Zamandan
söz ettiğim sırada onun varlığını hissedemiyorum.
Bir
yerden söz ettiğim sırada o yer ortadan kaybolup gitmiş oluyor.
Bir
insandan söz ettiğim sırada o insan ölmüş oluyor.
Zamandan
söz ettiğim sırada akıp geçmiş oluyor.
Bu
durumda insanın ortadan kaybolup gittiği bir dünyadan söz edebiliriz.
Burada söz konusu olan şey ortadan
kaybolmadır yoksa tükenme, yok olup gitme ya da ortadan kaldırılma değil.
Kaynakların tüketilmesi, türlerin yok edilmesi gibi şeyler fiziksel süreçler ya
da doğal olgulardır.
Zaten
bütün fark da burada yani insanoğlunun kesinlikle özgün bir ortadan kaybolma
biçimi icat etmiş olan yegane varlık olup, bunun doğa yasalarıyla hiçbir
ilişkisinin bulunamamasındadır. Belki de bu bir ortadan kaybolma sanatıdır.
Arşimed’in
Bulunduğu Nokta
İşe gerçeğin ortadan kaybolmasından
başlayalım. İletişim araçlarıyla sanal teknolojinin ortaya çıktığı ve her yerin
değişik tipte ağlarla kaplandığı bir çağda gerçekliğin katledilmesinden
yeterince söz edildi. Bu arada gerçeğin ne zaman ortaya çıkmış olduğu meselesi
unutulup gitti. Biraz yakından incelendiğinde gerçek dünyanın bilimsel,
analitik yöntemle değiştirilip dönüştürülme ve bu işin teknoloji aracılığıyla
gerçekleştirilme kararının verildiği modernleşme çağında ortaya çıktığı
görülmektedir. Hannah Arendt’in deyişiyle yeryüzü dışında (Galileo’nun
teleskopu bulması ve matematiksel hesabın keşfedilmesiyle başlayan) bir Arşimed
noktası icat edilerek doğal dünya kesinlikle bu noktanın dışında kalan bir yere
taşınmıştır. Bu bir yandan dünyayı çözümlemeye ve dönüştürmeye çalışan insanın
aynı zamanda bir gerçekliğe benzettiği dünyadan kopmaya başladığı andır.
Öyleyse paradoksal bir şekilde gerçek dünyanın ortaya çıktığı andan itibaren
ortadan kaybolmaya başladığı söylenebilir.
Sahip
olduğu o istisnai öğrenme yeteneği sayesinde insan bir yandan dünyaya bir
anlam, bir değer ve bir gerçeklik kazandırmaya çalışırken, diğer yandan bunlara
koşut bir şekilde eriyip gitmelerini sağlayacak bir süreç başlatmıştır (‘’çözümlemek’’
sözcüğün gerçek anlamında ‘’eritmek’’ demektir).
Hiç
kuşkusuz daha önceki dönemlere giderek kavram ve dilyetisi sözcüklerinin de ne
zaman ortaya çıkmış olduklarına bir bakmak gerekir. Çünkü insan şeyleri
kafasında canlandırıp, isimlendirip kavramsallaştırarak var ederken aynı
zamanda da onları ait oldukları ham gerçekliğin içinden kurnazca çekip alarak
yok olmalarına neden olmaktadır. Örneğin, sınıf mücadelesi de Marx onu bu
şekilde adlandırdıktan sonra ortaya çıkmıştır. Oysa Marx ona bu ismi yakıştırmadan
önce de çok yoğun bir mücadele vardı. Bu ismi aldıktan sonra zaman içinde
yoğunluğunu yitirmiştir. Bir şeye bir isim verilip, temsil edilebilir bir hale
getirilip, bir kavram niteliği kazandırıldığı andan itibaren o şey bir hakikate
dönüşme ya da kendini bir ideoloji olarak dayatma pahasına bile olsa yavaş
yavaş canlılığını yitirmektedir. Bilinçaltı ve Freud tarafından keşfedilmesi
konusunda da benzer şeyeler söyleyebiliriz. Bir kavram ortaya çıkmaya
başladığında temsil ettiği şey ortadan kalkmaya başlamaktadır.
Hegel,
baykuş gün batarken uyanır demektedir.
Kendisinden
sanki bir gerçeklikten, tartışılmaz bir gerçeklikten söz edercesine söz edilen
ve hakkında bu kadar çok şey söylenen küreselleşme belki de artık
popülaritesini yitirmiş bir hareket olup, biz şu anda başka bir şeyle
cebelleşebiliyor olabiliriz.
Gerçek,
kavramın içine bu yöntemle sokulup yok edilmektedir. Daha da paradoksal olarak
nitelendirilebilecek bir şey varsa o da kavramın, fikrin (ama aynı zamanda
fantazm, ütopya, düş ve arzunun) tam ters denilebilecek bir süreç aracılığıyla
gerçekleştirilme anında nasıl ortadan kaybolduğudur. Gerçeklik abartılı
boyutlara ulaşıp her şey yok olmaya başladığında, sınır tanımayan teknolojik
olarak zihinsel ya da maddi anlamda her yeri sarıp sarmalamaya başladığında,
insan sahip olduğu tüm olanakları zorlayarak –materyalizmin ulaştığı en üst
aşama olarak nitelendirilebilecek istisnasız tüm yaşam alanlarından kovarak-
kendisini içine kabul etmeyen yapay bir dünya oluşturup ortadan kaybolabilmektedir.
(Marx’a göre bu yorumlamanın ulaştığı idealist bir aşama olup, bu aşamada
dünyanın insandan yoksun bir dünya haline getirilmesinin önü alınamayacaktır).
Böyle bir dünya kesinlikle nesneldir, çünkü ortada onun varlığına tanıklık
yapabilecek hiç kimse kalmamıştır. Tamamıyla işlemsel bir biçim
kazandırıldığından bizim tarafımızdan zihinsel bir şekilde canlandırılmaya
ihtiyacı olmadığı gibi kafada yeniden canlandırılması da olanaksızdır.
Zira
insanın temel özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar zorlamamakken,
teknolojik nesnenin temel özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar
zorlayarak bunların çok ötesine geçip, kendisiyle insan arasına kesin bir sınır
çizgisi çekmek hatta yaşamın her alanında insana karşı kullanabileceği sınırsız
sayıda olanağa sahip olup, belli bir süre sonra insanın tamamıyla ortadan
kaybolmasını sağlamaktır.
Marx’ın
öngördüğü modern dünya çelişki üstüne oturan, olumsuz sürecin itici gücü görevi
yaptığı bir yerken; zaman içinde giderek abartılı boyutlara ulaşan kusursuzlaşma
çabasıyla şeylerin var olabilmek için artık karşıtlarına gerek duymadıkları,
ışığın var olabilmek için artık gölgeye, dişilin var olabilmek için erile (ya
da tersi) ihtiyaç duymadığı, iyiliğin artık kötülüğe, dünyanın ise artık bizim
varlığımıza gerek duymadığı bir yer haline gelmiştir.
Bunlar
bize insanın (ve bunla ilişkili her şeyin, örneğin Günthers Anders’in sözünü
ettiği geçerliğini yitirmiş olmak, değerlerin can çekişmesi, vs.) ortadan
kayboluş biçimini kendine özgü içsel bir mantığa boyun eğdiğini, insanlığın en
büyük projesini gerçekleştirmesinin, evreni egemenlik altına alma gibi devasa
bir projeyi gerçekleştirme arzusunun, her şeyi bilen bir varlık olmaya
çalışmasının –ki, onun hayvan türünden çok daha hızlı bir şekilde ortadan
kaybolmasını hızlandıran şey budur- artık tüm doğallığını yitiren gelişme
sürecini hızlandırmanın bir sonucuna benzediğini göstermektedir.
İnsan
bütün bunları sıradan bir ölüm içtepisine boyun eğerek, kendi üstüne
kapanmasına, zihinsel gerilemeye yol açabilecek birbirlerinden ayırt edilemeyen
biçimlere dönüşerek değil; tam tersine gidilebilecek en uç noktaya kadar
gitmesini sağlayacak bir içtepiye boyun eğerek, tüm gücünü ve yeteneklerini
hatta içi ölümü bile ortadan kaldırmayı düşlemeye kadar götürerek yapmaktadır.
İşin
en tuhaf olan yanı öyle ya da böyle yapmak arasında herhangi bir fark
bulunmamasıdır. Yaşama arzusunu (Eros’u, tabii Eros sahip olunan tüm
yeteneklerin ortaya dökülmesi, bilimsel araştırma, bilinç ve haz alma
konularında derinleşmek anlamına geliyorsa) olabilecek en uç noktalara taşımak
insanlığın yine sanal düzeyde ortadan kaybolmasına yol açmaktadır. Sanki bir
yerlerde birileri bizim için böyle bir yazgı belirlemiş ve biz de uzun bir
süreliğine bu programı yaşama geçirmek zorundaymışız gibi davranıyoruz ki, bu
da insanı zorla apoptoz olarak adlandırılan hücrelerin kendi kendilerini yok
etme sürecini başlatmasını düşünemeye zorluyor.
İnsan
bütün bunları kendisinden kaçılması olanaksız bir yazgıya benzetebilir ya da
bir yazgı illüzyonu şeklinde algılayabilir. Biz de bu yazgının gidişatına boyun
eğerek sonunda Canetti’nin sözünü ettiği o nokta, yani vanishing point’i aşıp (ufuk noktasının ötesine) geçmiş olabiliriz;
başka bir deyişle insanlık farkına bile varmadan gerçeklik ve tarihe son
vermiş; hakiki ve sahte arasındaki her türlü ayrım ortadan kaybolmuş alabilir,
vs.
Bu
durumda bizim ve sahip olduğumuz bedenin bizi tamamıyla egemenliği altına almış
olan teknolojinin (düşüncenin yapay zekaya özgü bir ilk dönem / çocukluk dönemi
hastalığı olarak görülmesi ya da insanın makineye özgü bir ilk dönem hastalığı,
ya da gerçeğin sanala özgü bir ilk dönem hastalığı olması gibi) görünmez /
hayaletleşmiş parçası, zayıf halkası, ilk dönem hastalığından başka bir şeye
benzemediği söylenebilir.
Her
şeyin hala bir başlangıç noktası bir de sonu olduğuna, neden sonuç
ilişkilerine, doğum ve ölüm, ortaya çıkma ve ortadan kaybolma süreçlerine boyun
eğen çizgisel gelişme perspektifine uygun bir şekilde olup bittiğine
inanılmaktadır.
Jean Baudrillard – Neden Her Şey HalaYok Olup Gitmedi? /s.7-12
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder