Kavramdan önce kelime değil, kavram
ve tarihsel fâil olarak kelime.
“Komünizm” kelimesinin garip bir öyküsü
vardır. Kökenini ihtimamla araştırıp bulmak çok zordur. Bununla birlikte
“komünist” kelimesinin, on dördüncü yüzyılda “main morte (miras
hukukuna tâbi olmayan) kategorisine ait bir mülke müştereken sahip olan
insanlar” anlamında halihazırda kullanıldığına şüphe yoktur: Bir manastır
keşişler cemaatine aittir ve bu cemaat, bireylerden bağımsızdır. Görünen o ki,
bu kelime aynı zamanda ve hatta evvelinde, on ikinci yüzyıldan itibaren cemaat
yasasının bazı yönlerini tavsif etmiştir ve burjuvanın başlangıcına filiz veren
cemaat hareketiyle ilişkilidir.
Daha sonra, on sekizinci yüzyılda,
kelime Victor d’Hupay de Fuveau’nun Fransız Devriminden dört sene önce yazdığı
bir metinde belirir. Tam da keşişler cemaatinin yerini alması beklenen
bir müşterek yaşam projesini veya hayalini tavsif eder.
Örnek olarak d’Hupay’dan bir alıntı:
“Ahlaki ekonomik rejimin bu birlik (union) ve topluluğu (communauté), her halükârda, ancak küçük gruplar vasıtasıyla mümkün olabilir. Platon’un Devlet’inin ateşli destekleyicileri henüz kabul etmeseler de bu sadece çeşitli kabiliyetlere mukabil elde edilmiş zenginlikleri birbirine karıştırmadan gerçekleştirilebilir. Bu, aynı zamanda, her meslekten insanlar arasındaki uhuvveti arttıracak, aynı vatandaş sınıflarında görülen tiksindirici ve herkesi aynı ölçüde yıkan ve harap eden tüm boş ve dışsal ayrılıkları, çocukça rekabetleri bitirecektir. Bizim iki Henri’nin de örnek aldıkları, Kral Idomenée basit (simple) Somptüer Yasaları (Lois Somptuaires) ile bu meşum yarayı iyileştirmişti. İlk Hıristiyanların yortuları da insanları barış ve dine mahsus bu basitlik (simplicité) ruhunda bir araya toplayarak aynı gayeye matuf bir vazife ifa ediyordu. Bugün artık işlevini yitirmiş keşişlerin vakıflarına dair ne varsa bunların hepsinin yerine getirilmesi önceleri Vatanın Babası (Père de la Patrie) sıfatını hak etmek isteyen bir hükümdara düşerdi. Bu manastırların doğruları, bugün yerlerine yenileri ikame edilmek suretiyle rafa kaldırılıyorlar, işlevleri yeni modeller tarafından görülüyor. Manastırların birçoğunun nüfusu günden güne eriyor ve şimdi artık kendileri için daha iyi bir talih beklemekteler.”
d’Hupay, “komünizm veya topluluğu” [communauté]
yönetim biçimlerinden biri olarak sunan ilk kişi olduğu sanılan Restif de la
Bretonne’un arkadaşıydı. de la Bretonne, otobiyografisinde (“Monsieur Nicolas”)
komünizmi, dokuz yönetim çeşidinden bir olarak ele alır ve bunun sadece
“sabahları birlikte çalışan ve öğleden sonra birlikte oynayan” bazı Güney
Amerika halkları için elverişli olduğunu yazar (bu Marx’ın Alman
İdeolojisi’nde söylediklerinden çok da farklı değildir).
Kısa bir süre sonra, Fransız Devrimi
esnasında, (ve bu bilinen bir şeydir) ilk Commune insurectionnelle de
Paris’ye iştirak eden Gracchus Babeuf “communautariste” kelimesini,
“Eşitlik” hakkındaki fikirleri bağlamında ve “communauté nationale” ifadesinde
birkaç kez dile getirmiştir.
Kelimenin açık kullanımlarının yanı
sıra, başka isimlerin de aynı şeyi tavsif ettiğini hatırlamalıyız. Örneğin
onaltıncı yüzyılda, topraktan “ortak hazine” olarak bahseden ve o zamanlar
takriben “res publica” anlamına gelen Commonwealth adıyla
kurulan ilk Cumhuriyetle nihayete eren ilk İngiliz Devrimi zamanında yaşamış
olan İngiliz “Kazıcılar”ın[1] doktrininde.
Aslına
bakarsanız bu tarihsel veriler bize “komünizm”in ne kökenini ne de anlamını –ya
da, daha da iyisi, mânasını- verebilmektedir. Hiçbir tarih, hiçbir etimoloji
mâna gibi bir şeyi üretemez.
Ama
bu verilerden anlayabileceğimiz bir şey var: Bu kelimede, bu kelimenin icadında
ve onda muhtevi teşebbüs veya ihtiyaçta söz konusu olan bir şey var. Hâla
karşımızda duran, hâla keşfedilmeyi bekleyen veya hâlâ gelecek olan
bir şey.
Komünizm –
yine kelime. Mevcudiyet olarak, his olarak, mâna (anlamdan fazlası) olarak
kelime.
Bu
kelime üzerine araştırmaların veya şerhlerin bu kadar nadir olması bir dereceye
kadar gariplik arz eder. Sanki her zaman apaçık olduğu düşünülmüş… Evet, bir
bakıma öyledir de – ama hangi bakımdan apaçık olduğu biraz daha düşünülmeyi hak
ediyor…
Tarih
bizim bu kelimenin “kaderi” diyebileceğimiz şeyi açıklamak için yeterli olmasa
bile, olumlu olan bir şey var: cemaat -koinonia, communitas–
çok büyük toplumsal dönüşümler ve/ya meseleler veyahut toplumsal düzenin yıkımı
zamanlarında açığa çıkmaktadır. Hıristiyanlık öncesinde, feodalizmin son
demlerinde veya sonradan, ilk sanayi devrimi zamanında durum budur. İlki, antik
dünyanın toplumsal ve kültürel yapısının bütünsel dönüşümü dönemidir – yani,
kendi antik dünyasını açmış olanın nihai başarısı: tarım kültürünün ve
teokrasinin yapısökümü. Böyle bir yapısöküm yapının altında veya içinde gizli
kalanı apaçık kılar veyahut öne çıkarır: insanların birlikteliğini (hiç
kuşkusuz, insanların diğer tüm canlılarla -hayvanlar, bitkiler, hatta yıldızlar
ve taşlar- birlikteliğini bile…). Yunan -Batılı- döneminden önce ve ondan sonra
zuhur edende, birliktelik ilk defa verili hale gelmiştir. Buna, böylesi bir
toplumun kendini bir holon, bir bütün olarak anladığı varsayımıyla
“bütüncül toplum” diyoruz. Bizler bütünle parçaları –bütünden alınmış
parçalar olarak- veya birkaç bütünün birlikteliğini –yani, bireylerinkini-
karşı karşıya koyarız. İki temsilde de aynı soru açığa çıkar: Bir bütün verili
olmadığında ve muhtemelen hiçbir şekilde verili olmayacağında, birlikteliğe ne
olur?
Böylece koinônia ya
da ona doğru hareket, cemaate doğru hareket diyelim, açığa çıkar.
Gelir veya belirir; belki de çağırdığı, adlandırdığı veya gösterdiği şey artık
(veya bundan sonra) verili olmadığından kendini kurar.
Şüphesiz
ki, müşterek hayatın birçok önemli özelliği veya temayülü –ya da daha kesin bir
ifadeyle, müşterekte hayat- insanoğlunun ilk örneğinde zaten veriliydi.
İnsanoğlunun ilk örneklerinin bir birey değil bir grup, birçoğunun bir araya
gelişi olduğunu da aynı kesinlikle söyleyebiliriz. Ve, bilebildiğimiz kadarıyla
bu birliktelikte verili olan bir şey var – bu bütünün, bütünlüğün bir
cihetiyle birlikte veya onun aracılığıyla verilidir (ve bununtotalitarizm adı
verilen şeyle hiçbir alakası yoktur).
Eğer
birliktelik bu cihetten yoksun biçimde veriliyse, eğer toplum olarak
veriliyse –aile, kabile, aşiret gibi bir entegrasyonun yerine gelen bir
ilişkilenme- bizatihi ilişkilenme, kendi imkânı ve tutarlılığı üzerine bir
sorgulamaya yol açar: Onu istemeyenleri hatta onu reddedenleri ilişkilendirmek
nasıl olanaklı hale gelebilir? Öyleyse toplum, üyelerinin –socii- kabul
etmek ve meşrulaştırmak zorunda olduğudur.
Buna karşın communitas veyacommunio kendi
mevcudiyetiyle ve hatta üyelerinin varoluşlarıyla kendini meşrulaştıran fikir
olarak icat olunmuştur.
Komünizm, birlikteliktir
–Mitsein, birlikte-olmak– bireylerin mevcudiyetine, yani
varoluşsal anlamda özlerine ait olmak anlamında
birlikteliktir. Toplum -zaruri olsa dahi- nihai tahlilde
özünde ayrık olan bireylerin esas olmayan bağı anlamındadır.
(Sosyalizm kelimesinin ne genel ne de Marx’ın metninde geçtiği haliyle çözümlemesine girmeyeceğim. Bildiğimiz gibi, birçok tarihi neden ve keza –ben buna inanıyorum- kelimenin (imgenin, sembolün) anlamının gücü ve derinliği de hesaba katılırsa, komünizmtek başına bir siyasi tercihten, bir siyasi çizgiden, bir partiden daha fazla güce sahip oldu ve onu muhafaza etti.)
Benim
için asıl mesele bu: komünizm bir siyasi anlamdan daha
fazlasını ve ondan başka bir şeyi ifade eder. Mülkiyet hakkında bir şey söyler.
Mülkiyet sadece metalara sahip olmak değildir. Mülkiyet tam da sahip olmaya
dair herhangi bir hukuki varsayımın ötesindedir (ve/veya berisindedir).
Komünizm herhangi türden bir sahip oluşu, tam da bir özneye sahip oluş yapan
şey, yani basbayağı öznenin bir ifadesi yapan şeydir. Mülkiyetbenim iyeliğimde
değildir: bendir.
Ama ben hiçbir
zaman yalnız var olmaz. Özü itibariyle varolan başka varlıklar ile varolur.İle, harici
bir bağ değildir, bir bağ dahi değildir: birlikteliktir – ilişki,
paylaşma, mübadele, aracılık, dolayım ve dolayımsızlık, anlam ve duygu.
İle’nin kolektif adı
verilen şeyle hiçbir alakası yoktur. Kolektiflik bir araya gelmiş insanlar
demektir: herhangi bir yerden, kolektifin veyahut derlemenin hiçbir-yerine (nowhere)
getirilmiş insanlar demektir. Kolektifin ko-’su [co-] komünizminkiyle
aynı değildir. Bu sadece bir etimoloji meselesi değildir (munire’ye karşı ligare).
Bu bir ontoloji meselesidir: kolektivizmin ko-’su, “partes extra
partes”in parçaları veya tarafları arasında hiçbir bağıntı belirtmez,
yalnızca harici bir “yanyanalık”tır.
Komünizm’in ko-’su
başkadır. O, Heidegger’in Mitsein’ın mit’i için
kullandığı anlamda,kategorikdeğil varoluşsal ile’dir (mit, ko-).
Kategorik ile, aşağı yukarı Kantçı bir tarzla, sadece formeldir
ve ileile ile-olmayanın (without) farkını koyar
(burada benimle birliktesin, lakin burada bensiz de olabilirdin; bu ne senin
burada oluşunu ne de senin sen, benim de ben oluşumu aksatır). Varoluşsal ile, ne
senin ne de benim, birlikte veya ayrıyken aynı olduğumuzu belirtir.
Varoluşsal ile, tam da bizim inşamıza veya fıtratımıza ya da
dilerseniz, varlığımıza ait olduğunu söyler. Ve bundan daha
fazlası vardır onda: sadece bu durumda bir “biz”den bahsedilebilir – ya da daha
iyisi: Sadece bu durumda birbiz’den bahsedilmesi mümkün olabilir. Ve
hatta daha iyisi: Eğer biz sadece ve her seferinde bir söz
edimiolabiliyorsa, o zaman sadece varoluşsal anlamda söz konusu olan
bir biz onun anlamını (significance) icra edebilir (bu
anlamın ne olduğu sorusu bir başka mesele: şimdilik sadece bunun bir bağıntı
ifade ettiğini, yalnızca bir yan-yanalık olmadığını belirteyim).
(Bir
parantez daha – beni bağışlayın! Mutlak bir “salt yan-yanalık” olduğundan emin
olunamaz. Yan-yanalık bir bağıntıda her zaman için verilidir. Bu noktayı daha
sonra da tartışabiliriz.)
Buraya
kadar kullandığım muhtelif iddiaları bir araya getirerek diyebilirim ki: komünizm,
ontolojik birlikte-olmak olan varoluşun söz edimidir. Bu söz edimi müşterekin ontolojik
hakikatini, yani ilişkiyi (nihai anlamda manayı) talep eder.
(Daha
sonra ya da başka bir yerde mana ve ilişki özdeşliğine –bunun yanı sıra,
hakikat ve varoluşsal ko- [co-, birlikte] özdeşliğine
de- gelebilirim. )
İlaveten:
müşterekin hakikati mülkiyettir. Mülkiyet sadece sahip olma ya da aidiyet
anlamına gelmez. Aksine, sahip olma veya aidiyetin sahiden anlaşılır ve
belirlenebilir olması ancak mülkiyetinanlaşılmasıyla mümkün olur.
Marx
“bireysel mülkiyet” adını verdiği ve hem “özel mülkiyet”ten hem de “kolektif
mülkiyet”ten ayırdığı bir mülkiyet türü için imkân oluşturmaya çalıştı. Hem
“özel” hem de “kolektif” sadece hukuk alanına ve kategorisine göndermede
bulunur. Yasa sadece resmi ve harici bağları tanır. Bireyselmülkiyet,
münasip özneye (ona “kişi” de diyebiliriz, Marx’ın pasajda
kullandığı “birey” kelimesini de kullanabiliriz) münasip olan mülkiyet
anlamındadır.
Özne “münasiplik”
diyebileceğimiz şeyin kapasitesi demektir: Bir şeye sahip olmakla alakası
olmayan (ve şeylerle, nesnelerle dahi imkanlı olan) bir bağıntıya girme veya
bir bağa, bir münasebete, bir iletişime eklemlenme. Kendime görev edindiğim ve
bunun yanı sıra iletişimde bulunduğum sürece ben münasibim, yani
kelimenin de aşikâr ettiği gibi; ben müşterekteyim [common] (İngilizcede
müşterek mekân veya cemaat mekânı için kullanılabilecek bir isim); ben ondan,
onun tarafından, onun için meydana geldim. Freud bunu anlamanın en iyi yolunu
sunar: Onun da dediği gibi, ben veya egodünyanın
öteki varlığının bütünlüğü olan geniş O’nun yüzeyinde beliren, küçük bir plaka,
neredeyse bir noktadır. Yalnızlıkta dahi, “ben”le birlikte veya “ben” olan yeni
bir tekil hassasiyet noktası kazanan dünyanın bütününden meydana gelirim.
Dolayısıyla komünizm,
öznelerin tüm tekilliklerinin yani, bir araya gelerek oluşturdukları ağ bir
dünya (mananın imkanı) meydana getiren tüm istisnaların, tüm olağandışı
noktaların ortak şartı anlamına gelir. Siyasi olana ait değildir. Her tür
siyasetten önce gelir. Siyasete mutlak bir gereksinim veren şeydir: Müşterekin
kendisine – ne özele ne de kolektife, ne ayrışmaya ne
de bütünlüğe- müşterek uzamı açma gereksinimi. Lakin bunu yaparken, müşterekin
herhangi siyasi edinimde bulunmasına, ondan herhangi bir öz devşirilmesine izin
vermez. Komünizm siyaseti etkinleştirme ve sınırlama
ilkesidir.
Burada
tarihsel veya sözde, -oldukça tuhaf biçimde adlandırılan- gerçek komünizm
sorusuna girmek istemiyorum. Komünizm hâlâ bir ideolojiye
dönüşme riskine açıktır ve sonundaki -izm'den kurtulmalıdır. Kelime komün'dür,
-izm hariç. Komün dahi değil –common (ortak,
müşterek), kommune: herhangi form, yapı, temsil olarak alınabilecek
hiçbir şey, sadece –com[2]. Latince ilgeç
[preposition] cum’ın, evrensel ilgeç [konum-öncesi / pre-position]
olarak, herhangi bir varoluşun varsayımı [presupposition] olarak kabulü.
Bu siyaset değil, metafiziktir,
veyahut isterseniz ontolojidir: olmak, cum (birlikte)
olmaktır. (Bunu yazdığım esnada, Madrid'de bir plaza'da şarkılar
söyleyen futbolaficionados'larıyla çevrili etrafım: Burada ortaklaşa
olana dair sembollerin, problemlerin, duyguların oluşturduğu bir çokluk
mevcut). Ama siyasete de şu soruyu yöneltir: Birlikteliğe (cum), ortak
olana (common) ulaşmayı hedefleyerek değil de, sadece gelip şansını
denemesine, anlam ifade etme olanağını –eğer, önermek istediğim üzere, herhangi
bir mâna kaçınılmaz olarak hiss-i müşterekse [common sense]
veya kelimenin sıradan anlamıyla “sağduyu” [“common sense”] değilse de,
iletişimden, paylaşmadan, değiştokuştan herhangi bir mâna elde edildiği
anlamına geliyorsa- araştırmasına izin vermek umuduyla toplumu, yasayı, idareyi
düşünmek nasıl olacak? Ancak söz konusu olan, mülklerin [possession]
değil, hususiyetlerin [property] değiştokuşu:
hususiyetlerimin taahhütleriyle
bana has olması; bazen buna “aşk”, “arkadaşlık”, bazen “sadakat”, bazen
“haysiyet”, bazen “sanat”, bazen “düşünce”, hatta bazen “yaşam” ve “yaşamın
manası” adı verilir – tüm bu adlarda, sadece ve sadece müşterek olana bağlanma
vardır.
***
Eğer komünizm bir mülkiyet meselesi
ise –ne kolektif ne de özel mülkiyet meselesi; bireysel mülkiyet olduğu kadar
müşterek mülkiyet meselesiyle- bir çifte soruya yol açar:
1) Hem “bireysel” hem de “müşterek”
olmak ne anlama gelir? “Müşterekliğin bireyselliği”nden ve “bireyliğin
cemaati”nden ne anlamalıyız?
2) Zenginliği ve fakirliği
müşterek-bireysel mülkiyet alanında nasıl ele alacağız?
İlk soruya yanıt olarak,
“bireysel-müşterek”ten başka içerimleri olan, tekil-çoğulaçısından
ele alınmalı demek istiyorum. Bu konuya burada girmeyeceğim (halihazırda bunun
üzerine yazdığım metinler mevcut), ama en azından tekil-çoğul’un
“bireysel-müşterek”te mevcut olabilecek çift tözsellik riskini bertaraf
ettiğini belirtmeliyim.
İkinci Soru. Fakirlik ve zenginlik
hakkındaki soru, sunuluşu itibarıyla apaçık: zenginlikmüşterek hayatın
gerektirdiğinden fazlasına, fakirlik ise daha azına sahip olmaktır. İlk
komün(ist) emrin adalet emri olduğu açıktır: müştereğe, müşterek hayatın
ihtiyacı olanı vermek. Bu ihtiyaç aynı zamanda basit, aşikâr (bir bakıma insan
haklarında –ama yine de bu başka açılardan da tartışılabilir- muhtevidir) – ve
yine de müphemdir: ihtiyaçtan arzuya veya dileğe giden yolda ne basitçe ne de
açıkça bir fark vardır.
O halde farklı bir şekilde düşünmek
gerekli. Sadece “ihtiyaçların” ve bunların “tatmininin” ilk adımlarını atmakla
kalmamalı (elbette temel veya asgari tatmin seviyesini mutlaka göz önünde
bulundurmalıyız), bunun yanı sıra her ihtiyaçta ebediyetin de muhtevi olduğunu
ve ebediyetin tam da onun özü olduğunu dikkate almalıyız. İhtiyaç (ekmek, su veya
mekân gibi) bir şeyi ele geçirmek için dürtü olarak, lakin bir şey olmayana,
belki de ebediyetten başka hiçbir şey olana doğru hareket olarak ele
alınmalıdır.
Bu noktada –tekrar…- kapitalizme
yaklaştık: yani, (hepsi, tam da onları biriktirme imkanı veren, adı para olan
şeyle –paranın kendisi para kazanmanın sonsuz süreci olarak
alınır- ölçüldüğünde eşdeğer olan) şeylerin sonsuz birikimi olarak anlaşılan
şeye. Kapitalizm ebediyet yerine sonsuzluktur, veya kapitalin kendisinin
sonsuz üretimi olarak ebediyettir.
Bu, tabiri caizse, medeniyetin bir
tercihi olmuştur. Bir noktada (bu nokta birkaç yüzyıla genişletilmiş olsa da)
Batı medeniyeti sonsuzluğu seçti. Bu, her mevcudiyette mutlak verili olan
olarak ebediyetin, biriktirme yolundaki sonsuz süreç olarak ebediyete dönüştüğü
noktadır.
Bu, tabii ki, zenginlikteki bir
değişimle ilişkilidir.
Pazarın denetimi ve düzenlenmesi
yeterli değil. Sorun sadece üretim-tüketim sisteminin idaresi değil. Mesele,
zenginliğin anlamı. Zenginlik ve fakirlik iki oldukça farklı kullanıma ve
anlama sahip olabilir. Biri, deyim yerindeyse, biriktirmeye karşı eksiltme [accumulation
vs disaccumulation] veya zenginleşmeye karşı fakirleşme. Diğerini de,
ihtişama karşı tevazu olarak adlandıracağım (“Mütevazı”, bir erdemi imlerken,
fakirleri imler oldu).
Muhtemelen, ihtişam ve tevazu,
zenginlik ve fakirlik olarak dahi adlandırılamaz. Bunlar birbirleriyle artıyla
eksi gibi ilişkilenmezler; daha çok, bir rahibin sade ve basit cübbesiyle altın
bir mihrabın karşısına geçişi gibidir denilebilir. Ya da benim Beethoven’ın
kuartetlerini dinlemem gibi.
Muhtemelen münasip adı tapınma veya kulluk olan,
bir tür ibadetin yanı sıra bir tür aşkı da isimlendiren bu ilişki hiçbir zaman
bu haliyle toplumda vuku bulmadı veya zaten zenginlik ve fakirlik karşıtlığına
karışmış veya ona dönüşmüş olarak vardı. Bununla beraber, esasen fakir/zengin ikilisinin
ta kendisi ve bunun hem felsefi ve hem de ahlaki ve dini bir tema veya başlık
haline gelmesi tam da kapitalizm öncesinde –antik çağlarda, Platon’la (ve para
kazanan Sofistlerin eleştirisiyle) Mesih (ve zenginliği şiddetle reddedişi)
arasında- gerçekleşmiştir. Bu çağ zenginliğin eleştirildiği, bir zafer olarak
düşünülmediği ilk ve belki bir manada da son dönemdir. Bu dönemde zenginlik,
aksine eşi olmayan (par excellence) sahte görkem olarak düşünüldü.
Kendi değerinin, esas değerinin sahte
olduğunu düşünen şizofren bir medeniyet bizimki.
Mülk meselesi, “münasip” insana ait,
münasip mülk meselesidir: yani, münasip “zenginliğe” (veya “ihtişam” – veya,
bir bakıma aynısı olan, münasip “mâna”) dairdir. Böyle bir münasip mülk
sadece müşterek olabilir. Özel olarak hiçbir
mâna arzetmez (tek bir kişi için anlamlı olan, hiçbir surette anlamlı
değildir); kolektif olarak da aynı etkiyi yapar çünkü kolektif
tek -mekanik- birliktir, müştereğin çoğulluğu değil.
Müşterek varlığın haslığı [properness]
için uygun kelimedir, eğer varolmak ontolojik olarak “müştereken” var olmak [in
common] anlamına geliyorsa.
Jean-Luc Nancy
(Londra konferansı için notlar, Mart
2009)
İngilizceden çeviren: Selim Karlıtekin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder