Sanço
Panço bir taşra kentinin sinema salonuna girer. Don Kişot’u arar ve onu kenarda
bir yerde otururken bulur, ekrana kilitlenmiştir. Salonda boş yer yok
gibidir,-bir tür loca olan- galeri gürültücü çocuklarla tıka basa doludur.
Faydasız birkaç girişimden sonra Don Kişot’a ulaşamayacağını anlayan Sanço
isteksizce orta sırada bir kız çocuğunun yanına oturur (Dulcinea mıdır?). Film
gösterimi başlamıştır, kostümlü bir filmdir, ekranda, silahlı şövalyeler
koşturmaktadır, bir anda tehlike içinde bir kadın görünür ekranda. Don Kişot
aniden ayağa kalkar, kılıcını kınından çıkarır, ekrana doğru atılır ve kılıç
darbeleri ekran perdesini yıkmaya başlar. Ekranda hala kadın ve şövalyeler
gözükmektedir ama Don Kişot’un kılıç darbesiyle açtığı kara delik giderek daha da
büyümekte, görüntüleri durmak bilmeden yalayıp yutmaktadır. Sonunda ekrandan
geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır, sadece onu tutan ahşap çerçeve
görünmektedir. Öfkeli izleyiciler salonu terk eder ama locadaki çocuklar Don
Kişot’a tezahüratlarını sürdürürler, adeta onun fanatik taraflarına
dönüşmüşlerdir. Sadece orta sırada oturan kız çocuğu ona suçlayıcı ve
azarlayıcı bir tavırla bakmaktadır.
Hayallerimizle ne yapmamız
gerekir? Onları sevmeli miyiz, hayallerimize onları yok etmemizi gerektirecek
ölçüde inanmalı mıyız, onların gerçek olmadığını mı ispatlamalıyız (Orson
Welles sinemasının anlamı belki de budur). Eninde sonunda, boş oldukları
anlaşılınca, tatmin edilmemiş oldukları anlaşılınca, onları meydana getiren
hiçliği gösterdiklerinde, işte sadece o zaman onların hakikat değerini
azaltmalı ve –kurtardığımız- Dulcinea’nın bizi asla sevemeyeceğini anlamalıyız.
Giorgio Agamben / Dünyevileştirmeler, s.159-160
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder