Simmel'in metninden* anlaşılması gereken tuhaf bir
durum var galiba: o da bir yabancıya kimsenin "yabancı
olamayacağıdır..." Bir paradoks gibidir bu durum ama en çok bir yabancıyı
rahat rahat kişisel ya da kolektif sorunlarınıza dahil (hatta Simmel'in hatırlattığı
gibi) ve ortak kılarsınız... tuhaftır bu geçen yıl Western konusunda derste
tartışırken fark ettiğimiz gibi o film türünün iyi örneklerinde beliren bir
durumdur... dışarıdan gelene duyulan o tuhaf güven hissi... içini ona
dökebilmek ve onun yargıçlığına (hakemliğine) başvurmak... bu açıdan
Yabancı" asgari bir insan" gibidir... bizimle birlikte insandir, ama
yine de asgaridir...
"Gariban" ise yabana atılacak bir tema
değil... "garib" ve çoğulu "gariban" asırlar boyu bu
coğrafyada çok geniş bir insan kitlesini anlatan kelimelerdi... bu kelime bugün
bizi daha çok yoksulluğa, dışlanmışlığa, "ötekiliğe" çekiyor ama
geleneksel kültürlerin bugün "misafirperverlik" gibi yavşamış bir
kelimeyle çarpıtmaya alıştığımız çok özel bir "yabancı-tanışıklığının"
da hesaba katılması gerekir... her bakımdan sosyolojinin en acımasız, en sert,
en tarafgir, en vahşi "bilim" olduğunu hissetmek gerekiyor... bu ise
sosyoloji için en büyük açılımdır...
Simmel metinleri genel olarak bu "vahşeti"
icerirler... bütün tespitler (para, meta ilişkileri, toplumsal tip ve
karakterler) son derecede sert ve keskindirler ve herhalde Simmel'in
donemindeki kent ve kır manzaralarının çok gerçek yorumlarıdırlar... günümüzde
sosyoloji insanı kaybetmeye, onu rakamlaştırmaya ya da "kanaat sahibi"
ve "soru sorulacak" birimler haline getirmeye başladığınde Simmel
devrini gerçekten özlüyoruz...
Peki bugün sosyal bilimler "toplumsal
tipler" yaratabilirler mi, onları anlayabilirler mi? yoksa tipler nesnel olarak
mı ortadan kalktılar? su anda sorulmasi gereken sorular bu turdendir... artık
roman sanatı bile toplumsal tipler üretemiyor (oysa eskiden Dostoyevsky'nin
Budala'sı, Dickens'in "yoksul"u, Gogol'un "memur"u vardı...
Marx "proletarya"yı, Weber Protestan kafalı "burjuva"yı
tasvir ediyordu... Sinema toplumsal tipler üretmeyi romandan ve sosyolojiden
daha uzun bir süre sürdürdü... bugün ise vazgeçti...
Sorulması gereken şudur... Yabancı gibi, Yoksul gibi,
Göçmen gibi, Burjuva gibi vesaire... afektif ve görülebilir (dolayısıyla görselleştirilebilir)
toplumsal tipler modern-postmodern toplumda ortadan kalkarak amorf kitle
toplumunda yitip gittikleri için mi onlarin sosyolojisini, siyasetini ve
filmini yapamıyoruz artık, yoksa sosyoloji, siyaset ve sinema onları artık
yakalayamıyor, kapsayamıyor, ifade edemiyor mu... ben ikinci bakış açısına
yatkınım...
Ben bütün doktora tezimi bu "toplumsal
tipler" meselesi üstüne kurdum... gerçekten sonsuz bir literatür var...
ama aynı zamanda "düşünülmemişliğin" eseri olarak hiçbir şey de
yok... Mesela bir düşünün toplumsal tiplerimizi ve onlara tekabül edebilecek
kısa formülleri:
Taraftar... kimdir nedir? Bunun bir "kimlik"
olduğunu kabul etmemizi isteyenler var... oysa kimlik kapalı bir şeydir,
tanımlanır ve tanımlandığı yerde durur-kalır... oysa varoluş sürekli hareket
halindedir ve "kimlik" kavramıyla kavranamayan bir açıklığı,
belirsizliği vardır... taraftar hem bireydir hem de değildir... çoğu zaman
gevşektir ve tırsar... kalabalık olgusundan destek bulduğu anda ise
canavarlaşabilir... ya da tam aksine kalabalığa karşı çıkar... Çoğullukların
davranışlarını hesaba katmadan hiçbir toplumsal tipi ayırdetme şansınız
olamaz...
Mesela: "Müslüman"... yalnızca bir dine
aidiyet söz konusu değildir... toplumsal-varoluşsal tip olarak müslüman'ın
formülü şudur: her şeyin çözümünün çok kolay olduğuna inanan adam (kadın değil
--ve bunun nedenini hemen göreceğiz...) Müslüman, herhangi bir fıkıh alimiyle
ya da ümmetten bir köylüyle konuştuğunuzda hemen farkedebileceğiniz gibi kendi
dinini üstünlüğünü basitliğinde, yalınlığında arar... mesela karısının kızının
iffeti gibi "derin" bir mesele mi vardır? islam buna çok kolay bir
çözüm bulmuştur zaten: kapatırsın olur biter... faiz günah midir? çözüm çok
basittir: bir senet yaparsın burada o olayın adına faiz denmez, metinde "faiz"
sözcüğü geçirilmez, olur biter...
Ama ne yazık ki mesele bununla bitmez ve Müslüman
adını verdiğimiz "toplumsal tip" sürekli bir "varoluşsal
kriz" içine düşer... Karısını kızını kapatmıştır, ama ya sokakta onlara
birisi değerse... o halde hemen "en basit" çözüm bulunur: İran’da
olduğu gibi kamu araçlarında, otobüslerde ve sokaklarda "haremlik-selamlık"...
bir fıkıh ya da ilahiyat aliminin hep övündüğü "Islamın en iyi din olduğu
çünkü çok yalın ve basit olduğu" bu yüzeysel "kolay çözümler"
mantığı içinde eriyip gider... Ne kolaydır müslümanlık! sonuçta bir
"bismillahirrahmanirrahim" demen yetecektir...
Etrafımızda bu türden bir projede "insan"
olarak görebileceğimiz çok sayıda "toplumsal tip" var... onlar
"şu ya da bu" kişiler değiller... öyle olsaydılar gazeteler ve
televizyon toplumsal tipler inşa etmek işini başarabilirlerdi... kişi
değiller... ama olaylar ve olay oluştururlar... büyük "beat" sosyolog
Charles Wright Mills ellili yıllarda iki "modern" toplumsal tipi
keşfettiğinde ("iktidar seçkini" ve "beyaz yakalı") bu
meyanda yürüttüğü tartışma bu toplumsal tipler aracılığıyla bütün bir dünyayı
çözümlemeye kadar varabilmişti... Çünkü toplumsal tipler analitik toplumsal
işlevlere bağlanırlar... Michael Foucault 19. yüzyılda belirginleşen bir
toplumsal tipi ortaya çıkarmıştı: tehlikeli birey... bütün hukuk ve psikiyatri,
bütün ceza sistemi bu bireye değgin örgütlenmişti: suç işlemiş olmasa bile buna
yatkın olan tipler kimler... bu aranıyordu... Freud bir psikolojik-toplumsal
tip olarak "nevrozlu"yu icat etti...
Toplumsal tipler genel olarak "tümü
kapsayıcı" olabilirler... bu onların "tip" olma karakterini
ortadan kaldırmaz... Günümüzde herkes bir şeylere "yabancıdır"... Birilerince
"yabancı" olarak görülür... o zaman "yabancılığın" ana
formülünü sosyolojik olarak üretemezsiniz sosyoloji yapamazsınız, yabancıyı da
anlayamazsınız... Simmel bu konuda bize çok şeyler anlatan ve hatırlatan bir
formül üretmişti... Başka formüller de üretilebilir... Mesela
"yabancılaşma" sürecinin ürünü olarak yabancı... bir düşmanlığın nesnesi
olarak yabancı... korkulur kişi olarak yabancı...
Toplumsal tipler afektif varoluşlardır...
anlaşılmayabilirler ama hissedilirler... Simmel bu yüzden bir toplumsal tipin
mutlaka toplum tarafından yaratılacağına dikkat çeker: onlar hissedilmeden varolmazlar...
"yoksulluk" olsa bile "yoksul" diye bir tip olmayabilir...
varolması için toplumun "yoksulları" keşfetmesi, bu sorun için
birilerini hedef seçerek tavırlar alması, mesela on altıncı yüzyıl İngiltere’sinde
olduğu gibi Poor Laws çıkarması, on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi
anti-alkolizm, vesaire... ve benzeri kuruluşlar oluşturması gerekir...
Yoksulluk bir nesne haline geldikçe etrafında bir "toplumsal tip"
oluşacaktır...
Şimdi benim iddiam: toplumsal tipleri "görsel
işitsel" olarak tespit etmek onları teorik olarak hedef edinmekten daha
kolay, daha verimlidir... Bu "belgeselliktir"... belgesi olmayanların
belgesi olmak yazı aracılığıyla olmaz, görsel-işitsel ortamda olur... Sosyoloji
zamanla "toplumsal tiplerini", bu esaslı tutamaklarını kaybetti...
edebiyat ve sinema da kaybetme yoluna girdiler... Biraz üçüncü dünya sineması
dayanıyor gibi: Güney, Kiarostami, Sokurov (Rusya da artık bir üçüncü dünya
ülkesi bugünlerde)... Sosyoloji artık insanların ne olduğuna bakmıyor; onlara
ne olduklarını --çoğu zaman pek de nazik olmayan bir şekilde-- sormakla
yetiniyor... Çevrelerinde, dünyalarında ne olup bittiğine bile bakmadan onların
"toplumsal bakımdan kurulu" (socially constructed) dünyalarında ne
olup bittiğine bakmayı --bir tür kanaatlar haberdarlığını-- yeterli görüyor...
İşte tam bu noktada sosyoloji ile "belgesel"
arasında esaslı bir bağ kurulabilir... "sözlü tarih" denen bir pratik
var... bunu antropologlar iki yüz yıldır zaten yapıyorlardı... ama tek bir
"toplumsal tip" üretemediler... çünkü hep toplumsal yapıların, yani durağanlıkların
nasıl olduğuna bakmaya çalıştılar... oysa hayat harekettir... ve bu
hareketlerin tespiti esas olarak "görsel" duyuların dünyasından
etkilenen bir varlık olarak insana görsel-işitsel ortamlarla daha rahat
iletiliyor... Bu bir gözlemden bile ötede bir şey: her yeni kuşak bir
öncekinden daha çok "görsel-işitsel" düşünüyor ve varoluyor... Biz de
eskiden daha çok okurduk, simdi daha çok seyrediyoruz.
Benim iddiam, bir belgesel kurgusunun bir tür
"düşünme" olduğu nasıl bir sosyolog araştırma materyalini yontuyorsa,
ışığı, görüntüyü, imajı, hareketi ve zamanı yontarak bir filmci de
"düşünür"..."hayatı olduğu gibi yakalamak" gibi bir
Vertov ideomu bence hala "belgesel" için esastır... Ama bence Vertov'un
söyleyeceklerinin daha çoğu bir filmciden çok sosyologlara hitap ediyor... Görsel
olarak bir dünya kurup onu araştırmak... ve bu dünya mümkün olduğunca az
"anlatısal", "dramatik" olmalı... mümkün olduğunca
"olduğu gibi" olmalı...
* G. Simmel "The
Stranger", On individuality and social forms: selected writings,
Edited and with an intro. by Donald N. Levine. Chicago: University of Chicago
Press, [1971], s. 143-49.
Ulus Baker - kısadevre fanzin, 2 (1 nisan 2001) [Bu metin Ulus Baker'in toplumsal
tipler ve belgesel ilişkisi üzerine yazdığı bir e-mail'den alıntıdır.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder