11 Ekim 2013 Cuma

Komünizm kelimesi

Kavramdan önce kelime değil, kavram ve tarihsel fâil olarak kelime.

“Komünizm” kelimesinin garip bir öyküsü vardır. Kökenini ihtimamla araştırıp bulmak çok zordur. Bununla birlikte “komünist” kelimesinin, on dördüncü yüzyılda “main morte (miras hukukuna tâbi olmayan) kategorisine ait bir mülke müştereken sahip olan insanlar” anlamında halihazırda kullanıldığına şüphe yoktur: Bir manastır keşişler cemaatine aittir ve bu cemaat, bireylerden bağımsızdır. Görünen o ki, bu kelime aynı zamanda ve hatta evvelinde, on ikinci yüzyıldan itibaren cemaat yasasının bazı yönlerini tavsif etmiştir ve burjuvanın başlangıcına filiz veren cemaat hareketiyle ilişkilidir.

Daha sonra, on sekizinci yüzyılda, kelime Victor d’Hupay de Fuveau’nun Fransız Devriminden dört sene önce yazdığı bir metinde belirir. Tam da keşişler cemaatinin yerini alması beklenen bir  müşterek yaşam projesini veya hayalini tavsif eder.
Örnek olarak d’Hupay’dan bir alıntı:

“Ahlaki ekonomik rejimin bu birlik (union) ve topluluğu (communauté), her halükârda, ancak küçük gruplar vasıtasıyla mümkün olabilir. Platon’un Devlet’inin ateşli destekleyicileri henüz kabul etmeseler de bu sadece çeşitli kabiliyetlere mukabil elde edilmiş zenginlikleri  birbirine karıştırmadan gerçekleştirilebilir. Bu, aynı zamanda, her meslekten insanlar arasındaki uhuvveti arttıracak, aynı vatandaş sınıflarında görülen tiksindirici ve herkesi aynı ölçüde yıkan ve harap eden tüm boş ve dışsal ayrılıkları, çocukça rekabetleri bitirecektir. Bizim iki Henri’nin de örnek aldıkları, Kral Idomenée basit (simple) Somptüer Yasaları (Lois Somptuaires) ile bu meşum yarayı iyileştirmişti. İlk Hıristiyanların yortuları da insanları barış ve dine mahsus bu basitlik (simplicité) ruhunda bir araya toplayarak aynı gayeye matuf bir vazife ifa ediyordu. Bugün artık işlevini yitirmiş keşişlerin vakıflarına dair ne varsa bunların hepsinin yerine getirilmesi önceleri Vatanın Babası (Père de la Patrie) sıfatını hak etmek isteyen bir hükümdara düşerdi. Bu manastırların doğruları, bugün yerlerine yenileri ikame edilmek suretiyle rafa kaldırılıyorlar, işlevleri yeni modeller tarafından görülüyor. Manastırların birçoğunun nüfusu günden güne eriyor ve şimdi artık kendileri için daha iyi bir talih beklemekteler.”

d’Hupay, “komünizm veya topluluğu” [communauté] yönetim biçimlerinden biri olarak sunan ilk kişi olduğu sanılan Restif de la Bretonne’un arkadaşıydı. de la Bretonne, otobiyografisinde (“Monsieur Nicolas”) komünizmi, dokuz  yönetim çeşidinden bir olarak ele alır ve bunun sadece “sabahları birlikte çalışan ve öğleden sonra birlikte oynayan” bazı Güney Amerika halkları  için elverişli olduğunu yazar (bu Marx’ın Alman İdeolojisi’nde söylediklerinden çok da farklı değildir).

Kısa bir süre sonra, Fransız Devrimi esnasında, (ve bu bilinen bir şeydir) ilk Commune insurectionnelle de Paris’ye iştirak eden Gracchus Babeuf “communautariste” kelimesini, “Eşitlik” hakkındaki fikirleri bağlamında ve “communauté nationale” ifadesinde birkaç kez dile getirmiştir.

Kelimenin açık kullanımlarının yanı sıra, başka isimlerin de aynı şeyi tavsif ettiğini hatırlamalıyız. Örneğin onaltıncı yüzyılda, topraktan “ortak hazine” olarak bahseden ve o zamanlar takriben “res publica” anlamına gelen Commonwealth adıyla kurulan ilk Cumhuriyetle nihayete eren ilk İngiliz Devrimi zamanında yaşamış olan İngiliz “Kazıcılar”ın[1] doktrininde.

Aslına bakarsanız bu tarihsel veriler bize “komünizm”in ne kökenini ne de anlamını –ya da, daha da iyisi, mânasını- verebilmektedir. Hiçbir tarih, hiçbir etimoloji mâna gibi bir şeyi üretemez.

Ama bu verilerden anlayabileceğimiz bir şey var: Bu kelimede, bu kelimenin icadında ve onda muhtevi teşebbüs veya ihtiyaçta söz konusu olan bir şey var. Hâla karşımızda duran, hâla keşfedilmeyi bekleyen veya hâlâ gelecek olan bir şey.
Komünizm – yine kelime. Mevcudiyet olarak, his olarak, mâna (anlamdan fazlası) olarak kelime.

Bu kelime üzerine araştırmaların veya şerhlerin bu kadar nadir olması bir dereceye kadar gariplik arz eder. Sanki her zaman apaçık olduğu düşünülmüş… Evet, bir bakıma öyledir de – ama hangi bakımdan apaçık olduğu biraz daha düşünülmeyi hak ediyor… 

Tarih bizim bu kelimenin “kaderi” diyebileceğimiz şeyi açıklamak için yeterli olmasa bile, olumlu olan bir şey var: cemaat -koinoniacommunitas– çok büyük toplumsal dönüşümler ve/ya meseleler veyahut toplumsal düzenin yıkımı zamanlarında açığa çıkmaktadır. Hıristiyanlık öncesinde, feodalizmin son demlerinde veya sonradan, ilk sanayi devrimi zamanında durum budur. İlki, antik dünyanın toplumsal ve kültürel yapısının bütünsel dönüşümü dönemidir – yani, kendi antik dünyasını açmış olanın nihai başarısı: tarım kültürünün ve teokrasinin yapısökümü. Böyle bir yapısöküm yapının altında veya içinde gizli kalanı apaçık kılar veyahut öne çıkarır: insanların birlikteliğini (hiç kuşkusuz, insanların diğer tüm canlılarla -hayvanlar, bitkiler, hatta yıldızlar ve taşlar- birlikteliğini bile…). Yunan -Batılı- döneminden önce ve ondan sonra zuhur edende, birliktelik ilk defa verili hale gelmiştir. Buna, böylesi bir toplumun kendini bir holon, bir bütün olarak anladığı varsayımıyla “bütüncül toplum” diyoruz. Bizler bütünle parçaları –bütünden alınmış parçalar olarak- veya birkaç bütünün birlikteliğini –yani, bireylerinkini- karşı karşıya koyarız. İki temsilde de aynı soru açığa çıkar: Bir bütün verili olmadığında ve muhtemelen hiçbir şekilde verili olmayacağında, birlikteliğe ne olur?

Böylece koinônia ya da ona doğru hareket, cemaate doğru hareket diyelim, açığa çıkar. Gelir veya belirir; belki de çağırdığı, adlandırdığı veya gösterdiği şey artık (veya bundan sonra) verili olmadığından kendini kurar.

Şüphesiz ki, müşterek hayatın birçok önemli özelliği veya temayülü –ya da daha kesin bir ifadeyle, müşterekte hayat- insanoğlunun ilk örneğinde zaten veriliydi. İnsanoğlunun ilk örneklerinin bir birey değil bir grup, birçoğunun bir araya gelişi olduğunu da aynı kesinlikle söyleyebiliriz. Ve, bilebildiğimiz kadarıyla bu birliktelikte verili olan bir şey var – bu bütünün, bütünlüğün bir cihetiyle birlikte veya onun aracılığıyla verilidir (ve bununtotalitarizm adı verilen şeyle hiçbir alakası yoktur).

Eğer birliktelik bu cihetten yoksun biçimde veriliyse, eğer toplum olarak veriliyse –aile, kabile, aşiret gibi bir entegrasyonun yerine gelen bir ilişkilenme- bizatihi ilişkilenme, kendi imkânı ve tutarlılığı üzerine bir sorgulamaya yol açar: Onu istemeyenleri hatta onu reddedenleri ilişkilendirmek nasıl olanaklı hale gelebilir? Öyleyse toplum, üyelerinin –socii- kabul etmek ve meşrulaştırmak zorunda olduğudur. 

Buna karşın communitas veyacommunio kendi mevcudiyetiyle ve hatta üyelerinin varoluşlarıyla kendini meşrulaştıran fikir olarak icat olunmuştur. 

Komünizm, birlikteliktir –Mitseinbirlikte-olmak– bireylerin mevcudiyetine, yani varoluşsal anlamda özlerine ait olmak anlamında birlikteliktir. Toplum -zaruri olsa dahi- nihai tahlilde özünde ayrık olan bireylerin esas olmayan bağı anlamındadır.

(Sosyalizm kelimesinin ne genel ne de Marx’ın metninde geçtiği haliyle çözümlemesine girmeyeceğim. Bildiğimiz gibi, birçok tarihi neden ve keza –ben buna inanıyorum- kelimenin (imgenin, sembolün) anlamının gücü ve derinliği de hesaba katılırsa, komünizmtek başına bir siyasi tercihten, bir siyasi çizgiden, bir partiden daha fazla güce sahip oldu ve onu muhafaza etti.)

Benim için asıl mesele bu: komünizm bir siyasi anlamdan daha fazlasını ve ondan başka bir şeyi ifade eder. Mülkiyet hakkında bir şey söyler. Mülkiyet sadece metalara sahip olmak değildir. Mülkiyet tam da sahip olmaya dair herhangi bir hukuki varsayımın ötesindedir (ve/veya berisindedir). Komünizm herhangi türden bir sahip oluşu, tam da bir özneye sahip oluş yapan şey, yani basbayağı öznenin bir ifadesi yapan şeydir. Mülkiyetbenim iyeliğimde değildir: bendir. 

Ama ben hiçbir zaman yalnız var olmaz. Özü itibariyle varolan başka varlıklar ile varolur.İle, harici bir bağ değildir, bir bağ dahi değildir: birlikteliktir – ilişki, paylaşma, mübadele, aracılık, dolayım ve dolayımsızlık, anlam ve duygu.

İle’nin kolektif adı verilen şeyle hiçbir alakası yoktur. Kolektiflik bir araya gelmiş insanlar demektir: herhangi bir yerden, kolektifin veyahut derlemenin hiçbir-yerine (nowhere) getirilmiş insanlar demektir. Kolektifin ko-’su [co-] komünizminkiyle aynı değildir. Bu sadece bir etimoloji meselesi değildir (munire’ye karşı ligare). Bu bir ontoloji meselesidir: kolektivizmin ko-’su, “partes extra partes”in parçaları veya tarafları arasında hiçbir bağıntı belirtmez, yalnızca harici bir “yanyanalık”tır.

Komünizm’in ko-’su başkadır. O, Heidegger’in Mitsein’ın mit’i için kullandığı anlamda,kategorikdeğil varoluşsal ile’dir (mitko-). Kategorik ile, aşağı yukarı Kantçı bir tarzla, sadece formeldir ve ileile ile-olmayanın (without) farkını koyar (burada benimle birliktesin, lakin burada bensiz de olabilirdin; bu ne senin burada oluşunu ne de senin sen, benim de ben oluşumu aksatır). Varoluşsal ile, ne senin ne de benim, birlikte veya ayrıyken aynı olduğumuzu belirtir. Varoluşsal ile, tam da bizim inşamıza veya fıtratımıza ya da dilerseniz, varlığımıza ait olduğunu söyler. Ve bundan daha fazlası vardır onda: sadece bu durumda bir “biz”den bahsedilebilir – ya da daha iyisi: Sadece bu durumda birbiz’den bahsedilmesi mümkün olabilir. Ve hatta daha iyisi: Eğer biz sadece ve her seferinde bir söz edimiolabiliyorsa, o zaman sadece varoluşsal anlamda söz konusu olan bir biz onun anlamını (significance) icra edebilir (bu anlamın ne olduğu sorusu bir başka mesele: şimdilik sadece bunun bir bağıntı ifade ettiğini, yalnızca bir yan-yanalık olmadığını belirteyim).
(Bir parantez daha – beni bağışlayın! Mutlak bir “salt yan-yanalık” olduğundan emin olunamaz. Yan-yanalık bir bağıntıda her zaman için verilidir. Bu noktayı daha sonra da tartışabiliriz.)

Buraya kadar kullandığım muhtelif iddiaları bir araya getirerek diyebilirim ki: komünizm, ontolojik birlikte-olmak olan varoluşun söz edimidir. Bu söz edimi müşterekin ontolojik hakikatini, yani ilişkiyi (nihai anlamda manayı) talep eder.
(Daha sonra ya da başka bir yerde mana ve ilişki özdeşliğine –bunun yanı sıra, hakikat ve varoluşsal ko- [co-, birlikte] özdeşliğine de- gelebilirim. )

İlaveten: müşterekin hakikati mülkiyettir. Mülkiyet sadece sahip olma ya da aidiyet anlamına gelmez. Aksine, sahip olma veya aidiyetin sahiden anlaşılır ve belirlenebilir olması ancak mülkiyetinanlaşılmasıyla mümkün olur.

Marx “bireysel mülkiyet” adını verdiği ve hem “özel mülkiyet”ten hem de “kolektif mülkiyet”ten ayırdığı bir mülkiyet türü için imkân oluşturmaya çalıştı. Hem “özel” hem de “kolektif” sadece hukuk alanına ve kategorisine göndermede bulunur. Yasa sadece resmi ve harici bağları tanır. Bireyselmülkiyet, münasip özneye (ona “kişi” de diyebiliriz, Marx’ın pasajda kullandığı “birey” kelimesini de kullanabiliriz) münasip olan mülkiyet anlamındadır.
Özne “münasiplik” diyebileceğimiz şeyin kapasitesi demektir: Bir şeye sahip olmakla alakası olmayan (ve şeylerle, nesnelerle dahi imkanlı olan) bir bağıntıya girme veya bir bağa, bir münasebete, bir iletişime eklemlenme. Kendime görev edindiğim ve bunun yanı sıra iletişimde bulunduğum sürece ben münasibim, yani kelimenin de aşikâr ettiği gibi; ben müşterekteyim [common] (İngilizcede müşterek mekân veya cemaat mekânı için kullanılabilecek bir isim); ben ondan, onun tarafından, onun için meydana geldim. Freud bunu anlamanın en iyi yolunu sunar: Onun da dediği gibi, ben veya egodünyanın öteki varlığının bütünlüğü olan geniş O’nun yüzeyinde beliren, küçük bir plaka, neredeyse bir noktadır. Yalnızlıkta dahi, “ben”le birlikte veya “ben” olan yeni bir tekil hassasiyet noktası kazanan dünyanın bütününden meydana gelirim.

Dolayısıyla komünizm, öznelerin tüm tekilliklerinin yani, bir araya gelerek oluşturdukları ağ bir dünya (mananın imkanı) meydana getiren tüm istisnaların, tüm olağandışı noktaların ortak şartı anlamına gelir. Siyasi olana ait değildir. Her tür siyasetten önce gelir. Siyasete mutlak bir gereksinim veren şeydir: Müşterekin kendisine – ne özele ne de kolektife, ne ayrışmaya ne de bütünlüğe- müşterek uzamı açma gereksinimi. Lakin bunu yaparken, müşterekin herhangi siyasi edinimde bulunmasına, ondan herhangi bir öz devşirilmesine izin vermez. Komünizm siyaseti etkinleştirme ve sınırlama ilkesidir.

Burada tarihsel veya sözde, -oldukça tuhaf biçimde adlandırılan- gerçek komünizm sorusuna girmek istemiyorum. Komünizm hâlâ bir ideolojiye dönüşme riskine açıktır ve sonundaki -izm'den kurtulmalıdır. Kelime komün'dür, -izm hariç. Komün dahi değil –common (ortak, müşterek), kommune: herhangi form, yapı, temsil olarak alınabilecek hiçbir şey, sadece –com[2]. Latince ilgeç [preposition] cum’ın, evrensel ilgeç [konum-öncesi / pre-position] olarak, herhangi bir varoluşun varsayımı [presupposition] olarak kabulü.

Bu siyaset değil, metafiziktir, veyahut isterseniz ontolojidir: olmak, cum (birlikte) olmaktır. (Bunu yazdığım esnada, Madrid'de bir plaza'da şarkılar söyleyen futbolaficionados'larıyla çevrili etrafım: Burada ortaklaşa olana dair sembollerin, problemlerin, duyguların oluşturduğu bir çokluk mevcut). Ama siyasete de şu soruyu yöneltir: Birlikteliğe (cum), ortak olana (common) ulaşmayı hedefleyerek değil de, sadece gelip şansını denemesine, anlam ifade etme olanağını –eğer, önermek istediğim üzere, herhangi bir mâna kaçınılmaz olarak hiss-i müşterekse [common sense] veya kelimenin sıradan anlamıyla “sağduyu” [“common sense”] değilse de, iletişimden, paylaşmadan, değiştokuştan herhangi bir mâna elde edildiği anlamına geliyorsa- araştırmasına izin vermek umuduyla toplumu, yasayı, idareyi düşünmek nasıl olacak? Ancak söz konusu olan, mülklerin [possession] değil,  hususiyetlerin [property] değiştokuşu:

hususiyetlerimin taahhütleriyle bana has olması; bazen buna “aşk”, “arkadaşlık”, bazen “sadakat”, bazen “haysiyet”, bazen “sanat”, bazen “düşünce”, hatta bazen “yaşam” ve “yaşamın manası” adı verilir – tüm bu adlarda, sadece ve sadece müşterek olana bağlanma vardır.

***

Eğer komünizm bir mülkiyet meselesi ise –ne kolektif ne de özel mülkiyet meselesi; bireysel mülkiyet olduğu kadar müşterek mülkiyet meselesiyle- bir çifte soruya yol açar:

1) Hem “bireysel” hem de “müşterek” olmak ne anlama gelir? “Müşterekliğin bireyselliği”nden ve “bireyliğin cemaati”nden ne anlamalıyız?
2) Zenginliği ve fakirliği müşterek-bireysel mülkiyet alanında nasıl ele alacağız?

İlk soruya yanıt olarak, “bireysel-müşterek”ten başka içerimleri olan, tekil-çoğulaçısından ele alınmalı demek istiyorum. Bu konuya burada girmeyeceğim (halihazırda bunun üzerine yazdığım metinler mevcut), ama en azından tekil-çoğul’un “bireysel-müşterek”te mevcut olabilecek çift tözsellik riskini bertaraf ettiğini belirtmeliyim.

İkinci Soru. Fakirlik ve zenginlik hakkındaki soru, sunuluşu itibarıyla apaçık: zenginlikmüşterek hayatın gerektirdiğinden fazlasına, fakirlik ise daha azına sahip olmaktır. İlk komün(ist) emrin adalet emri olduğu açıktır: müştereğe, müşterek hayatın ihtiyacı olanı vermek. Bu ihtiyaç aynı zamanda basit, aşikâr (bir bakıma insan haklarında –ama yine de bu başka açılardan da tartışılabilir- muhtevidir) – ve yine de müphemdir: ihtiyaçtan arzuya veya dileğe giden yolda ne basitçe ne de açıkça bir fark vardır.

O halde farklı bir şekilde düşünmek gerekli. Sadece “ihtiyaçların” ve bunların “tatmininin” ilk adımlarını atmakla kalmamalı (elbette temel veya asgari tatmin seviyesini mutlaka göz önünde bulundurmalıyız), bunun yanı sıra her ihtiyaçta ebediyetin de muhtevi olduğunu ve ebediyetin tam da onun özü olduğunu dikkate almalıyız. İhtiyaç (ekmek, su veya mekân gibi) bir şeyi ele geçirmek için dürtü olarak, lakin bir şey olmayana, belki de ebediyetten başka hiçbir şey olana doğru hareket olarak ele alınmalıdır.

Bu noktada –tekrar…- kapitalizme yaklaştık: yani, (hepsi, tam da onları biriktirme imkanı veren, adı para olan şeyle –paranın kendisi para kazanmanın sonsuz süreci olarak alınır- ölçüldüğünde eşdeğer olan) şeylerin sonsuz birikimi olarak anlaşılan şeye. Kapitalizm ebediyet yerine sonsuzluktur, veya kapitalin kendisinin sonsuz üretimi olarak ebediyettir.
Bu, tabiri caizse, medeniyetin bir tercihi olmuştur. Bir noktada (bu nokta birkaç yüzyıla genişletilmiş olsa da) Batı medeniyeti sonsuzluğu seçti. Bu, her mevcudiyette mutlak verili olan olarak ebediyetin, biriktirme yolundaki sonsuz süreç olarak ebediyete dönüştüğü noktadır.

Bu, tabii ki, zenginlikteki bir değişimle ilişkilidir. 

Pazarın denetimi ve düzenlenmesi yeterli değil. Sorun sadece üretim-tüketim sisteminin idaresi değil. Mesele, zenginliğin anlamı. Zenginlik ve fakirlik iki oldukça farklı kullanıma ve anlama sahip olabilir. Biri, deyim yerindeyse, biriktirmeye karşı eksiltme [accumulation vs disaccumulation] veya zenginleşmeye karşı fakirleşme. Diğerini de, ihtişama karşı tevazu olarak adlandıracağım (“Mütevazı”, bir erdemi imlerken, fakirleri imler oldu).
Muhtemelen, ihtişam ve tevazu, zenginlik ve fakirlik olarak dahi adlandırılamaz. Bunlar birbirleriyle artıyla eksi gibi ilişkilenmezler; daha çok, bir rahibin sade ve basit cübbesiyle altın bir mihrabın karşısına geçişi gibidir denilebilir. Ya da benim Beethoven’ın kuartetlerini dinlemem gibi. 

Muhtemelen münasip adı tapınma veya kulluk olan, bir tür ibadetin yanı sıra bir tür aşkı da isimlendiren bu ilişki hiçbir zaman bu haliyle toplumda vuku bulmadı veya zaten zenginlik ve fakirlik karşıtlığına karışmış veya ona dönüşmüş olarak vardı. Bununla beraber, esasen fakir/zengin ikilisinin ta kendisi ve bunun hem felsefi ve hem de ahlaki ve dini bir tema veya başlık haline gelmesi tam da kapitalizm öncesinde –antik çağlarda, Platon’la (ve para kazanan Sofistlerin eleştirisiyle) Mesih (ve zenginliği şiddetle reddedişi) arasında- gerçekleşmiştir. Bu çağ zenginliğin eleştirildiği, bir zafer olarak düşünülmediği ilk ve belki bir manada da son dönemdir. Bu dönemde zenginlik, aksine eşi olmayan (par excellence) sahte görkem olarak düşünüldü.

Kendi değerinin, esas değerinin sahte olduğunu düşünen şizofren bir medeniyet bizimki.
Mülk meselesi, “münasip” insana ait, münasip mülk meselesidir: yani, münasip “zenginliğe” (veya “ihtişam” – veya, bir bakıma aynısı olan, münasip “mâna”) dairdir. Böyle bir münasip mülk sadece müşterek olabilir. Özel olarak hiçbir mâna arzetmez (tek bir kişi için anlamlı olan, hiçbir surette anlamlı değildir); kolektif olarak da aynı etkiyi yapar çünkü kolektif tek -mekanik- birliktir, müştereğin çoğulluğu değil. 

Müşterek varlığın haslığı [properness] için uygun kelimedir, eğer varolmak ontolojik olarak “müştereken” var olmak [in common] anlamına geliyorsa.


[1] 1649’da Gerrard Winstanley önderliğinde kurulan tarımsal komünist “gerçek eşitlikçiler”.
[2] Latince “cum”un arkaik formu, “beraber, birlikte, kombinasyon halinde” anlamlarına gelir.

Jean-Luc Nancy
(Londra konferansı için notlar, Mart 2009)

İngilizceden çeviren: Selim Karlıtekin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder