27 Ocak 2012 Cuma

Yoldan Çıkan Proletarya

Politik açıdan son zamanlardaki toplumsal olayların en can alıcı yanı bu temsil etme   bunalımıdır. Ancak bu bunalım, tek başına, sistem açısından ölümcül bir tehlike oluşturmadığından ve (sendikalar da dahil olmak üzere) özerk yönetim (autogestion) adlı genelleştirilmiş bir şema üstüne oturtulan (eski gücüne yeniden kavuşturulmaya çalışılan) bu bunalımın, biçimsel açıdan şimdiden aşılıp geçilmiş olduğu söylenebilir. Artık iktidara vekalet söz konusu değildir. Üretimden artık herkes sorumludur! Yeni ideolojik kuşak kendini göstermeye başlamıştır! Ancak çok zorlanacağı kesindir çünkü bu bunalım çok daha derinlerde bir yerlerden kaynaklanan ve bizzat üretim, verimlilik sistemiyle ilgili bir başka bunalıma eklemlenmek durumundadır. Üstelik o noktada da göçmen işçiler, hiç kuşkusuz, olayın çözümleyicisi konumundadırlar. ‘’Proletarya’’ ile onu temsil eden süreçleri nasıl çözümlediyseler, emekçilerin kendi emek güçleriyle olan ilişkileriyle verimli bir güç (yoksa temsil edici bir süreç olarak aralarından yalnızca bir kaçı değil) olarak kendi kendileriyle olan ilişkilerini de aynı şekilde çözümlemişlerdir. Bunun nedeni yakın bir geçmişte (kendi ülkelerinde –çn) verime dayanmayan bir gelenekten kopartılıp alınmış olmalarıdır. Çünkü Batılı bir emek süreci içine çekilebilmeleri için, toplumsal açıdan bir önceki yapılanmadan kurtulmaları gerekiyordu. Buna karşılık onlar da Batılı toplumları egemenliği altına almış olan, bu genel çalışma süreciyle üretim ahlakının yapısını derinlemesine değiştirecektir.


Avrupa emek pazarında, güçlerinden yararlanmak üzere işe alınmaları sanki Avrupalı proletaryanın emek ve üretim karşısında giderek anlamını yitirmesine neden oluyor gibidir. Oysa üzerinde durulan konu yalnızca toplumun bünyesinde zaten hep var olmuş olan çalışmaya direnme denilen (çalışmayı frenleme, zaman öldürme, işi ekme, vs) ‘’gizli kapaklı’’ uygulamalar değil – çünkü bu kez açıkça kolektif ve kendiliğinden denilebilecek bir şekilde işçiler aniden işi bırakmakta, hiçbir talepte bulunmamakta, hiçbir toplu tartışmaya katılmamakta, sendikalar ve işverenleri büyük bir umutsuzluğa sürükleyen bu tür davranışlardan sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi ertesi pazartesi hep birlikte işlerinin başına dönmektedirler. Bu ne bir bozgun ne de zaferdir. Bu bir grev değil tezgah kapatma olayıdır. Kulağa grev teriminden çok daha hoş gelen ‘’tezgah kapatma’’ bizi oldukça aydınlatan bir terimdir. Çünkü bu terimle birlikte çalışma disiplini denilen şey hapı yutmakta, sınai kolonizasyonun iki yüzyıldan bu yana Avrupa’ya dayattığı tüm ahlaki ve uygulamaya yönelik normlar (herhangi bir somut çaba harcanmadan, işin doğrusu, ‘’sınıflar arası bir mücadele’’ bile olmadan) çözülmekte ve unutulmaya mahkum edilmektedirler. İşe devamsızlık, lakaytlık, çalışma saatlerine riayet etmemenin yanı sıra ücrete, ifrata, kademe atlama, birikim ve öngörüye dayalı bir zorlanmaya karşı duyarsızlık – yalnızca yapılması gereken yapıldıktan sonra çalışmama ve daha sonra yeniden işinin başına dönme. Kolonyalistlerin ‘’az gelişmiş’’ ülkelerdeki insanları yapmakla suçladıkları davranışların birebir aynıları. Bu insanların emek/değer, rasyonel ve sürekli bir zaman, ücrete dayalı kazanç, vs anlayışına uygun davranmalarını sağlayabilme olanaksızlığı. Onlar ancak deniz ötesi bir yerlere gönderildiklerinde bir çalışma süreciyle bütünleşebilmektedirler. Batılı işçilerse tam da bu noktada giderek ‘’az gelişmişlere’’ özgü davranış biçimlerine doğru bir ‘’gerileme’’ göstermektedirler. Kolonizasyonun en ileri biçiminin (yani el emeği ithalatının) batılı proletaryanın yoldan çıkmasına neden olması alınan bir rövanş değilse nedir? Belki de bir gün batılı proletaryanın az gelişmiş ülkelere ihraç edilerek onlara emeğin sahip olduğu tarihsel ve devrimci değerleri yeniden öğretmesi istenebilir.


Ultra-kolonize edilmiş göçmen işçilerle (kolonilerde verim yoksa o ülkelerden işçi ithal edersiniz olur biter) tüm toplumsal (okul, fabrika kısaca her yerde emeğe yapılan yatırımın hot evresinden cool ve sinik bir işini yapma evresine geçilmektedir) sektörler çok yakın bir ilişki içindedirler. İşte bu ‘’vahşi’’ duyarsızlık evreninden ‘’rasyonel’’ çalışma evrenine henüz yeni geçmiş olan göçmen işçiler (ve genç ya da kırsal kesimden gelmiş Uzman İşçiler) çalışmanın zorunlu kıldığı bu kolektifleşme sürecinde, batılı toplumun karşı karşıya kaldığı yani, tehlikeli, yüzeysel ve nedensizle; yaklaşıl iki yüzyıl önce aynı Batıda inanılmaz bir çaba sarf edilerek dayatılan bu sınai disiplini Batı bu disipline sokma işini gerçek anlamda asla tam olarak beceremediğinden tehlikeli bir bel verme sürecine girmiştir (bu süreç aslında deniz-ötesi denilen diğer kolonizasyon olayından daha uzun sürmeyecektir)- bir ahlak biçimi, bir kültür, bir efsaneye dönüştürülmeye çalışılan kolektif paranoyayı çözümlemeye çabalamaktadırlar.


Jean Baudrillard – Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm / s.45-46
Kitabın tamamını pdf olarak buradan indirebilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder