Şimdilerde çoğu kişiye anlamı hala belirsiz gelecek ''sorunsal'' terimi, Can Yücel'in 2. dönem Birikim dergisi çıkarken hatırlattığı gibi, ilk dönem Birikim'inin sol-sosyalist literatüre katkısıydı. Althusser'den devralınan kavramın öyle ahım şahım bir macerası olmadı, katkısı varsayılmadı, çarpık anlamlarıyla kullanıldığı bile oldu. Ama bu Althuseryen deyimin özellikle I. dönem Birikim dergisinin gerçekte ne olduğunu tamı tamına anlatan bir özelliği var: ''Sorunları'' ortaya dökmek, anlatmak, tartışmak değil -bunu insanlar hiçbir kuramsal gönderme ya da pratiğe başvurmaksızın kendileri zaten yaparlar. ''Sorunsal'', bu tuhaf kavram, daha çok ''sorunların'', ''soruların'' üretilmesine imal edilmesine gönderir bizi.
''Problématique'' sözünün ''aximstique''le, aksiyomlar bileşimiyle teması düşündürücüdür: Kapitalizm ve modern dünyanın kuruluşu bize kendi aksiyomatiğini dayatırken, biz ona problematiklerle, sorunsallar üreterek cevap verebiliriz. Problematik, sorunsal, ''sorular sormaz'', ortaya attığı şeyler ''sorular'' kılığında olsa bile bu durum ikincil önemdedir ve dikkatle ele alınması gerekir. Sorunsal, inşa ve kurma terimleriyle örülmüştür - reddiye , muhaliflik ya da eleştiri terimleriyle değil. Althusser, Bergson'un öğrencisi olan ve bugünün nazarında apolitik diyebileceğimiz bir kuşağın aktardığı bir terimin içinde hareket ediyordu: Bilim felsefecileri (Bachelard, Canguilhem vb.)...Sorunsal, böylece Marksizme ve daha geniş bir tartışmalar çerçevesine dahil edilirken, Bergson'un ''doğru sorular sorabilme'' konusundaki o harika uyarısını da içererek gelmişti: Soru, sorun gibi laflar ne masum ne de tehlikesizdirler - insanlar bir soruyla karşılaştıkları zaman kaçınılmaz bir hisle, ''doğru'' bir cevabın bulunduğuna inanmaya eğilim gösterirler. Kendisine soru sorulan kişi (sınıfta bir öğrenci, İslam sorunu adıyla vaftiz edilen bir sorunla basın tarafından karşı karşıya bırakılan kitleler, sokakta çevirip adres sorduğumuz biri...) salt soru sorulmuş olduğu için, dolaysızca cevap vermek zorunda hisseder kendini. Cevap doğru ya da yanlış olabilir; ama doğruluk yanlışlık ölçütü, ''hakikat'' sorusu genellikle soruların kendisine dair konulmaz ortaya. En saçma sapan soru, ''doğruluk-yanlışlık kriteri'' yalnızca cevaplar için sözkonusu olduğunda cehennemi bir kısırdöngü yaratabilir. Sınıfta bir öğretmenin, askerde bir subayın sorduğu soru ne kadar saçma olsa da, soruya maruz kalan kişi soruyu sorgulamaktan önce, şu olmayabilecek ''doğru'' cevabı vermeye çalışacaktır. Sorunsal üretimi demek, işte bu ''doğruluk-yanlışlık'' kriterini, cevaplar almadan alıp sorular ve sorunlar alanına aktarmaktır. Sorunsal aktiftir, sorunlar ile ''hayıflandığımız hakikatler''. Bu hakikatler ve sorunlarımız, günümüz koşullarında bizim için son derece yetkin teknolojilerle yaratılmaktadırlar - iletişim adı altında, basın ve TV bize sorunlarımızı anlatırlar: Psikolojik sorunlarımızı, en hafiften en ağırına kadar... Ya da Kıbrıs sorunu diye bir şeye sahip olduğumuzu, ozon tabakasının delindiğini ve bunun gibi şeyleri... Biz ise, ''soru biçimi'' dediğimiz şu tuhaf şeyin egemenliği altında kaldıkça bu sorunlarla yüzleşiriz ya da huyumuza ve keyiflerimizin haline bağlı olarak kayıtsız kalırız. Yüzleşmek kadar kayıtsız kalmak da öyle kolay anlaşılır bir ruh hali değilidir. Oldukça karmaşıktır: Kayıtsızlık bir zamanlar ''kuşkucu'' filozofların aslında ''devrimci'' tek yanıydı - kayıtsız, pekala bu ''sorunlar tümüyle palavra'', bu yüzden onlarla asla ilgilenmek zorunda değilim demenin bir yolu da olabilir. Yani bu durumda pek ala bir meydan okuyuş, bir söz, bir eylem bir sözeylemdir. Sahte sorun ve soruların binbir türlüsü tarafından bombardıman edildiğimiz bir çağda ''filozofça yaşam'' denen şey hala mümkün olsaydı ''kayıtsızlık'' bunun esaslı bir parçası olmalıydı.
Ama her durumda, kayıtsızlık tek başına kurucu değildir - yıkıcıdır. Gerekli, zorunlu bir yıkıcılık. Ama bir adım öteye atmak, problematiği üretmek gerekir. Bu, kendi sorularını üretmezsen başkaları senin için sorunlar çıkarırlar anlamına gelmektedir. Hümanist gelenek, pekala ''insan soru soran hayvandır'' gibisinden bir düsturdan hoşlanabilirdi - ama bir tehlikenin de farkında olmalıyız: Soru soran hayvan varsa, kendisine soru sorulan, sorgulanan bir hayvan da olmalıdır. Günümüz insanı ise, soru sormaktan çok cevap verir, uyar, uyum gösterir... Ta ki kendi sorularını soracak adımı atana kadar...
İnsanların kendi sorularını henüz hiç sormamış olduklarını söylemek istemiyorum elbette. Tarih boyunca bu soruları hep sordular. Cevap alabildiler ya da alamadılar, ama hep sordular. Marksizmin ''bunalıma'' henüz düşmediğinin rivayet olunduğu bir dönemde İtalyan Marksisti Rossana Rossanda, ''işçilerin anlatılarını duyulur kılmanın'' devrimciliğin özü olduğunu göstermişti bizlere. İşçilere kendi hayatlarını anlatmak değil, hayatlarının belirişinin önündeki engelleri kaldırmaya çabalamak...
Ulus Baker - Birikim, 102, Ekim 1997, s. 18.
Ulus Baker - Birikim, 102, Ekim 1997, s. 18.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder