the Politics of Culture. New York: Palgrave, 2000.
Giroux, Henry. The Mouse that Roared: Disney and the End of Innocence. New York: Rowman and Littlefield Publishers, 1999.
Grace, Gerald, “Politics, Markets, and Democratic Schools: On the Transformation of School Leadership”, in A. H. Halsey, Hugh Lauder, Phillip Brown, and Amy Stuart Wells, eds, Education: Culture, Economy, Society. New York: Oxford, 1997.
Kellner, Douglas. Media Spectacle. London, Routledge, 2003.
Kellner, Douglas.Jean Baudrillard: From Marxism to Postmodernism and Beyond. Cambridge, UK: Polity Press, 1989.
Kellner, Douglas. Baudrillard: A New McLuhan? http://www.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/Illumina%20Folder/kell26.htm
Klein, Naomi. No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies. Toronto: Vintage Canada, 2000.
Kincheloe, Joe & Steinberg, Shirley, ed. Kinder Culure: The Corporate Construction of Childhood, Boulder, CO: Westview, 1997.
Lasn, Kalle. Culture Jam: The Uncooling of America. New York: Routledge, 1994.
Molnar, Alex. Giving Kids the Business, Boulder, CO: Westview, 1996.
Peters, Michael. Naming the Multiple: Poststructuralism and Education. Edited by Michael Peters. Connecticut: Bergin and Garvey, 1998.
Postman, Neil. Teaching as a Subversive Activity. New York: Dell Publications, 1969.
Sides, Phyllis. “Captive Kids: Teaching Students to Be Consumers”, in Selling Out Our Schools: Vouchers, Markets, and the Future of Public Education. Milwaukee: Rethinking Schools Publication, 1996.
Weber, Max. The Protestant Work Ethic and the Spirit of Capitalism. Translated by Talcott Parsons. Charles Scribner and Sons: New York, 1958.
Wright, R. George, Selling Words: Free Speech in a Commercial Culture, New York: New York University Press, 1997.
Websites accessed Click Z Networks: Solutions for Marketers, http://www.clickz.com/stats/big_picture/demographics/article.php/5901_3077581
The Center for an American Dream, http://www.newdream.org/campaign/kids/facts.html.
Consumers Union: Nonprofit publisher of Consumer Reports, http://www.consumersunion.org/other/captivekids/index.htm
The Commercialism in Education Unit at Arizona State University, http://www.asu.edu/educ/epsl/ceru.htm;
The Merrow Report on Commercialism in Schools, http://www.pbs.org/merrow/tmr_radio/schools/; ChannelOne,http://www.channelone.com/

Notlar
[1] Greenspan, Robyn. The Kids are Alright with Spending.” September 16, 2003.http://www.clickz.com/stats/big_picture/demographics/article.php/5901_3077581. Accessed June 25, 2004.
[2] Plato. The Republic, Translated by Allan Boom. Chicago: University of Chicago Press, 1986, 373d-e.
[3] Barber, Benjamin. Jihad vs McWorld: Terrorisms Challenge to Democracy. New York: Ballentine Books, 2001 (1995), page xxvi.
[4] Ibid, pages xi-xii.
[5]Hannah Arendt. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958, page 1.
[6] Ibid, page 2.
[7] Ibid, page 4.
[8] Max Weber. The Protestant Work Ethic and the Spirit of Capitalism. Translated by Talcott Parsons. Charles Scribner and Sons: New York, 1958.
[9] Peter McLaren and Zeus Leonardo. “Jean Baudrillard: From Marxism to Terrorist Pedagogy,” in Naming the Multiple: Poststructuralism and Education. Edited by Michael Peters. Connecticut: Bergin and Garvey, 1998, page 218.
[10] Hannah Arendt. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958, page 7.
[11] Ibid, page 115.
[12] Ibid, page 131.
[13] Ibid, page 59.
[14] Ibid, page 36.
[15] Ibid, page 76.
[16] Ibid, page 175.
[17] Ibid, page 7.
[18] Ibid, page 176.
[19] Ibid, page 28.
[20] Ibid, page 178.
[21] Ibid, page 179.
[22] Ibid, page 28.
[23] For an insightful and compelling study of this concept see: C. B. MacPhearson, The Political Theory of Possessive Individualism. Oxford: Oxford University Press, 1962.
[24] Hannah Arendt. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958, page 126.
[25] Ibid, page 125.
[26] Ibid, page 126.
[27] Ibid, page, 209.
[28] Ibid, page 209.
[29] Ibid, page 126.
[30] Michael Peters, “Introduction”, in Naming the Multiple: Poststructuralism and Education. Edited by Michael Peters. Connecticut: Bergin and Garvey, 1998, page 4.
[31] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 22.
[32] Ibid, page 20.
[33] Douglas Kellner. Baudrillard: A New McLuhan? Page 2. http://www.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/Illumina%20Folder/kell26.htm. Accessed June 25, 2004.
[34] Peter McLaren and Zeus Leonardo. “Jean Baudrillard: From Marxism to Terrorist Pedagogy,” in Naming the Multiple: Poststructuralism and Education. Edited by Michael Peters. Connecticut: Bergin and Garvey, 1998, page 222.
[35] Ibid, page 222-223.
[36] Baudrillard, Jean. “The Consumer Society”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 41.
[37] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 25. Emphasis in original.
[38] See Don Delillo’s extraordinary novel on this theme, White Noise. New York: Penguin, 1999.
[39] Jean Baudrillard, The Violence of the Image, page 1.www.egs.edu/faculty/baudrillard/baudrillard-the-violence-of-the-image.html
[40] Ibid, page 1.
[41] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 28.
[42] Hannah Arendt. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958, page 320.
[43] Ibid, page 7.
[44] Baudrillard, Jean. “The Consumers Society”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 32.
[45] Jean Baudrillard, The Violence of the Image, page 1. www.egs.edu/faculty/baudrillard/baudrillard-the-violence-of-the-image.html
[46] Ibid, page 1.
[47] Baudrillard, Jean. “The Consumers Society”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 32.
[48] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 16.
[49] Ibid, page 24.
[50] Ibid, page 30.
[51] Ibid, page 28.
[52] Ibid, page 21.
[53] Ibid, page 28.
[54] Robert Bocock. Consumption. London: Routledge, 1993, page 69.
[55] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 28.
[56] Ibid, page 22.
[57] Baudrillard, Jean. “The Consumers Society”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 34.
[58] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 20.
[59] Peter McLaren and Zeus Leonardo. “Jean Baudrillard: From Marxism to Terrorist Pedagogy,” in Naming the Multiple: Poststructuralism and Education. Edited by Michael Peters. Connecticut: Bergin and Garvey, 1998, page 221.
[60]Giroux, Henry. Stealing Innocence: Youth, Corporate Power, and the Politics of Culture. New York: Palgrave, 2000, page 173.
[61] Kerry T. Burch. Eros as the Educational Principle of Democracy. New York: Peter Lang, 2000, page 197.
[62] Baudrillard, Jean. “The System of Objects”, in Jean Baudrillard: Selected Writings, edited by Mark Poster. Stanford: Stanford University Press, 2001, page 23.
[63] “Captive Kids:A report on Commercial Pressures on Kids at Schools”, Consumers Union: Nonprofit publisher of Consumer Reports.http://www.consumersunion.org/other/captivekids/index.htm. Accessed June 25, 2004.
[64]Giroux, Henry. Stealing Innocence: Youth, Corporate Power, and the Politics of Culture. New York: Palgrave, 2000, page 173.
[65] Neil Postman. Education as a Subversive Activity. New York: Dell Publications, 1969.
[66] Kerry T. Burch. Eros as the Educational Principle of Democracy. New York: Peter Lang, 2000, page 197.
[67] Erika Shaker. “Youth News Network and the Commercial Carpet-Bombing of the Classroom”. Canadian Center for Policy Alternatives, October, 1999. For more on Channel One see: Naomi Klein, No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies. Toronto: Vintage Canada, 2000; The Commercialism in Education Unit at Arizona State University, http://www.asu.edu/educ/epsl/ceru.htm; The Merrow Report on Commercialism in Schools,http://www.pbs.org/merrow/tmr_radio/schools/http://www.channelone.com/;
[68] See for example: Giroux, Henry. Stealing Innocence: Youth, Corporate Power, and the Politics of Culture. New York: Palgrave, 2000; Giroux, Henry. The Mouse that Roared: Disney and the End of Innocence. New York: Rowman and Littlefield Publishers, 1999; Kincheloe, Joe & Steinberg, Shirley, ed. Kinder Culure: The Corporate Construction of Childhood, Boulder, CO: Westview, 1997;Molnar, Alex. Giving Kids the Business, Boulder, CO: Westview, 1996; Sides, Phyllis. “Captive Kids: Teaching Students to Be Consumers”, in Selling Out Our Schools: Vouchers, Markets, and the Future of Public Education. Milwaukee: Rethinking Schools Publication, 1996; and Naomi Klein, No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies. Toronto: Vintage Canada, 2000.
[69] http://www.clickz.com/stats/big_picture/demographics/article.php/5901_3077581. Accessed June 25, 2004.
[70] http://www.newdream.org/campaign/kids/facts.html. Accessed June 25, 2004.
[71] http://www.clickz.com/stats/big_picture/demographics/article.php/5901_3077581. Accessed June 25, 2004.
[72] Numerous examples of the ways in which corporations enforce their presence, from suspending students who criticize the corporations, to preventing teachers from turning off Channel One, can be found in: Henry Giroux. Disturbing Pleasures: Learning Popular Culture, New York: Routledge, 1994; Kincheloe, Joe & Steinberg, Shirley, ed. Kinder Culure: The Corporate Construction of Childhood, Boulder, CO: Westview, 1997; and Naomi Klein, No Logo: Taking Aim at the Brand Bullies. Toronto: Vintage Canada, 2000.
[73] Giroux, Henry. Stealing Innocence: Youth, Corporate Power, and the Politics of Culture. New York: Palgrave, 2000, page 173.
[74] Hannah Arendt. The Human Condition. Chicago: University of Chicago Press, 1958, page 323.
[75] Ibid, page 9.
[76] Giroux, Henry. Stealing Innocence: Youth, Corporate Power, and the Politics of Culture. New York: Palgrave, 2000, page 174.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder