4 Eylül 2012 Salı

Neden Her Şey Hala Yok Olup Gitmedi?


            Zamandan söz ettiğim sırada onun varlığını hissedemiyorum.
            Bir yerden söz ettiğim sırada o yer ortadan kaybolup gitmiş oluyor.
            Bir insandan söz ettiğim sırada o insan ölmüş oluyor.
            Zamandan söz ettiğim sırada akıp geçmiş oluyor.
            Bu durumda insanın ortadan kaybolup gittiği bir dünyadan söz edebiliriz.

Burada söz konusu olan şey ortadan kaybolmadır yoksa tükenme, yok olup gitme ya da ortadan kaldırılma değil. Kaynakların tüketilmesi, türlerin yok edilmesi gibi şeyler fiziksel süreçler ya da doğal olgulardır.
            Zaten bütün fark da burada yani insanoğlunun kesinlikle özgün bir ortadan kaybolma biçimi icat etmiş olan yegane varlık olup, bunun doğa yasalarıyla hiçbir ilişkisinin bulunamamasındadır. Belki de bu bir ortadan kaybolma sanatıdır.

Arşimed’in Bulunduğu Nokta

İşe gerçeğin ortadan kaybolmasından başlayalım. İletişim araçlarıyla sanal teknolojinin ortaya çıktığı ve her yerin değişik tipte ağlarla kaplandığı bir çağda gerçekliğin katledilmesinden yeterince söz edildi. Bu arada gerçeğin ne zaman ortaya çıkmış olduğu meselesi unutulup gitti. Biraz yakından incelendiğinde gerçek dünyanın bilimsel, analitik yöntemle değiştirilip dönüştürülme ve bu işin teknoloji aracılığıyla gerçekleştirilme kararının verildiği modernleşme çağında ortaya çıktığı görülmektedir. Hannah Arendt’in deyişiyle yeryüzü dışında (Galileo’nun teleskopu bulması ve matematiksel hesabın keşfedilmesiyle başlayan) bir Arşimed noktası icat edilerek doğal dünya kesinlikle bu noktanın dışında kalan bir yere taşınmıştır. Bu bir yandan dünyayı çözümlemeye ve dönüştürmeye çalışan insanın aynı zamanda bir gerçekliğe benzettiği dünyadan kopmaya başladığı andır. Öyleyse paradoksal bir şekilde gerçek dünyanın ortaya çıktığı andan itibaren ortadan kaybolmaya başladığı söylenebilir.
            Sahip olduğu o istisnai öğrenme yeteneği sayesinde insan bir yandan dünyaya bir anlam, bir değer ve bir gerçeklik kazandırmaya çalışırken, diğer yandan bunlara koşut bir şekilde eriyip gitmelerini sağlayacak bir süreç başlatmıştır (‘’çözümlemek’’ sözcüğün gerçek anlamında ‘’eritmek’’ demektir).
            Hiç kuşkusuz daha önceki dönemlere giderek kavram ve dilyetisi sözcüklerinin de ne zaman ortaya çıkmış olduklarına bir bakmak gerekir. Çünkü insan şeyleri kafasında canlandırıp, isimlendirip kavramsallaştırarak var ederken aynı zamanda da onları ait oldukları ham gerçekliğin içinden kurnazca çekip alarak yok olmalarına neden olmaktadır. Örneğin, sınıf mücadelesi de Marx onu bu şekilde adlandırdıktan sonra ortaya çıkmıştır. Oysa Marx ona bu ismi yakıştırmadan önce de çok yoğun bir mücadele vardı. Bu ismi aldıktan sonra zaman içinde yoğunluğunu yitirmiştir. Bir şeye bir isim verilip, temsil edilebilir bir hale getirilip, bir kavram niteliği kazandırıldığı andan itibaren o şey bir hakikate dönüşme ya da kendini bir ideoloji olarak dayatma pahasına bile olsa yavaş yavaş canlılığını yitirmektedir. Bilinçaltı ve Freud tarafından keşfedilmesi konusunda da benzer şeyeler söyleyebiliriz. Bir kavram ortaya çıkmaya başladığında temsil ettiği şey ortadan kalkmaya başlamaktadır.
            Hegel, baykuş gün batarken uyanır demektedir.
          Kendisinden sanki bir gerçeklikten, tartışılmaz bir gerçeklikten söz edercesine söz edilen ve hakkında bu kadar çok şey söylenen küreselleşme belki de artık popülaritesini yitirmiş bir hareket olup, biz şu anda başka bir şeyle cebelleşebiliyor olabiliriz.

            Gerçek, kavramın içine bu yöntemle sokulup yok edilmektedir. Daha da paradoksal olarak nitelendirilebilecek bir şey varsa o da kavramın, fikrin (ama aynı zamanda fantazm, ütopya, düş ve arzunun) tam ters denilebilecek bir süreç aracılığıyla gerçekleştirilme anında nasıl ortadan kaybolduğudur. Gerçeklik abartılı boyutlara ulaşıp her şey yok olmaya başladığında, sınır tanımayan teknolojik olarak zihinsel ya da maddi anlamda her yeri sarıp sarmalamaya başladığında, insan sahip olduğu tüm olanakları zorlayarak –materyalizmin ulaştığı en üst aşama olarak nitelendirilebilecek istisnasız tüm yaşam alanlarından kovarak- kendisini içine kabul etmeyen yapay bir dünya oluşturup ortadan kaybolabilmektedir. (Marx’a göre bu yorumlamanın ulaştığı idealist bir aşama olup, bu aşamada dünyanın insandan yoksun bir dünya haline getirilmesinin önü alınamayacaktır). Böyle bir dünya kesinlikle nesneldir, çünkü ortada onun varlığına tanıklık yapabilecek hiç kimse kalmamıştır. Tamamıyla işlemsel bir biçim kazandırıldığından bizim tarafımızdan zihinsel bir şekilde canlandırılmaya ihtiyacı olmadığı gibi kafada yeniden canlandırılması da olanaksızdır.

            Zira insanın temel özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar zorlamamakken, teknolojik nesnenin temel özelliklerinden biri yeteneklerini sonuna kadar zorlayarak bunların çok ötesine geçip, kendisiyle insan arasına kesin bir sınır çizgisi çekmek hatta yaşamın her alanında insana karşı kullanabileceği sınırsız sayıda olanağa sahip olup, belli bir süre sonra insanın tamamıyla ortadan kaybolmasını sağlamaktır.

            Marx’ın öngördüğü modern dünya çelişki üstüne oturan, olumsuz sürecin itici gücü görevi yaptığı bir yerken; zaman içinde giderek abartılı boyutlara ulaşan kusursuzlaşma çabasıyla şeylerin var olabilmek için artık karşıtlarına gerek duymadıkları, ışığın var olabilmek için artık gölgeye, dişilin var olabilmek için erile (ya da tersi) ihtiyaç duymadığı, iyiliğin artık kötülüğe, dünyanın ise artık bizim varlığımıza gerek duymadığı bir yer haline gelmiştir.
            Bunlar bize insanın (ve bunla ilişkili her şeyin, örneğin Günthers Anders’in sözünü ettiği geçerliğini yitirmiş olmak, değerlerin can çekişmesi, vs.) ortadan kayboluş biçimini kendine özgü içsel bir mantığa boyun eğdiğini, insanlığın en büyük projesini gerçekleştirmesinin, evreni egemenlik altına alma gibi devasa bir projeyi gerçekleştirme arzusunun, her şeyi bilen bir varlık olmaya çalışmasının –ki, onun hayvan türünden çok daha hızlı bir şekilde ortadan kaybolmasını hızlandıran şey budur- artık tüm doğallığını yitiren gelişme sürecini hızlandırmanın bir sonucuna benzediğini göstermektedir.
       İnsan bütün bunları sıradan bir ölüm içtepisine boyun eğerek, kendi üstüne kapanmasına, zihinsel gerilemeye yol açabilecek birbirlerinden ayırt edilemeyen biçimlere dönüşerek değil; tam tersine gidilebilecek en uç noktaya kadar gitmesini sağlayacak bir içtepiye boyun eğerek, tüm gücünü ve yeteneklerini hatta içi ölümü bile ortadan kaldırmayı düşlemeye kadar götürerek yapmaktadır.
        İşin en tuhaf olan yanı öyle ya da böyle yapmak arasında herhangi bir fark bulunmamasıdır. Yaşama arzusunu (Eros’u, tabii Eros sahip olunan tüm yeteneklerin ortaya dökülmesi, bilimsel araştırma, bilinç ve haz alma konularında derinleşmek anlamına geliyorsa) olabilecek en uç noktalara taşımak insanlığın yine sanal düzeyde ortadan kaybolmasına yol açmaktadır. Sanki bir yerlerde birileri bizim için böyle bir yazgı belirlemiş ve biz de uzun bir süreliğine bu programı yaşama geçirmek zorundaymışız gibi davranıyoruz ki, bu da insanı zorla apoptoz olarak adlandırılan hücrelerin kendi kendilerini yok etme sürecini başlatmasını düşünemeye zorluyor.

            İnsan bütün bunları kendisinden kaçılması olanaksız bir yazgıya benzetebilir ya da bir yazgı illüzyonu şeklinde algılayabilir. Biz de bu yazgının gidişatına boyun eğerek sonunda Canetti’nin sözünü ettiği o nokta, yani vanishing point’i aşıp (ufuk noktasının ötesine) geçmiş olabiliriz; başka bir deyişle insanlık farkına bile varmadan gerçeklik ve tarihe son vermiş; hakiki ve sahte arasındaki her türlü ayrım ortadan kaybolmuş alabilir, vs.
            Bu durumda bizim ve sahip olduğumuz bedenin bizi tamamıyla egemenliği altına almış olan teknolojinin (düşüncenin yapay zekaya özgü bir ilk dönem / çocukluk dönemi hastalığı olarak görülmesi ya da insanın makineye özgü bir ilk dönem hastalığı, ya da gerçeğin sanala özgü bir ilk dönem hastalığı olması gibi) görünmez / hayaletleşmiş parçası, zayıf halkası, ilk dönem hastalığından başka bir şeye benzemediği söylenebilir.
            Her şeyin hala bir başlangıç noktası bir de sonu olduğuna, neden sonuç ilişkilerine, doğum ve ölüm, ortaya çıkma ve ortadan kaybolma süreçlerine boyun eğen çizgisel gelişme perspektifine uygun bir şekilde olup bittiğine inanılmaktadır.

Jean Baudrillard – Neden Her Şey HalaYok Olup Gitmedi? /s.7-12 
    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder