(Aşağıdaki sıralı üç metin Metis Yayınları'nın ''metis defterleri'' kapsamında yer alan ''Demokrasi Ne Alemde?'' adlı çalışmasından alıntılanmıştır. - Potlaç)
Demokrasi Kavramı Üstüne Giriş Notu
"DEMOKRASİ" TERİMİ üstüne inşa
edilen her söylem, günümüzde, terimi kullananları yanlış anlaşılmaya mahkûm
eden bir muğlaklıktan ötürü tahrif olur hemen. Demokrasi dendiğinde neden söz
edilmektedir? Bu terim tam olarak hangi rasyonaliteden kaynaklanmaktadır?
Rasgele bir gözlem, bugün demokrasi üstüne tartışanların bu terimle kâh siyasal
aygıtın kuruluş biçimlerinden birini kâh belirli bir yönetim tekniğini
kastettiğini göstermektedir. Öyleyse kelime hem kamu hukukunun hem de yönetim
pratiğinin kavramsallığına gönderme yapmaktadır: Hem iktidarın meşrulaştırılma
biçimini hem de iktidarın işleyiş biçimlerini adlandırıyor. Günümüzün siyasal
söyleminde bu terimin genelde bir yönetim tekniğiyle -bu haliyle bile insanın
pek içini rahatlatmıyor gerçi- ilişkili olduğu herkesin malumu olduğu için,
kelimeyi bütün iyi niyetleriyle hâlâ ilk anlamında kullanmaya devam edenlerin
rahatsızlığı kolayca anlaşılabilir.
Bu iki kavramsallığın -bir yanda
hukuksal-siyasal, öte yanda ekonomik-yönetimsel- iç içe geçişinin derinlere kök
salmış olduğu ve düğümün çözülmesinin kolay olmadığı şu örnekle görülecek.
Yunan siyasal düşüncesinin klasiklerinde politeia kelimesiyle karşılaşıldığında
(genellikle politeia'nın muhtelif biçimleriyle ilişkili bir tartışma
dolayısıyla olur: monarşi, oligarşi, demokrasinin yanı sıra bunların
parekbaseis'len, yani sapmalar), çevirmenlerin bu kelimeyi kâh
"anayasa" ile kâh "yönetim/hükümet" ile karşıladığım
görürüz. Sözgelimi Aristoteles’in Perikles'in "demagoji" sini tarif
ettiği Atina Anayasasının (Böl. XXVII) şu pasajında olduğu gibi:
"dëmotikôtêran synnebê genesthai tên politean" ifadesi İngiliz
çevirmen tarafından şöyle tercüme edilmiştir: "the constitution became
stili more démocratie" / "anayasa daha da demokratik bir hale
geldi"; hemen ardından Aristoteles şöyle der: halk uapasan tên politean
mallon agein eis hautous". Aynı çevirmen bunu şöyle tercüme eder:
"brought ali the government more into their hands" / "halk yönetimi
daha çok eline aldı" - kuşkusuz tutarlılık adına brought ali the
constitution / "anayasayı eline aldı" demiş olsaydı, çeviri sorunlu
olacaktı.
Peki kâh anayasa kâh yönetim/hükümet
diye tercüme edilen bu temel siyasal kavramın "çiftanlamlılığı",
muğlaklığı nereden geliyor? Bu yazıda, söz konusu muğlaklığın bilhassa dikkat
çekici biçimde kendini gösterdiği iki pasaja işaret etmek yeterli olacaktır.
Bunlardan ilki, Aristoteteles’in Polit ikasında (1279a 25 ve ilerisi) çeşitli
anayasa (politeiai) biçimlerini sayıp inceleme niyetini açıklarken görülür:
"Politeia ve politeuma aynı anlama geldiği ve de politeuma sitelerin
yüksek iktidarı (kyrion) olduğu için, yüksek iktidarın bir tek kişi, birkaç
kişi veya birçok kişiye ait olması gerekir..." Dolaşımdaki çeviriler bu
cümleyi şöyle karşılamış: "Anayasa ve yönetim aynı anlama geldiği ve
yönetim devletin yüksek iktidarı olduğu için [...]" Her ne kadar daha
sadık bir çevirinin politeia (siyasal faaliyet) ve politeuma (bu faaliyetten
doğan somut siyasal şey) terimlerinin yakınlığını koruması gerekirdiyse de,
Aristoteles’in söz konusu çift anlamlılığı kyrion dediği mecazla ortadan
kaldırma girişiminin bu pasajdaki asıl sorun olduğu açıktır. Özelliğini bir
parça zorlamak pahasına modem bir terminoloji kullanılacak olursa, kurucu erk
(politeia) ile kurulan erk (politeuma) bu noktada politikanın iki yüzünü bir
arada tutan şey olarak görünen hükümran erk aracılığıyla birbirine bağlanır.
Fakat politik olan şey neden ikiye bölünmüştür ve kyrion bu yırtığı neyle dikip
birleştirmektedir?
İkinci pasaj, Toplum Sözleşmesi'nde
bulunuyor. 1977-78’deki "Güvenlik, Toprak, Nüfus" dersinde Foucault,
Rousseau'nun hukuksal-anayasal bir terminolojiyi ("sözleşme",
"genel irade", "hükümranlık") bir "yönetim
tekniği" ile açıkça uzlaştırmaya çalıştığını göstermişti zaten. Fakat bizi
ilgilendiren bakış açısından, hükümranlık ile yönetim/hükümet arasındaki ayrım
ve eklemlenme, ki Rousseau'nun siyasal düşüncesinin temelinde yer alır,
belirleyicidir. "Okurlarımdan,” diye yazar Rousseau ’’Siyasal İktisat”
maddesinde, ”söz etmek zorunda olduğum ve hükümet adını verdiğim kamusal
iktisat ile hükümranlık dediğim yüksek otoriteyi ayırmalarını rica ediyorum;
ayrım, birinin yasa koyma hakkı bulunması, [...] ötekinin ise yalnız icra
gücünün olmasından kaynaklanır." Toplum Sözleşmesinde, bir yanda genel
irade ile yasama erkinin, öte yanda yönetim ile icra erkinin eklemlenmesi
olarak bir kez daha öne sürülür. Rousseau için bu iki unsuru hem ayırt etmek
hem de birbirine bağlamak gerekir (tam ayrımı dile getirirken bunun
hükümranlığın bölünmesi anlamına gelmediğini öyle kuvvetle inkâr etmesinin
nedeni işte budur). Tıpkı Aristoteles'teki kyrion gibi hükümranlık, anayasa ile
yönetimi hem ayırt eden hem de çözülmez bir düğümle birbirine bağlayan
terimlerden biridir.
Bugün hükümet ve ekonominin gitgide her
tür anlamdan mahrum bırakılan halk hükümranlığı üzerindeki ezici hâkimiyetine
tanık oluyorsak, bunun nedeni Batı demokrasilerinin borçlarıyla birlikte kabul
ettiği bir felsefi mirasın bedelini ödemekte olmasıdır belki de. Hükümeti basit
bir icra erki sanan yanlış anlama, Batı siyasetinin tarihinde sonuçlan en ağır
olan yanlışlardan biridir. Bu yanlışın sonucunda, modernliğin siyasal düşüncesi
yasa, genel irade, halkın hükümranlığı gibi içi boş soyutlamalara sapmış,
nereden bakarsak bakalım belirleyici olan meseleyi, yani hükümet ve hükümetin
hükümran halkla nasıl eklemlendiği meselesini cevapsız bırakmıştır. Bu
yakınlarda çıkmış bir kitapta, politikanın temel gizeminin hükümranlık değil
hükümet, tanrı değil melek, kral değil bakan, yasa değil polis olduğunu, yani
bunların oluşturduğu ve çalışmasını sağladığı ikiz yönetim aygıtı olduğunu
göstermeye çalışmıştım.
Batılı siyasal sistem, birbirini
meşrulaştıran ve birbirine tutarlılık kazandıran iki heterojen unsurun
birbirine bağlanmasından doğar: Siyasal-hukuksal bir rasyonalite ile
ekonomik-yönetimsel bir rasyonalitenin, bir "anayasa biçimi" ile bir
"hükümet biçimi"nin birbirine düğümlenmesinden. Politeia neden bu
muğlaklığa sıkışıp kalmıştır? Hükümran olana (kyrion'a) bunları meşru biçimde
birleştirme gücünü veren şey nedir? Makinanın içinin boş olduğunu, iki un¬sur
ile iki rasyonalite arasında olası hiçbir eklemlenme bulunmadığını gizlemeye
matuf bir kurgu değil mi bu? Her türden politikanın hem kaynağı hem de
içindekini sızdırdığı çatlağa karşılık gelen yönetilemez olanı da işte bu
eklemlenmemişlikten ortaya çıkarmak gerekmiyor mu?
Düşünce bu düğümle ve düğümün
çiftanlamlılığıyla boy ölçüşmeye karar veremediği sürece, demokrasiyle -ister
yönetimin kuruluş biçimi ister yönetim tekniği olarak- ilgili her tartışmanın
boş gevezelikten ibaret kalması muhtemeldir.
Sonlu ve Sonsuz Demokrasi
Jean-Luc Nancy
"DEMOKRATIM" demenin bir manası
var mı hâlâ? "Evet, elbette, çünkü plütokrasiler, teknokrasiler,
mafyokrasiler eşitlik, adalet ve özgürlüğü her yerde tehdit ediyor," diye
bir cevap verebileceğimiz gibi, "hayır, en küçük bir anlamı yok, çünkü
artık kendine bir şey demenin imkânı kalmadı," diye bir cevap
verebileceğimiz, hatta vermemiz gerektiği açıktır.
"Demokrasi" anlamsızlığın
timsali haline geldi: Siyasal erdemin tümünü temsil ettiği ve ortak hayrı
sağlamanın yegâne yolu olduğu için kelime, en sonunda her türden sorunlu
niteliği, her türden sorgulama veya tartışma olanağını sindirip eritti. Geriye
çeşitli sistemler veya çeşitli demokratik hassasiyetler arasındaki farklar
üstüne birtakım tartışmalar kaldı yalnız. Kısacası "demokrasi" her
anlama -politika, etik, hukuk, uygarlık- geldiği için, hiçbir anlam ifade etmez
oldu.
Bu anlamsızlık çok ciddiye alınmalıdır;
nitekim elinizde tuttuğunuz "soruşturma"nın da tanıklık ettiği gibi
günümüz düşüncesinin yaptığı da bu: Sağduyunun fasılalarını başıboş bırakmakla
yetinmiyoruz artık. Demokrasinin anlamsızlığının aklın mahkemesine
çıkarılmasını istiyoruz.
Kant'ı "bilgi"nin anlamını
bile eleştirel ayrıma tabi tutmaya sevk eden zorunluluğun bir benzerinin söz
konusu olduğunu düşündüğüm için başvuruyorum bu metafora. Nasıl ele alınırsa
alınsın, artık eğilimsel olarak bile olsa, özne için nesne bilgisi ile bilgi
-başka bir yerde açıklamak üzere şimdilik "nesnesiz öznenin bilgisi"
diyelim basitleştirmek için- arasındaki ayrım çizgisi iptal edilemez. İşte
"demokrasi" kelimesinin karışık anlamsızlığının ayırt etmeksizin
kapsadığı iki anlam, iki değer ve iki içerim arasında da bir o kadar açık ve
tutarlı bir ayrım çizgisi çekmeye muktedir olmamız gerekiyor.
Bir yandan bu kelime -analojiyi
sürdürecek olursak, Kantçı "müdrike" (entendement) rejimine benzer
biçimde- hiçbir aşkın ilkenin (ne "insan" ne de "hukuk" bu
bakımdan aşkın değer taşımayacağı için) düzenleme yapamayacağı noktadan sonra
olanaklı olan yönetim ve örgütlenme pratiklerinin koşullarım anlatır.
Diğer yandan bu aynı kelime -bu defa
"akıl" rejimine benzer biçimde- kendi başlarına ve içkinliklerinin
yalancı tanıklığına gerek kalmadan, koşulsuz bir aşkınlığın özneleri, yani tam
bir özerklik sergilemeye kadir olarak var olma yeteneklerini koyutladıkları
andan itibaren, öte-dünyaya bağlılıktan arındırılmış olan insan ve/ve- ya dünya
îdealarını anlatır. (Tahmin edileceği üzere, "koyutlamak" (postuler)
fiilini de Kant analojisine uygun biçimde, sonluluk rejiminde, yani
"Tanrının ölümü" rejiminde, sonsuza açılışın meşru yolunu anlatmak
için kullanıyorum.)
Bu ikinci kabul için kuşkusuz kelimenin
düzanlamı denemez, zaten hiçbir sözlük izin vermez buna. Ama terimin bir anlamı
olmadığı için yüklenen anlam da budur: Demokrasi, bütün insanların eşitliği
içinde bütün insan varlığının özgürlüğünü vaat eder ve artırır. Bu anlamda
modem demokrasi, yalnız "yurttaş"ı değil, mutlak olarak, ontolojik
olarak insanı bağlar. Ya da eğilim olarak ikisini birbirine karıştırır. Her
halükârda modem demokrasi siyasal bir dönüşümden çok daha fazlasına, dayanışma
içinde olduğu teknik ve ekonomik dönüşümle aynı ölçüde antropolojik değeri
olacak kadar derin bir kültür veya uygarlık dönüşümüne tekabül eder. Rousseau'
nun sözleşmesinin siyasal bir gövde kurmakla kalmamasının nedeni budur: Bizzat
insanı, insanın insanlığını üretmektedir sözleşme.
2
Bir kelimenin bu tür bir
çiftanlamlılığının mümkün olması için, bu kelimenin köken ve kullanım bakımından
ait olduğu üslup türünde, yani politika dediğimiz söylem türünde belirli bir
muğlaklık veya karışıklık ya da belirsizlik olması gerekiyordu.
"Demokrasi"nin pek ayırt
edilemeyen ve düzene sokulamayan çiftdeğerliliği gerçekten de kurucu nitelikte
bir ikilikten veya ikizlikten kaynaklanır. Yunanlardan günümüze dek politika
hep ikiz bir tertiple varlığını sürdürmüştür: bir yandan ortak varoluşun tek
başına düzenlenişi, bir yandan da bu varoluşun anlamının veya hakikatinin
üstlenilmesi. Politika kâh kendi eylem ve iddia alanını net biçimde ayırır, kâh
(artık ayırt edilemeyecek kadar ortak ve özel olan) varoluşun bütününün
sorumluluğunu üstlenecek kadar o alanı genişletir. Yirminci yüzyılın büyük
siyasal uygulama girişimlerinin, ortak varlığın erkler ve ilişkilerin
yönetiminin kendi kendini aşması veya kendi kendini yüceltmesi olarak
gelişmesinin, böyle bir üstlenmenin bayrağı altında yapılmış olmasında
şaşırtıcı bir yan yoktur. Bu aşma veya bu yüceltme "halk" ya da
"topluluk" diye veya "cumhuriyet" gibi başka isimlerle
adlandırılabiliyordu; tam da politikanın (ayrı bir varlık alanı olarak kendi
kendini silme, örneğin devleti sindirip eritme ihtiyacıyla) kendi kendisini
aşma arzusunu temsil ediyordu bu. "Demokrasinin çiftdeğerliliği ve
anlamsızlığı da işte bu kendi kendini aşmadan -veya kendi kendini yüceltmeden-
kaynaklanır.
3
Aslında her şey politika ile başlar.
Zira politikanın başlamış bir şey olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Her zaman
için her yerde politikanın mevcut olmuş olduğunu düşünmeye hazırızdır
genellikle. Şüphesiz her zaman ve her yerde iktidar vardır. Ama politika her
zaman olmamıştır. Politika, felsefeyle birlikte bir Yunan icadıdır ve tıpkı
felsefe gibi politika da tanrıların mevcudiyetinin sona ermesiyle ortaya çıkmış
bir icattır: tarım dinleri ve teokrasiler. Nasıl ki logos mythos'un yok
edilmesi üzerine kuruluyorsa, politika da tanrı-kralın ortadan kalkmasıyla
düzene kavuşur.
Demokrasi her şeyden önce teokrasinin
ötekisidir. Yani demokrasi aynı zamanda önceden verili hukukun ötekisidir:
Hukukun icat edilmesi gerekir. Kendi kendini icat etmesi gerekir. Atina demokrasisi
hakkında kurmayı (belli bir nedenle...) sevdiğimiz dindarca imajların aksine,
tarihi bize gösteriyor ki Atina demokrasisi daima kendisinden endişe ediyor ve
kendisini yeni baştan icat etme kaygısı taşıyordu. Sokrates ve Platon'un bütün
endişesi, işte bu bağlamda, demokrasinin eksiklerine son vermesi beklenen
logokrasinin aranmasıdır. En önemlisi devletin ve hükümranlığının yanı başında
kamu hukukunun tam anlamıyla özerk temelini bina etmek olan birçok dönüşüm
geçirerek, bu arayış günümüze dek sürmüştür aslında.
Hükümranlığı halka aktaran modem
demokrasi, monarşinin (en azından Fransız monarşisinin) kullandığı
"tanrısal hukuk" kılıfının gizlediği (aslında pek de gizleyemediği)
şeyden geriye kalanı gün ışığına çıkarıyordu: yani hükümranlığın logos üzerine
de mythos üzerine de kurulu olmadığını. Demokrasi (Rousseau'nunki) ta doğduğu
günden beri temelsizdi. Hem talihi hem de zaafı şudur: Biz bu kesişmenin
doruğundayız.
Talih ve zaafın hangi noktalarda
bulunduğunu belirlemek gerek.
4
Bunu yapabilmek için, demokrasinin
"yurttaşlık dini" olmadan ortaya çıkmadığını veya yeniden ortaya
çıkmadığını saptayarak koyulalım yola. Bir başka deyişle, demokrasi kendine
inandığı sürece, şüphesiz teokrasiyi "sekülerleştirmesi" değilse de
ikamesi veya yedeği olmayan bir eşdeğerlisini mevcut hukuktan yola çıkarak icat
etmesi gerektiğini biliyordu: sürekli yapılması gerekecek icadın vasisi olacak
bir bağış figürü. Dolayısıyla, hukuku kurmadan, kendi siyasal yaratımını takdis
edecek bir din.
Atina ve Roma işte bu şekilde yıpranan
birtakım siyasal dinleri, belki hiçbir zaman beklenmeyen belki nadiren beklenen
vesayet tutarlılığına kavuşan siyasal dinleri yaşadı. Sokrates’in dine
saygısızlıktan mahkûm olması da, Hıristiyanlığın hem Yahudi teokrasisinden hem
de (gerçek inanç konusunu oluşturan Cumhuriyetten ödün vererek zayıflamış olan)
Roma'nın yurttaşlık dininden kopması da tesadüf değildir. Kadim çağda
yurttaşlık dininin uzun süren başarısızlığına felsefe ve Hıristiyanlık refakat
eder. Hıristiyanlık yeni bir teokrasiyi, yurttaşlık dinini değil de taht ile
mihrap arasındaki muğlak paylaşımı -ortaklığı, rekabeti, ayrışmayı- yerinden
edince, yurt-taşlık dini ismen (Amerika'da) veya örnek nitelikte (Fransa'da)
yeniden doğmaya çalışmış, ama dinsel olmaktan ziyade sivil ve her durumda,
şayet kelimeleri tartışmak istiyorsak, manevi olandan (spirituel) ziyade
siyasal niteliğini korumaya meyletmiştir.
Platon'un demokrasiyle ilişkisine çok az
dikkat ediliyor. Yalnızca kronolojik anlamda değil tam anlamıyla kurucu rol
oynamasıyla da ilk filozof olan Platon'a gösterdiğimiz saygının sonucu, Yunan
filozofun bildiği biçimiyle Atina rejimine duyduğu düşmanlığı demokratik
habitus'umuzdakı basit bir kusur, aristokratik bir eğilim olarak kabul
etmemizdir. Oysa düşmanlığının içerimi çok daha önemlidir: Platon demokrasiyi,
hakikate dayalı olmamakla, asli meşruiyetinin kanıtlarını üretememekle itham
eder. Sitenin tanrılarından duyulan kuşku -genel olarak tanrılara ve mitlere
karşı duyulan kuşku demokrasinin logos'a (tekil kullanımla theos'un öbür adı haline
gelen bir logos'a) dayanması imkânının önünü açar. [1]
5
O andan itibaren bir ikilem bütün
tarihimizi kat edecektir: Ya politika temelsizdir ve (hukukla birlikte) böyle
temelsiz kalmalıdır ya da kendine bir temel, Leibniz misali bir "yeter
neden" bulur. İlk durumda, politika neden (gerekçeler) bulamadığı için
birtakım saiklerle yetinir: güvenlik, doğaya veya çatışmalara karşı koruma,
çıkarların birleştirilmesi. İkinci durumda, sözü geçen neden veya Akıl
-tanrısal hukuk veya hikmeti hükümet, ulusal veya uluslararası mit- dile
getirdiği ortak kabulü hiç şaşmadan tahakküme veya baskıya dönüştürür.
"Devrim" düşüncesinin yazgısı
ikilemin iki ucu arasındaki eklem yerinde sahne alır. Demokrasi pekâlâ bir
devrim gerektirir: yani bizzat politikanın temelini altüst etmeyi. Politika
temelsiz kaldığında devrimi sahneye çıkarmalıdır. Ama devrim'in temel diye
varsayılan yeri devirmesi'ne izin vermez. Yarım kalan devrim yani.
Son zamanlarda yarım devrimle ilgili,
devrimci -devleti devirme anlamında- yapılanmaya karşıt ayaklanma uğrağıyla
ilgili, yeni bir şey kurma iddiasından mahrum başkaldırı, eleştiri ve yıkma
fiilinin sürekli yenilenmesi olarak yorumlanan politikayla ilgili, devletin
(yani kelime anlamıyla [2]kurulu, yerleşik ve böylece hakikate dayalı olduğu
varsayılan şeyin) tepe taklak edilmesinden ziyade sürekli taciz edilmesiyle
ilgili birçok düşünce tarzının geliştiği görüldü. Bu düşünceler doğrudur: Şunu
anlamışlardır ki "politika" insanın veya dünyanın kabulü demek
değildir (zira insan, doğa, evren artık birbirinden ayrılamaz). Modernliğin
büyük bir hayal kırıklığı olacak olan yanının, yani uzun bir süre devletin
ortadan kalkması arzusuyla, tutarsız ve sallantılı ama kabul edilen temelin
yerine hakikate -eşit, adil, kardeş gibi geçinen ve her tür iktidardan arındırılmış
insan (ve dünya) şeklindeki demokratik tasarım içinde ikamet eden hakikate-
dayanmanın geçirilmesi arzusuyla ifade edilmiş olan yanının zihinlerimizden
kovulması için atılması zorunlu bir adımdır bu.
Bir adım daha atmak kaçınılmaz oluyor:
Temelsiz ve bir bakıma sürekli devrim/devri daim halinde (tabii bu ifadeyi bu
kılığa sokmak mümkünse...) olan politikanın görevinin, kendisine hukuken
yabancı ve aslen hakikatin veya anlamın alanı olan alanların (yani
"sanat", "düşünce", "aşk", "arzu" veya
sonsuzla kurulan bağıntının -daha doğrusu sonsuz bağıntının- tüm diğer olası
adlarının az çok başarıyla adlandırdığı alanların) açılımına olanak vermek
olabildiğini düşünmek gerekir.
Bu alanların siyasal alandan ayrı türden
alanlar olduğunu düşünmek, siyasal bir zorunluluktur. Oysa
"demokrasi" -böyle adlandırmaya gitgide alıştığımız şey- aksine, bu
alışkanlığa göre, bu alanlar veya düzeylerin türdeş olduğunu öne sürmeye
meyillidir. Belirsiz ve karışık olduğu halde bu türdeşlik, bizi yolumuzdan saptırıyor.
6
Sözümüze devam etmeden önce, bir an için
kısa bir dilsel değerlendirme üstünde duralım. İster anlam yüklü etimolojik
süreçler ister tarihsel rastlantılar söz konusu olsun (kaldı ki bu iki düzey
dillerin oluşum ve evriminde pek birbirinden ayrılmaz), siyasal söz dağarcığımızın
mevcut durumu güçlü bir düşünce kaynağı sunar: "demokrasi" kelimesi,
belli bir ilkeyle kurulu olan iktidara, meşruiyete gönderme yapan -arşi
sonekinin aksine, zor kullanmaya, zorla dayatmaya gönderme yapan bir sonekle (-krasi) kurulmuştur. Aynı eki alan diziyi gözümüzün önüne getirince her şey
daha bir aydınlanır: plutokrasi, aristokrasi, teokrasi, teknokrasi, otokrasi,
hatta bürokrasi (bir de ohlokrasi var, yani "kitlenin/güruhun
iktidarı"). Böylelikle öbürlerinden de ayrılmaktadır: monarşi, anarşi, hiyerarşi,
oligarşi. Bu kelimelerin tarihçelerine dair titiz bir analize girme-den bile
(şayet böyle bir analiz yapacak olsaydık nomarchie, tetrarchie veya
physiocratie ya da mediocratie gibi başka terimleri de ait oldukları çağlan,
düzeyleri ve üslup türlerini hesaba katarak incelemek gerekirdi), kurucu bir
ilkenin adlandırılmasının tahakküm eden bir gücün budanmasından nasıl farklılık
gösterdiği görülebiliyor (yani, "teokrasi" tamının hükümranlığını
meşru sayan bakış açısının tam karşısından düşünülmüş bir terimdir,
"aristokrasi" kelimesi de "en iyiler" fikri ile en iyilerin
az çok keyfi tahakkümleri arasındaki çelişkiyi ima edebilir).
Salt dil fenomenleri bakımından ne
olursa olsun, "demokrasi" kelimesi, nesnesini kurucu bir ilkenin
olanaklılığından uzak tutar. Daha doğrusu, demokrasinin -şayet böyle bir
contradictio in adjec- to'ya [3]
başvurmaya hakkımız olsaydı- neredeyse ilkesel anarşiye benzer bir şeyi
özü gereği içerimlediğini söylemek gerek.
"Demarchie" (demarşi) diye bir
şey yok, çünkü "halk" herhangi bir sistemin prensibi olamaz. Böyle
bir terim olsa olsa oksimor veya prensliği/prensipliği olmayan bir prensip
türünden bir paradoks olacaktır.[4]
Demokratik anayasanın gönderme yaptığı hukuk'un ancak kendi
temelsizliğiyle sürekli faal ve yenilenen bir ilişki kurarak yaşayabiliyor
olmasının nedeni de budur işte. "Doğal hukuk" ifadesini ilk modernlik
icat etmiştir ve bu ifadenin felsefi içerimleri, örtük ve karışık bir şekilde
de olsa, halen "insan haklan" (veya hayvan haklan, çocuk, cenin,
çevre haklan, bizzat doğa'nın hakları vb.) ifadesinde faal durumdadır.
Kapsamı ve önemi teorik olarak iyi
bilinen şu önermeyi yeniden öne sürme ve hayata geçirmenin zamanı geldi de
geçiyor bile: "insan doğası" diye bir şey olmadığı gibi,
"insan"ı da "doğa" (özerk ve öz-erekli bir doğa) fikriyle
yüzleştirmek istesek "doğa"sı olmayan veya her türden
"doğal" konusunda aşırıya kaçan bir özneden başka nitelikler çıkmaz
karşımıza: Bir bakıma gayritabiileşme'nin öznesidir insan, söz konusu kelimeyi
ister en iyi ister en kötü anlamıyla alalım.
Siyaset anlamında demokrasi aşkın bir
ilkeye dayandırılamadığı içindir ki, insan doğası diye bir şeyin olmaması
üstüne temellendirilir - veya üstünde temelsiz olarak durur.
7
Demokrasinin eylemlerinden ve kurumlarından
siyaset düzleminde iki önemli sonuç doğar.
İlk sonuç iktidarla ilgilidir. Demokrasi
kâğıt üstünde iktidarın özgül ve ayrışık olduğu aşamanın en azından eğilim
olarak ortadan kalkışını ima eder veya ima edermiş gibi durur - bu noktada
gerçek mi, yoksa -mış gibi mi olduğunu açık seçik belirtmek gerekir aslında.
Oysa, yukarıda görüldüğü üzere, sorun yaratan şey bizzat bu ayrımın iptal
edilmesidir. Böyle bir iptal işlemi ancak "tanrının halkı" için
etkili olabilir. İdeal biçimi halkın sürekli toplanma halinde olması ve
belirlenmiş görevlere temsilcilerin tayin edilmesi olan "halk
meclisleri" (bir başka deyişle, sovyetler) modeli, bu temsilcilerin her an
için geri çağrılabilmesini, görevden alınabilmesini sağlar. Bu modele az çok
yaklaşan birlikte-yönetim (cogestion) veya katılım formüllerini birçok düzeyde
ve toplumsal katmanda uygu-lamanın mümkün ve de arzu edilir bir şey olması,
toplumun tümü düzeyinde uygulanamaz olmasına engel değildir. Fakat burada söz
konusu olan şey, salt bir düzey meselesi değil: Asıl mesele, özüyle ilişkili.
Toplum, bütün bağıntıların dışında kendiliğinden var olur. Bu anlamda ancak
kendi akrabalık sisteminin, mitler, figürler veya totemleriyle kurduğu
ilişkinin bir arada tuttuğu bir gruba katılmanın bittiği noktada var olmaya
başlar "toplum". 19. yüzyılın sonundan bu yana formüle edildiği
şekilde ve insanların "katlanılmaz toplumsallığına (insociable
sociabilité, Kant) dair klasik çağın bütün değerlendirmelerinde örtük olarak
var olduğu biçimiyle "toplum" ile "topluluk" {société -
communauté) arasındaki ayrımın, hatta karşıtlığın demokrasiyle çağdaş olmasının
rastlantı olmadığı bile söylenebilir - tıpkı kırsal yaşam topluluklarının
çözülmesi sitelerin doğuşuna yabancı olmadığı gibi. Site -polis- bizatihi
dışarıdan bir bağı temsil ediyordu, demokrasinin de bunun ortaya çıkardığı sorunu
çözmesi gerekiyordu.
Kuşkusuz bu terimleri -içsellik,
dışsallık- harfi harfine anlamamak gerekir; ne grup düzeyiyle ne de birey
düzeyiyle ilintilidir bu terimler. Fakat telkin ettikleri temsillerin kabul
edilip edilmediğini ve uygulamaya konulup konulmadığını hesaba katmak gerekir.
Modem toplum (bu konuda doğrusu başka bir genel terimimiz yok) mensuplarının (farazi bireyler) ve bağıntılarının (farazi çıkarlar ile güçler) dışsallığına
göre tasavvur edilir. "Toplum"dan, toplumsallıktan,
toplumsallaşabilirlikten, toplanma/demekten söz ettiğimiz anda bununla koskoca
bir antropoloji -hadi, koca bir metafizik demeyelim- ima edilmektedir. İnsanlar
bir dışsallıktan yola çıkarak toplanırlar; dağılma da her zaman için toplanmanın
muhtemel bir sonucudur.
Toplumdaki iktidarın bir tek "meşru
şiddet" özelliklerini ve bir de grubun "iç" hakikatine bağlı
olduğu söylenen simgesel bir işlevi muhafaza etmesinin nedeni de budur.
Demokrasi bu nedenle kelimenin en güçlü
anlamıyla (diyelim ki kâh sivil olan veya olmayan bir dinin, kâh feodal
ittifakın, kâh ulusal birliğin gücünü temin ettiği) bu tür bir simgeciliğin bulunmadığını
ele veren bir iktidarı kabul etmekte zorlanır. Bu anlamda demokrasinin arzu
ettiği ve yüz elli yıl boyunca kendi ufku olarak ürettiği ve taşıdığı gerçek ad
komünizm'dir.[5] Toplumun her bakımdan eksik kaldığını kabul
ettiği topluluğa/cemaate dair simgesel bir hakikati yaratma arzusunun adı
olacaktı bu ad. Söz konusu ad belki artık yürürlükten kalkmıştır, burada
tartışmak istediğim şey bu değil. Bir ideanın aslında olsa olsa bir idea
diyebiliriz, ama dar anlamıyla kesinlikle bir kavramın değil, demokrasinin gerçekte
kendi özünü ve hedefini sorgulamasını sağlayacak bir düşüncenin, bir düşünce
eğiliminin- taşıyıcı adı olacaktı.
Komünizm idealinin şu veya bu
"ihaneti” ne kadar ifşa edilip kınansa yeterli olmuyor bugün. Oysa şunu
hesaba katmak gerekir: Komünizm ideasının illa -ütopik veya rasyonel- bir ideal
olması gerekmiyordu, çünkü toplumsal dışsallığın ve ortak veya cemaatçi bir
içselliğin (veya simgeselliğin veya ontolojik tutarlığın - hepsi aynı şey)
diyalektik kurtuluşunu gerçekleştirmesi gerekmiyordu illa. Yapması gereken şey,
olduğu biçimiyle toplum'un ıstırap içinde bıraktığı şeyin ne olduğu sorusunu
sormaktı: yani birlikte-var olmanın simgeseli veya ontolojiği ya da daha bayağı
bir ifadeyle anlamı, hakikati.
Demek oluyor ki komünizm siyasal
değildi, illa olması da gerekmiyordu. Siyasetin ayrışması konusunda kendini
bağladığı kınama ve ifşa bile aslında siyasal değildi. Komünizm bunu bilmiyordu,
ama bizim artık bilmemiz gerek.
Ama bu koşullarda iktidar konusunda
kendimizi kandırmamalıyız. İktidar yalnız katlanılmaz toplumsallığı iyi kötü
bir arada tutmaya yönelik dışsal çare; toplumun gövdesine en dışsal, hatta en
yabancı veya en düşman arzuların egemen olduğu dışsal tedavi değildir. Zira bu
noktada o "gövde" tartışma konusudur ve de gövdenin organik içselliğine
tekabül eden bir bütün oluşturup oluşturmadığını, en iyi ihtimalle
düzenlenmesi, örgütlenmesi mümkün olan bir yığın olup olmadığını bilmek
gerekir.
İktidarın düzenlemesi, örgütlemesi,
yönetmesi ve hükümet etmesi, kendi varlık alanının ayrışmasını kınanacak bir
şey haline getirmez. Olabildiğince komünist olan bizler işte bu nedenle
devletin zorunluluğunun anlamını kavrayabiliyoruz (devletin zorunluluğuna
rağmen değil zorunluluğu sayesindedir ki devletin ötesine geçen sorular, yani
uluslararası hukuk ve klasik hükümranlığın sınırlarına ilişkin sorular
sorulabiliyor).
Fakat işi kaçınılmaz olana vardırmakla
yetinmemek gerek. Yönetme zorunluluğundan çok daha fazlası vardır iktidarda.
Kendine has bir arzu, tahakküm etme içgüdüsü ve ona bağlı bir tabi olma içgüdüsü
vardır. Tüm iktidar olgularını -siyasal olduğu kadar simgesel, kültürel,
entelektüel, sözel ve imgesel, vb - ahlaka veya adalet ve kardeşlik cemaati
idealine başkaldıran bir güçler mekaniğine indirgeyemeyiz (zira iktidar[lar]a
dair analizlerimizin altında hep bu tür bir kınama vardır sonuçta). Bu tür bir
indirgeme, söz konusu içgüdünün tek başına yok etme arzusu ve ölüm arzusundan
hangi bakımlardan ayrıldığını göremeyecektir. Efendilik, egemenlik veya tahakküm,
emir verme ve yönetme itkisinde hem boyun eğme, alçalma, yok etme hevesini hem
de ele geçirme, belli bir biçimi ve o biçimin doğurabileceği şeyi göz önünde
tutarak alıkoyma, bastırma ve şekillendirmenin hararetini görmek yasak değil
(psikanaliz için ne anlam taşırsa taşısın). Bu iki veçhenin bağdaştırılması,
hatta karıştırılması kaçınılmazdır ve kötü tahakkümler ile iyi
evcilleştirmeleri seçip ayıran bir içgüdü zabıtasının bulunmasını dilemekle
yetinemeyiz. Bu noktada barbarlık ile uygarlık tehlikeli biçimde yan yana akmaktadır,
ama bu tehlike efendilik ve sahiplik etmeye yönelten hareketin kararsızlığının
ve açılımının alametinden başka bir şey değildir.
Bu hareket bir ölüm hareketi olduğu
kadar hayat hareketi, boyun eğen nesnenin olduğu kadar serpilen öznenin de
hareketidir. Tatmin olup dinginleşerek yıkılma olgusu olduğu kadar, arzusuyla
var olarak büyüme olgusudur da. Şu veya bu hedefe önceden yönelmiş olmazsa
muğlak olacak olan bu atılımı düşüncede ifade eden en göz önündeki figürlerden
bahsedecek olursak, Spinoza’nın conatus' unun veya Nietzsche’nin güç
istenci'nin derin içerimi budur.
Şüphesiz siyasal iktidar toplumsallığı
sağlamaya yöneliktir, ama sonunda o toplumsallığa karşı çıkabilir ve yerleşik
ilişkileri baştan kurabilir. Ama bu yönüyle iktidar, üzerinde hiçbir nüfuza
sahip olmadığı belirlenmemiş amaçlara toplumsallığın erişmesini hedefler: yani
anlamsız olmayan amaçlara, arzu anlamlan, biçimleri ve yoğunluklarına. İktidar
itkisi, sırf iktidar olduğu için iktidarın peşine düşmekle birlikte, iktidarı
aşar. Demokrasi ilkece iktidarın aşılmasını -ama iktidarın iptali anlamında
değil, hakikati ve büyüklüğü (hatta ihtişamı) anlamında- gündeme getirmektedir.
8
İktidarın böyle bir şey olduğunu zaten
hep biliyorduk aslında, çünkü yönetenlerin hep -despotluk hariç, çünkü
despotlukta düşünmek mümkün değildir- yönetilenlerin iyiliği için
yönettiklerini düşünmüşüzdür (iktidarın her yerde -yine despotluk hariç- rejim
açıktan açığa demokratik olsun olmasın halka tevdi edildiğini söylemeyi mümkün
kılan şey de budur). Fakat iktidarın kudretine bu şekilde çizgi çeken şey, her
şeye rağmen, yönetilenlerin iyiliğinin ne doğasını ne biçimlerini ne de
içeriğini belirler.
Bu iyilik özü itibariyle belirlenmiş
değildir (ama bu demek değil ki belirlenemezdir) ve söz konusu iyiliğin ne
olabileceği veya neye dönüşebileceği konusunda en baştan bir sorgulamaya -kaygı
veya atılıma- tabi tutarak o iyiliği icat eden ya da yaratan bir hareket içinde
belirlenebilir ancak. Başlangıçta (ki bu başlangıcı da hep en baştan alırız)
hakkında bilip bileceğimiz her şeyin şu iki önermeye bağlı olduğu bir varoluşun
biçimleri, anlamlan, içerimleri nedir öyleyse:
-bu
varoluş kendisinden önce gelen hiçbir amaç, yazgı veya tasarıya karşılık
vermez;
-bu
varoluş bireysel olduğu kadar kolektiftir de: var olması -veya
"olma’’sının hakikati- "olma"sının birliğine dair her türlü
önermenin içinde eriyip dağıldığı tekillerin çoğulluğuna göre gerçekleşir.
Tasarlanmamış ve bütünlüğü olmayan
iyilik, anlamın ortaya çıkmasında etkili olan biçimlerin sürekli yeniden icat
edilmesi demektir. Anlam (sens)[6] ile
kastedilen şudur: Deneyim, yani dıştaki bağıntı olanaklarının birbirine gönderme
yapmasından, dolaşımından, değiştokuşundan veya paylaşımından sonsuza açılma olanağına
doğru bir hareket. Ortak, bu noktada her şey demektir. Anlam, anlamlar, duyum,
duygu, duyarlılık ve duyusal hazlar, bunlar hep ortak olarak belirlenir. Hatta,
ortak olanın koşulu budur: birbirini hissetme ve bunun sayesinde içselliğe
dönüştürülmeyen veya içsellikle doldurulmayan, ama aramıza gerilen, aramızda
gergin olarak duran dışsallık.
Bir metafizik (başka bir deyişle:
amaçlarla kurulan bir bağıntı) taahhüt ettiği ve sivil olsun olmasın bir dinle
bu metafiziği güvence altına alamadığı müddetçe, demokrasi anlamın ve
anlamların içerimlerinin kendi yönetim alanının dışına taşmasını kolaylaştıran şeyin
tam da kendi politikası olduğunu kabul ettirmeye bakar. Özel veya kamusal bir
mesele olmadığı gibi, kolektif veya bireysel bir mesele de değildir bu.
Saydıklarımızın ikisinden de olmayan ve bütün tutarlılığı iki gruptan da uzak
olmasında bulunan ortak olan'a veya ortak-var olma'ya dair bir meseledir.
Ortak olan, aslında dünyanın, anlamların dolaşımının rejimidir.
Ortak olanın alanı tek ve bütünlüklü
değildir: Anlam düzenine ilişkin birden çok yaklaşımdan oluşur; bu anlam
düzeninin her türü de sanatların, düşüncelerin, arzuların, duyguların, vb.
çeşitliliğinde olduğu gibi çoğulluk gösterir. Bu noktada " demokrasinin
anlamı şu olacaktır: Bütün bu çeşitlilikleri birleştirmeyen, tam tersine çoğulluklarını
ve bu çoğulluğun sayısız ve hiç bitmeyecek biçimlerinin meydana getirdiği
sonsuzluğu yayan bir "cemaate/topluluğa” söz konusu çeşitliliklerin
-sorumluluğu alınmadan- kabul edilmesi.
9
Modem demokrasinin -yani bir kez daha tekrarlayalım:
yurttaşlık dini gibi fiili bir ilkesi olmayan demokrasinin- doğuşuyla birlikte
politikanın kendi kendine kurduğu tuzak, toplumsal istikrarı (’’devlet” anlamına
gelen Etat sözcüğünün köken anlamı budur: il stat o,
istikrarlı/durağan/değişmez durum) sağlama fikri ile ortak-var olmayı (yani
işin özü: "olma”yı veya ”varoluş"u) dışavuran bütün biçimleri kuşatan
bir biçim bulma fikrini birbirine karıştırmasıdır.
Bütün biçimleri kuşatan bir biçim bulma
arzusu gayrimeşru veya boşuna olduğu için değil bu söylediğim. Bir anlamda,
herkes bunun sanatlardan biriyle, sevgiyle, düşünceyle veya bilgiyle olmasını
ister. Ama herkes bilir ki -üstelik doğuştan, ezelden bir bilgiyle bilir- bütün
biçimleri kuşatma ve kapsama arzulan, ancak söz konusu biçimlerin çoğul
gelişimlerine kendini açınca ve tükenmez bir çeşitliliğin serpilmesine izin
verince, kendi hakikatini beyan edebilecektir. Birlik veya sentez içgüdümüz
kendini gösterdiğinde, nihai bir noktada toplanma içgüdüsü olarak değil yayılma
ve saçılma içgüdüsü olarak gösterir kendini. Belli bir politika anlayışı nihai nokta
ve tek anlamın/yönün ağırlığı altında ezilmiştir.
Nesneleri çizgi veya arzu, çınlama veya
dil, hesap veya jest, mutfak veya kumaş açısından ele alın: Ötekilere temasla
veya göndermeyle, karşıtlık veya benzerlikle, doğrudan, dolaylı veya zikzaklı
yolla açılarak serpilip boy atan bir biçim rejimi - ama hiçbiri kendi kendini
olumsuzlamaya yönelerek kendini göstermeden ötekileri özümsemeyi veya
birleştirmeyi, toplamayı aklından geçirmez. Şayet "bakır, borazan olarak
uyanıyorsa" (Rimbaud), keman olmak ona düşmediğindendir.
Aynı zamanda biçimlerin biçimi veya bir
bütünlüğün tamamlanması diye bir şey olmadığındandır. Aksine bütün (bir boşluk
veya sessizlik bile söz konusu olsa), bütünden fazlasını gerektirir; o fazla
olmazsa bütün içeri doğru patlayıp çöker. Oysa politika böyle bir şeyin
olabileceğini ve ayrıca tam da bu nedenle "her şeyin siyasal olduğunu"
veya tüm diğer praxis'lerin zorunlu evveliyatının (antécédence) politikada
ortaya çıktığını öne sürerek "siyasal olan"ın kendi farkını silip yok
etmesi gerektiği düşüncesini uyandırmıştır.
Başka biçimlere açılma işlemine ulaşmaya
biçim vermelidir politika: Anlamın kurulması veya belirlenmesinin değil, erişim
koşulunun evveliyatıdır bu. Bu durum politikayı ikincil duruma itmez;
politikaya en yüce hizmet özelliğini kazandırır. Politika, biçimlerin veya
anlamla ilgili söylemlerin filizlenmesi olanağını sürekli yenilemelidir. Buna
karşılık kendisini biçim olarak kurmamalı, en azından "biçim"
kelimesinin bu anlamıyla: Nitekim öteki biçimler veya öteki söylem türleri
kendi başına birer amaç olan birtakım amaçla- n (sanatlar, dil, aşk, düşünce,
bilgi...) kapsarlar. Halbuki politika kendi alanını iktidarın
şekillendirilmesine verir.
Politika hiçbir zaman amaçlara ulaşamaz.
Olsa olsa geçici denge basamaklarına varır. Sanat, aşk veya düşünce ise her
defasında, her tezahüründe bile denebilir, kendisinin tamamlanmış olduğunu ilan
etme hakkına sahiptir. Fakat aynı zamanda bu tamamlanmalar ancak kendi
alanlarında geçerlidir; hukuk kurmaya veya politika yapmaya haklan olduğunu
iddia edemezler. Böylece şunu söylememiz mümkün hale geliyor: Bu söylem türleri
"sonsuzun bitirilmesi" kapsamlıdadırlar; oysa politika
tanımsızlıktan, belirsizlikten doğar.
10
Kopuk kopuk birkaç notla sözlerimi
bitireceğim, ama bir sonuca varmayacağım.
Politik olmayan alanların (burada
"sanat", "aşk", "düşünce", vb. adlar verdik
bunlara) sınırları ne önceden belirlenmiştir ne de hiç değişmez; bu alanların
icadı, oluşumları, kıvam ve ritimlerini bulmaları -örneğin modem çağda
"sanat"ın icadı- bu sözünü ettiğim amaçların icadı ve dönüşümü,
yeniden icadı vb. rejimine bağlıdır.
Politika ile tüm diğerleri arasındaki
sınır önceden belirlenmiş veya değişmez değildir. Örnek: "kültür
siyaseti" nerede başlamalı ve nerede bitmeli? Peki, "siyasal’’ alanın
sınırlan üstüne düşünmek zorunda olmak demokrasiye has bir özellik midir?
Burada söylediklerim, demokrasilerimizde
her şeyin şu anki halini meşrulaştırmaya götürüyor gibi gelebilir: Aslında
politika demokrasilerimizde "sanat", "bilim",
"aşk" denen alanlarla ortak çizgileri olduğunu gözlemler - ama herbirine
binbir biçimde müdahale etmekten de geri durmaz. Fakat her şey şu haldeyken,
benim günışığına çıkarmaya çalıştığım şey daha önce ne söylendi ne de üzerine
düşünüldü: Nasıl oluyor da politika amaçların sorumluluğunun alınmasının yeri
olmuyor da, yalnız amaçların olanaklılığına erişimin yeri olabiliyor. Bu
düşünme sürecinin yerini, organını, söylemini kurmak - işte bu dikkate değer
bir siyasal eylem olacaktır.
Demek oluyor ki demokrasi, insanlığın
kendi amaçlarıyla, veya "amaç olma" anlamında kendisiyle (Kant)
kurduğu ilişkinin dönüşümünün adıdır. Rasyonel insanlığın kendi kendini yönetmesinin
adı olmadığı gibi, îdeaların göğüne nakşolunmuş kesin bir hakikatin adı da
değildir. Önceden belirlenmiş her tür amaçtan -kesinlikle sonsuzdan değil, ama
her tür gökten, gelecekten- mahrum olmaya maruz durumdaki bir insanlığın
adıdır. Maruz demek, var olan demektir.
Demokrasiye Karşı Demokrasiler
Jacques Rancière
(Söyleşi: Eric Hazan)
DEMOKRASİNİN günümüzde eşi benzeri
görülmedik bir mutabakata konu olduğu yönündeki çok yaygın düşünceye
katılmıyorsunuz. Sizin alışıldık kabulden çok farklı olan demokrasi anlayışınız
dolayısıyla değil mi bu?
İki cevabı var bu sorunun. Öncelikle,
gerçekten de benim savunmaya çalıştığım şey, demokrasinin ne bir yönetim
biçimine ne de bir toplumsal hayat modasına indirgenemeyeceğidir. Ama ”demokrasiyi
sıradan diyebileceğimiz anlamıyla alsak bile, kelimenin değeri konusunda mutabakat
olduğunu hiç mi hiç düşünmüyorum. Bir tarafta net biçimde demokrasi öbür
tarafta totalitarizmin olduğu soğuk savaş dönemine nispetle, Berlin Duvar'ının
yıkılmasından bu yana kendine "demokrasi" diyen ülkelerde tanıklık
ettiğimiz şey, aksine demokrasi konusunda gizli veya açıktan bir tür
güvensizlik, alaydır. Demokrasi Nefretinde, egemen söylemin büyük bir kısmının
farklı biçimlerde demokrasiye karşı çıktığını göstermeye çalıştım. Sözgelimi
Fransa'da 2002'deki seçimler veya 2005'teki Avrupa anayasası referandumu
çevresinde söylenenlere bakılacak olursa; demokratik felaket, sorumsuz
bireyler, büyük ulusal tercihleri âdeta bir parfüm markasını falan seçmekle bir
gören şu küçük tüketici1er - yani her tür söylemi gördük. Öyle ki sonunda
anayasa bir daha halk oylamasına sunulmadı. Dolayısıyla resmi demokrasi tanımının
bir parçası olan bu oylama konusunda bile büyük bir güvensizlik var. Bir de
eski söylemlerin yeniden boy gösterdiğini gördük: En ön safta Cohn-Bendit,
Hitler’i iktidara demokrasinin getirdiğini falan söyledi. Ayrıca demokrasinin
formatlanmış tüketici bireyin hükümranlığı anlamını taşıdığı şu aydın
denenlerde neredeyse egemen konum, medyokrasidir... sağdan tutun aşırı sola,
Fkıkielkraut' tan Tiqquria [7] kadar!
Herkesin kendine demokrat demesine engel
olmuyor bu...
Yok, hiç engel olmuyor! Demokrasilerden
bahsediyoruz, devletleri tanımlıyor ve demokratı demokrasilerin düşmanı gibi
sunuyoruz. Otuz yıl önce Üçlü Komisyon'un (Commission Trilatérale)[8] geliştirdiği temaydı bu: Demokrasiler, yani zengin
ülkeler, demokrasinin, yani demokratların, demem o ki topluluğun sorunlarıyla ilgilenmeye
çalışan herkesin, denetim dışı davranışlarının arz ettiği tehdide maruz
durumdadır.
Günümüzde kelimenin kökenine dönen bir
şeye tanık oluyoruz: Sözcüğün ortaya çıktığı günden beri bir mutabakat varsa, o
da " demokrasinin farklı, hatta karşıt şeyleri anlattığı konusundadır. Demokrasinin
yönetim biçimi olmadığını, canlarının istediği gibi davranmak isteyen
insanların paşa gönlünün buyruğu olduğunu söyleyen Platonla başlar bu iş;
demokrasi için "iyidir hoştur" diyen, ama demokratların demokrasiyi
uygulamasını önlemek gerektiğini söyleyen Aristoteles ile devam eder; modem
çağda Churchill’in ağızlara sakız olmuş malum sözüyle yeniden alevlenir:
Demokrasi en kötü rejimdir, ama insanlık daha iyisini hâlâ bulamadı.
Dolayısıyla kavramı bölme mutabakatından başka bir mutabakat olduğuna inanmıyorum.
Ben bu kavramda adeta bir üçgen
görüyorum; bu üçgenin doruklarını Ranciere'e göre özgürlükler, parlamenter
sistem ve demokrasi, yani iktidarı uygulamak için hiçbir özel hakkı, unvanı
olmayanların iktidarı oluşturur. Birbirinden alabildiğine farklı şeyleri
kapsayan bu denli çokanlamlı bir kelime muhafaza edilmeyi hak ediyor mu,
yıpranmış bir kelime değil mi? Zira kelimelerin yıpranması diye bir şey var
sonuçta. Sözgelimi "cumhuriyet" kelimesi: 1825'te cumhuriyetçiyiz
dedik mi kelle gidiyordu, oysa bugün hiçbir anlamı yok bu kelimenin.
Bana öyle geliyor ki, siyasal kavramların
özelliği bir ölçüde çokanlamlı olmaları değil, bir mücadeleye konu olmalarıdır.
Siyasal mücadele, aynı zamanda kelimeleri sahiplenmek için verilen bir mücadeledir.
Kelimelerin muğlaklığını, çokanlamlılığını ortadan kaldıracak biçimde anlamlarını
kusursuz olarak tanımlamak isteyen, günümüzde analitik felsefenin rüyası haline
gelmiş olan bir felsefi rüya vardır... Ama bana öyle geliyor ki, kelimeler
üzerine verilen mücadele önemlidir, demokrasi kelimesinin bağlama göre değişik şeyleri
dile getirmesi normaldir: Ortalama bir Fransız aydını için, tele-vizyonunun
karşısına kurulmuş süpermarket müşterisinin hükümranlığıdır demokrasi, ama ben
çok değil yirmi yıl önce diktatörlüğün yıkılmış olduğu Kore'den yeni döndüm;
orada devlet aygıtından ayrı bir kolektif güç düşüncesi hâlâ bir anlam taşıyor,
halkın sokakları doldurmasıyla görülmeye değer biçimde ete kemiğe bürünüyor bu
güç. Kelimenin icat edildiği yerde, yani Batı'da, dilerim böyle bir yıpranma
olmuştur, ama Asya’da olup bitenleri düşünürsek, kelimenin hâlâ bir anlamı var.
Demokrasi yerine daha iyi bir kelime bulsak, isterim tabii, ama hangisi daha
iyi ki? Eşitlikçilik mi? Aynı şey değil. "Demokrasi", eşitsizliğin
bağrındaki eşitliktir. Kirlenmemiş bir kelime var mı? Ayrıca bir kelimeyi
bırakınca ne yaptığımızı, hangi güçle kuşandığımızı veya hangisini bıraktığımızı
bilmek gerek, benim için önemli olan bu.
Acaba size göre demokrasi ne bir yönetim
biçimi ne de toplumun erişemeyeceği bir ideal mi? Yoksa eleştirel bir araç,
polemik bir koçbaşı mı?
Hayır, ideal değil, çünkü ben hâlâ
eşitliği ulaşılacak bir amaç değil varsayım olarak kabul eden Jacotot'nun[9]
ilkesiyle çalışıyorum. Söylemeye çalıştığım şey şu: Halkın iktidarı, iktidar
uygulamaya hiçbir şekilde hakkı olmayan kişilerin iktidarı anlamındaki
demokrasi, politikayı düşünülebilir kılan temeldir. Şayet iktidar en
bilgililerin, en güçlülerin ya da en zenginlerin eline dönüyorsa, politika diye
bir şey de yok demektir. Rousseau’nun argümanı budur: En güçlünün iktidarını
bir hak olarak dile getirmesi zaten gerekmez" - en güçlü olan en güçlü
olduğuna göre, iktidarını dayatır, olur biter. Başka bir meşrulaştırmaya gerek
yoktur. Bana göre demokrasi eşitlikçi bir önkabuldür, bizimki gibi oligarşik bir
rejim bile kendini bu önkabulle az çok meşrulaştırmak zorundadır. Evet,
demokrasinin eleştirel bir işlevi vardır: Tahakkümün gövdesinde öznel ve nesnel
olarak iki kere iğdiş edilmiş eşitliğin sivri ucudur, politikanın polis’e [10] dönüşmesine engel olan da budur.
Demokrasi Nefreti Tim son sayfasında
şöyle yazmışsınız: "Eşit toplum, şimdi ve burada özel ve eğreti edimlerle
çizilen eşitlikçi ilişkilerin toplamından ibarettir." Bu-da benim aklıma
Politika Üstüne Tezleri -ki size göre demokrasi kavramına çok yakındır
politika- bir başka pasajı getirdi: "Politika tahakküm biçimlerinin
tarihinde daima geçici bir kaza olarak ortaya çıkar." Uyuşmazlık'ın
sonunda da şöyle yazmışsınız: "Özgül olarak politika ender görülür. Daima
yerel ve seyrek kalır." Eğreti, geçici, seyrek görülen bir demokrasi, bir
politika... Bu sürekliliği olmayan, kısa, ani belirmeler... Özgürleşme
hareketlerine dair karamsar bir bakış açısı değil mi bu?
Kısa ve sürekliliği olmayan
belirmelerden söz ettiğimi hiç sanmıyorum. Önce çıkıntıların olacağı, ardından
her şeyin düzlüğe gömüleceği bir tarih görüşü önermiyorum ben. Alıntıladığınız metinde,
eşitliğin ancak alanını belirleyen pratiklerin toplamı olarak var olduğunu
söylemeye çalışıyordum sadece: Ancak eşitliğin gerçekliği varsa eşitliğin
gerçekliğinden söz edilebilir. Eşitliğin yalnız barikatların üstünde var
olduğunu, barikatlar yıkıldı mı her şeyin bittiğini, gevşekliğe döndüğümüzü
söylemek istemiyordum. Ben olayların, belirmelerin filozofu değilim; daha
ziyade geleneği olan, salt büyük eylemlerle değil ortak olanın devletten ve
mutabakattan farklı biçimlerini yaratma arayışıyla şekillenmiş bir tarihi olan özgürleşmenin
filozofuyum. Kuşkusuz, öyle olaylar vardır ki birtakım zamansallıklar açar:
Örneğin 1830 Temmuzu'nun üç günü ileride işçi örgütlerinin, 1848
ayaklanmalarının ve Komün'ün gömüleceği bir alan açmıştır.
Fiilen eşitlik bu sayede var olur; iyi
bir stratejiyle, iyi bir yönetimle, iyi bir bilimle falan ulaşılacak bir ideal
değildir. Açıkça söylemek gerekirse, bu tutumun neden öbürlerinden daha
karamsar olduğunu anlayamıyorum. İtalya’daki büyük devrimci stratejistlerin
sayısını bir düşünün - ne oldu sonra? Berlusconi geldi. Geleceğin anahtarlarını
elinde tutanlara, doğru stratejileri olanlara-bugün vardığımız yerle ilgili
olarak- hesap sormak gerek bir gün. Şayet onlar iyimser, ben karamsarsam, onlar
gerçekçi ben de hayalperestsem... (gülüyor)
Sizin gibi arşivlerde çok çalışmış biri
için, bana öyle geliyor ki, treninize o kadar da geçmişte takılıp kalmış değil.
Yok, bence özgürleşme gelenekleri
vardır. Üzerine çalışmaya gayret ettiğim şey de stratejik, Leninist falan
görüşlerin ellerine geçirdiğinden farklı bir gelenektir. Tarihsel zorunluluk
fikrine karşı mücadele etmeyi hiç bırakmadım. Arşivlerde çalışmak bana hiç değilse
bir şey öğretti, o da tarihi tek hayatları olan insanların yaptığıdır. Şu
anlama geliyor bu: Tarih hiçbir şey yapmaz, hiçbir şey demez, tarih dediğimiz
şeyi kendi hayatlarından, kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir zamansallık
inşa eden insanlar dokur. İşçi sınıfı veya işçi hareketi gibi büyük öznelerin
tarihini anlatır dururlar, ama görüyoruz ki aktarımda kesintiler vardır,
geçmişle bağlarımız kopar, sonra yeniden kurulur... 68’den sonra neler olduğuna
bir bakın:
Yıllarca inkâr, hatta lanetlemeden
sonra, 1960'lı yıllarda neler olduğuna yeniden ilgi duyan, Maoculuğu falan yeni
baştan keşfeden bir kuşak geliyor. Bu yeni kuşaklar belli kelimelere, bu
kelimelere bağlı belli umutlara bambaşka bağlamlarda, bambaşka ve tesadüfi aktarım
biçimleriyle yeniden anlam vermeye çalışıyorlar.
Dipnotlar:
[1] Lat. habitus: genel görünüş; Yun. logos: kelam, söz; Yun. theos: tanrı,
-ç.n.
[2] "Devlet; hal, durum"
anlamına gelen Fr. état (Lat. stare "ayakta durmak, dik durmak")
kelimesinin önceki (halen de kullanılan) anlamlarını açıklıyor yazar:
"kurulu hal, yerleşik düzen" anlamından bu "düzeni sağlayan,
ayakta tutan toplumsal aygıt" anlamına bir geçiş olduğu açık.
Bir sonraki paragrafın ilk cümlesinde de
yazar parantez içinde (başka göndermelerin yanı sıra) köken olarak
"tepetaklak dönme, devrilme, devri daim etme" anlamına gelen
révolution (devrim) sözcüğü ile köken olarak "dik durma" anlamına
gelen état (devlet; hal) kelimesinin yan yana kullanılmasındaki zıtlığa dikkat
çekiyor, -ç.n.
[3] Retoriğin teknik ve kategorilerinden
biri: bir tür oksimor, isim ile sıfat arasında çelişki veya karşıtlığın
bulunması ("kuru su" vb.). Burada "ilkesel" sıfatı ile
"anarşi" (Yunancada kurucu ilkenin yokluğu, eksikliği) arasındaki
ilişki söz konusu. -ç.n.
[4] Yazar yine Batı dillerinde prensip
(principe) ile prenslik (principauté) kelimelerinin köken ilişkilerine gönderme
yapıyor, -ç.n
[5] Yazar, burada sözünü ettiği
komünizmden ne anladığını aşağıda 8. bölümde açıklıyor. O bölümün daha iyi
anlaşılabilmesi için, komünizm sözcüğünün köken anlamıyla Türkçeye
’’ortakçılık” diye çevrilebileceğini hatırlatmakta yarar var. -ç.n.
[6] Bu paragrafta yazar, sens
kelimesinin -türevlerinden de yararlanarak- bütün anlamlarını işin içine katmak
istiyor: anlam; yön; duyu(m); his... Türkçede bu kavramlar arasında sesteşlik
ve kökteşlik ilişkisi olmadığı için başarılı bir çeviri mümkün değil, -ç.n.
[7] 1999'da kurulup, "başka bir
cemaat"in varoluş koşullarını oluşturmayı amaçlayan Fransız felsefe
dergisi. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra kaplandı, -ç.n.
[8] 1973'te Bilderberg ve Dış İlişkiler
Konseyi'nin önde gelen yöneticilerince kurulmuş, kimilerine göre küreselleşmeyi
yöneten örgüt, -ç.n.
[9] Jacotot, Ranciere'in Cahil Hoca
kitabında konu edilen 18. ve 19. yüzyılda yaşamış öğretmen, pedagog, -ç.n.
[10] Politika kelimesinin Grekçe kökeni.
Ranciere, Siyasalın Kıyısında başlıklı kitabında şöyle tanımlar: "Siyasal
olan, ayrı türden iki sürecin karşılaşmasıdır. Birincisi hükümet sürecidir.
Cemaat halindeki insanların bir araya gelişini ve rızalarını örgütlemekten
ibarettir ve temelinde yerler ile görevlerin hiyerarşik dağılımı vardır. Bu
sürece polis adım vereceğim" (Siyasalın Kıyısında, çev. A. Ufuk Kılıç,
İstanbul: Metis, 2007, s. 71). -ç.n.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder