Politik açıdan son zamanlardaki toplumsal olayların en can alıcı
yanı bu temsil etme bunalımıdır. Ancak bu bunalım, tek başına, sistem
açısından ölümcül bir tehlike oluşturmadığından ve (sendikalar da dahil olmak
üzere) özerk yönetim (autogestion) adlı genelleştirilmiş bir şema üstüne oturtulan
(eski gücüne yeniden kavuşturulmaya çalışılan) bu bunalımın, biçimsel açıdan
şimdiden aşılıp geçilmiş olduğu söylenebilir. Artık iktidara vekalet söz konusu
değildir. Üretimden artık herkes sorumludur! Yeni ideolojik kuşak kendini
göstermeye başlamıştır! Ancak çok zorlanacağı kesindir çünkü bu bunalım çok
daha derinlerde bir yerlerden kaynaklanan ve bizzat üretim, verimlilik
sistemiyle ilgili bir başka bunalıma eklemlenmek durumundadır. Üstelik o
noktada da göçmen işçiler, hiç kuşkusuz, olayın çözümleyicisi konumundadırlar.
‘’Proletarya’’ ile onu temsil eden süreçleri nasıl çözümlediyseler, emekçilerin
kendi emek güçleriyle olan ilişkileriyle verimli bir güç (yoksa temsil edici bir süreç olarak aralarından
yalnızca bir kaçı değil) olarak kendi kendileriyle olan ilişkilerini de aynı
şekilde çözümlemişlerdir. Bunun nedeni yakın bir geçmişte (kendi ülkelerinde
–çn) verime dayanmayan bir gelenekten kopartılıp alınmış olmalarıdır. Çünkü
Batılı bir emek süreci içine çekilebilmeleri için, toplumsal açıdan bir önceki
yapılanmadan kurtulmaları gerekiyordu. Buna karşılık onlar da Batılı toplumları
egemenliği altına almış olan, bu genel çalışma süreciyle üretim ahlakının
yapısını derinlemesine değiştirecektir.
Avrupa emek pazarında, güçlerinden yararlanmak üzere işe
alınmaları sanki Avrupalı proletaryanın emek ve üretim karşısında giderek
anlamını yitirmesine neden oluyor gibidir. Oysa üzerinde durulan konu yalnızca
toplumun bünyesinde zaten hep var olmuş olan çalışmaya direnme denilen
(çalışmayı frenleme, zaman öldürme, işi ekme, vs) ‘’gizli kapaklı’’ uygulamalar
değil – çünkü bu kez açıkça kolektif ve kendiliğinden denilebilecek bir şekilde
işçiler aniden işi bırakmakta, hiçbir talepte bulunmamakta, hiçbir toplu
tartışmaya katılmamakta, sendikalar ve işverenleri büyük bir umutsuzluğa
sürükleyen bu tür davranışlardan sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi ertesi
pazartesi hep birlikte işlerinin başına dönmektedirler. Bu ne
bir bozgun ne de zaferdir. Bu bir grev değil tezgah
kapatma olayıdır. Kulağa grev teriminden çok daha hoş gelen ‘’tezgah
kapatma’’ bizi oldukça aydınlatan bir terimdir. Çünkü bu terimle birlikte
çalışma disiplini denilen şey hapı yutmakta, sınai kolonizasyonun iki yüzyıldan
bu yana Avrupa’ya dayattığı tüm ahlaki ve uygulamaya yönelik normlar (herhangi
bir somut çaba harcanmadan, işin doğrusu, ‘’sınıflar arası bir mücadele’’ bile
olmadan) çözülmekte ve unutulmaya mahkum edilmektedirler. İşe devamsızlık,
lakaytlık, çalışma saatlerine riayet etmemenin yanı sıra ücrete, ifrata, kademe
atlama, birikim ve öngörüye dayalı bir zorlanmaya karşı duyarsızlık – yalnızca
yapılması gereken yapıldıktan sonra çalışmama ve daha sonra yeniden işinin
başına dönme. Kolonyalistlerin ‘’az gelişmiş’’ ülkelerdeki insanları yapmakla
suçladıkları davranışların birebir aynıları. Bu insanların emek/değer, rasyonel
ve sürekli bir zaman, ücrete dayalı kazanç, vs anlayışına uygun davranmalarını
sağlayabilme olanaksızlığı. Onlar ancak deniz ötesi bir yerlere gönderildiklerinde
bir çalışma süreciyle bütünleşebilmektedirler. Batılı işçilerse tam da bu
noktada giderek ‘’az gelişmişlere’’ özgü davranış biçimlerine doğru bir
‘’gerileme’’ göstermektedirler. Kolonizasyonun en ileri biçiminin (yani el
emeği ithalatının) batılı proletaryanın yoldan çıkmasına neden olması alınan
bir rövanş değilse nedir? Belki de bir gün batılı proletaryanın az gelişmiş
ülkelere ihraç edilerek onlara emeğin sahip olduğu tarihsel ve devrimci
değerleri yeniden öğretmesi istenebilir.
Ultra-kolonize edilmiş göçmen işçilerle (kolonilerde verim yoksa
o ülkelerden işçi ithal edersiniz olur biter) tüm toplumsal (okul, fabrika
kısaca her yerde emeğe yapılan yatırımın hot evresinden cool ve sinik
bir işini yapma evresine
geçilmektedir) sektörler çok yakın bir ilişki içindedirler. İşte bu ‘’vahşi’’
duyarsızlık evreninden ‘’rasyonel’’ çalışma evrenine henüz yeni geçmiş olan
göçmen işçiler (ve genç ya da kırsal kesimden gelmiş Uzman İşçiler) çalışmanın
zorunlu kıldığı bu kolektifleşme sürecinde, batılı toplumun karşı karşıya
kaldığı yani, tehlikeli, yüzeysel ve nedensizle; yaklaşıl iki yüzyıl önce aynı
Batıda inanılmaz bir çaba sarf edilerek dayatılan bu sınai disiplini Batı bu
disipline sokma işini gerçek anlamda asla tam olarak beceremediğinden tehlikeli
bir bel verme sürecine girmiştir (bu süreç aslında deniz-ötesi denilen diğer
kolonizasyon olayından daha uzun sürmeyecektir)- bir ahlak biçimi, bir kültür,
bir efsaneye dönüştürülmeye çalışılan kolektif paranoyayı çözümlemeye
çabalamaktadırlar.
Jean Baudrillard – Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm / s.45-46
Kitabın tamamını pdf
olarak buradan indirebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder