Başlığımın ne anlama geldiğini açıklayarak başlayacağım -ama önce ne anlama
gelmediğini. Edebiyatın politikası, yazarlarının politikası değildir. Kendi
dönemlerinin sosyal, politik sorunları ve mücadelelerine yönelik kişisel bir
taahhütle ilişkisi yoktur edebiyat politikasının. Kendi kitaplarında politik
olayların ya da toplumsal yapı ve mücadelelerin temsil biçimleriyle de
ilişkisizdir. ‘Edebiyat politikası’nın sentagması, edebiyatın edebiyat gibi
politika “yap”tığını ifade eder- yazmanın belirli bir biçimi olarak edebiyat
yapmakla, yapmanın belirli bir biçimi olarak politika arasında belirli bir bağ
vardır.
Bu ifadeyi anlaşılır kılmak için, önce onunla ilişkili
olan politika kavramına dönüyorum. Politika, genellikle bir iktidar pratiği ya
da kollektif istenç ve çıkarların somutlaşması ve kollektif görüşlerin
dışavurumu olarak düşünülür. İmdi, bu dışavurumlar ya da somutlaşımlar, gürültü
etmeyip ifadeler üreten, kendi fantezisinde değil, ortak bir dünyada
konumlanmış ilişki, olay ve nesneleri tartışan ve ortak bir dünyayı paylaşan
özneler olarak kabul edildiğinizi gösterir. Gerçekte politika adlandırmasını
hakeden, bu ortak dünyayı şekillendiren algılar ve pratikler dizisidir.
Politika, evvela duyumsal veriler arasında bir çerçeveleme yolu ve özgül bir deneyim
alanıdır. Duyulurun, söylenebilir ve görünebilir olanın bir dağılımıdır ve
ortaya çıkması için bazı özel verilere imkan tanır (tanımaz) ya da bazı
öznelere onları adlandırması ve onlar hakkında söz söylemeleri için imkan verir
ya da vermez. Varolma, yapma ve konuşma tarzlarının özel bir örgüsüdür.
İmdi, sorun şu: “Edebiyat gibi edebiyat”la kastedilen ne?
Şaşırtıcı biçimde, politik ve toplumsal edebiyat yorumcuları, edebiyatın kendi
tarihselliğine, tarihsel gerçekliğine dikkati çekti. Ancak biliyoruz ki, yazı
sanatının edebiyat nosyonu altında sınıflandırılması, yaklaşık ondokuzuncu
yüzyılın başlarına kadar geri izlenebilir. Ancak eleştirmenler, çoğunlukla
bundan herhangi bir sonuç çıkarmadı. Onların bazıları (genelde yazı sanatının
tarihsel bir -adı sayılan) edebiyatı, umutsuzca tarihsel bir güçler, olaylar ve
akıntılar kümesi olarak düşünülen politikaya bağlamaya çalıştı. Diğer bazıları,
edebiyat nosyonuna özel bir içerik vermeyi denedi. Ne yazık ki bu çok zayıf bir
temelde, nesnesiz/geçişsiz bir dil aramak için edebiyatın modernitesine
gönderim yoluyla yapıldı. Bu temel üzerinde bağlantı daha baştan arızalandı. Ya
yazınsal geçişsizliği ve politik eylemi politik bağlanmaya karşı olan “sanat
için sanat” la birbirine bağlamanın bir yolu yoktu, ya da devrimci politikanın
maddeci rasyonalitesiyle (gösterenin maddeci önceliği sayılan) yazınsal
geçişsizlik arasında tam bir anlaşılması güç belirsizlik vardı. Sartre, şiirin
geçişsizliğini düzyazı yazmanın geçişliliği karşısına çıkarma yoluyla, bir tür
centilmenlik anlaşması önerdi. Şairin sözcükleri nesne olarak kullandığını ve
iletişimsel dilin politik kullanımına bağlı kalmak zorunda olmadığını öngördü.
Aksine, düzyazı yazarları, sözcükleri iletisim aracı olarak kullanıyor ve
kendiliğinden ortak bir dünyanın çerçevelenmesine bağlanmış oluyorlardı.
Karşıtlığı dilin bu iki hali arasındaki keskin ayrıma dayandırdıktan sonra
Sartre, Flaubert gibi yazarların sözcükleri niçin şairler gibi aynı geçişsiz
tarzda kullandıklarını açıklamak zorundaydı. Ve bunun için, bitip tükenmez bir
çabayla hem 1850’lerin acılı sınıf mücadeleleri, hem de genç Gusteva
Flaubert’in nevrozu içinde asli nedenin izini sürdü. Başka deyişle, edebiyatın
politik bağlanmasını, öncelikle dil-bilim-sel özgüllüğünü esas alıyor göründüğü
edebiyatın dışında takip etmek zorunda kaldı. Nedensel ya da kişisel bir
başarısızlık değildir bu. Gerçekte edebiyatı dilin özel bir kullanım şekli ya
da haliyle özdeşleştirmenin gerçek bir dil-bilim-sel anlamlılığı yoktur ve
edebiyatın herhangi bir özgüllüğü ya da politik bağlılığını temellendirmez.
Ayrıca onun pratik kullanımı keskin bir belirsizlik gösterir ve eğer duyulurun
dağılımıyla ilişkisinin yanısıra, yeni bir yazma sanatı sistemi olarak edebiyat
anlayışında daha ileriye doğru hareket etmeyi istiyorsak, bu belirsizliği ele
almak zorundayız.
“Sanat için sanat” ın ve edebiyat özerkliğinin
somutlaşması sayılan aynı romancının iki siyasal okumasını karşılaştırma
yoluyla bu noktayı aydınlatacağım. Sartre’ın Flaubert çözümlemesine az önce
işaret ettim. Ona göre, Flaubert düzyazı dilinin demokratik doğasına karşı
aristokratik bir saldırının destekcisiydi. O, yeni bir geçirimsizlik biçimi
yaratmak için düzyazıdaki sözcüklerin saydamlığını kullanmıştı. Sartre’ın
belirttiği gibi, “Flaubert nesneyi kuşatır, onu kavrar, hareketsizleştirir,
ezerek ufalar, taşa dönüştürür ve nesneyi taşlaştırır da.” Sartre, burjuva
yazarların katkısı olan bu taşlaşmayı, onların sınıfsal stratejisiyle açıkladı.
Flaubert, Mallermé ve benzeri yazarlar, burjuva düşünce tarzına meydan okuma
görünümündeydi ve değerli taşlarla çiçeklerin gizli bahçesi gibi tasavvur
edilmiş saf bir sözcükler dünyasında yaşayan yeni bir aristokrasi
düşlüyorlardı. Ama onların özel cenneti özel mülkiyetin özünden yansıtılan
göksel bir tasarımdı sadece. Onu şekillendirmek için, sözcükleri toplumsal
çekişme ve mücadelenin araçları gibi kullanabilenlerden koparmak zorundaydılar.
Bu nedenle, sözcük ve nesnelerin yazınsal taşlaması, burjuva anti-demokratik
stratejiyle beraber gitti.
Ancak “dilin taşlaşması” argümanının uzun bir tarihi var.
Sartre’dan uzun süre önce aynı argüman çağcıl Flaubert yorumcularınca ortaya
kondu. Bu yorumcular, Flaubert’in düzyazısındaki ayrıntıya yönelik muazam
ilgiyle eylem ve karakterlerin insansal anlamına olan kayıtsızlığın, onu maddi
şeylere ve insan varlıklarına aynı önemi vermeye götürdüğünü belirttiler.
Barbey d'Aurevilly, eleştirilerini, Flaubert’in cümlelerini, taşlarını önündeki
bir elarabasında taşıyan tam bir işçi gibi taşıdığını söyleyerek özetler.
Yüzyıl sonra Sartre gibi, bu yorumcuların hepsi de, bu taşlaşmanın basit bir
yazınsal eğilim olmayıp, derin bir politik anlam taşıdığını düşündü. Şimdi
sorun, ondokuzuncu yüzyıl eleştirmenlerinin bunu farklı biçimde anlamış olması.
Flaubert’in önemli önemsiz konular arasındaki herhangi bir farklılığı, önplan
ve arkaplan ya da insanlar ve şeyler arasındaki hiyerarşiyi hiçe sayması
demokrasinin özelliğidir. Gerçekten de Flaubert’in hiç bir politik bağlılığı
yoktu. Demokratları ve muhafazakarları aynı derecede hor gördü ve yazarın
herhangi bir konuda bir şey kanıtlamaya razı olmaması gerektiğini varsaydı.
Fakat “bağlanım-sız” tutumu bile bu yorumcular için demokrasinin bir
işaretiydi. Demokrat, anti-demokrat olmak ya da hem demokrasiye hem de
anti-demokrasiyi umursamazlık eşdeğer değilse, demokrasi nedir? Flaubert halk
ve cumhuriyetçi yönetim biçimi hakkında ne düşünürse düşünsün, Flaubert’in
düzyasısı demokrasinin somutlaşmasıdır.
Sartre’ın devrimci bir argüman adına mhafazakar bir
argümanı yanlış anladığını ortaya koymak, sorunu daraltmak olurdu. Bir yazı
tarzının ‘kayıtsızlığı’ ve onun elverdiği karşıt ifadeler arasındaki bağa
yakından bakmak daha yerindedir. Üç şey birbirine bağlı görünüyor: herhangi bir
‘anlamı’ olmayan bir yazı tarzı, yorumlanması gereken bir semptom olarak bu
yazıyı okuma tarzı ve bu politik okumayı gerçekleştirmenin iki karşıt tarzı.
Bir yazı tarzı, bir okuma tarzı ve bizi sorunun merkezine götürebilecek iki
yorumlama tarzı arasındaki bu bağı göstermek istiyorum. Yazının ‘kayıtsızlık’ı,
semptomatik okuma pratiği ve onu okumanın politik belirsizliği aynı kumaşta
örülürler. Ve bu kumaş aslında edebiyat olabilir: genelde yazma sanatı ya da
belirli bir dil durumu olarak düşünülen edebiyat değil, ama yazının tarihsel
bir görünürlük kipi, sözcüklerin bir anlam sistemiyle şeylerin bir görünürlük
sistemi arasındaki belirli bir bağ olan edebiyat. Bu görünürlük kipi,
sözcüklerin belli bir verimlilik sistemini içerir ve bir başka sistemi
reddeder. Aslında ‘edebiyat’ın modern yazı sanat rejimi olarak edebiyatın eski
temsil ve “güzel yazı” ("belleslettres") dünyasına karşıtlığı, iki
dil sistemi arasındaki karşıtlık değildir. Özgönderimli bir yazının
özerkliğiyle mimesis bağımlılığı arasındaki karşıtlık da değildir. Eylem ve
anlamı birbirine bağlamanın, söylenebilir ve görünebilir arasındaki ilişkiyi
çerçevelemenin, sözcükleri bir ortak-dünya çerçevesinin gücüyle
etkinleştirmenin iki yolu arasındaki karşıtlıktır o. Sözcüklerle yapmanın iki
yolu arasındaki karşıtlık. Bu yalnızca Flaubert’e değil, tüm yeni yazarlara
karşı eski yazınsal rejimin Fransız destekçileri tarafından yapılan eleştiriye
sokulan şeydir: bu yazarlar insan eylemi ve insansal anlam duyusunu
kaybetmişti. Bize göre bu onların belli bir eylem duyusuyla eylem ve anlam
bağını ve belli bir anlayış tarzı duyusunu kaybettiği anlamına gelir. Peki ya
duyu neydi? Onu anlamak için temsil yapısını destekleyen Aristocu ilkeyi
hatırlamalıyız. Aristo, şiirin özel bir dil kullanımı olmadığını ileri
sürmüştü. Şiir kurmacadır. Ve kurmaca eylem yapan insanın öykünmesidir.
Biliyoruz ki, bu poetik ilke politik bir ilkeydi. Eylemlerin nedensel
rasyonalitesini, geliştiği şekliyle yaşamın emprisizmine karşı çıkaran bir
hiyerarşiyi öngördü. Şiir, demişti Aristo, tarihten daha felsefidir, çünkü şiir
bir bütün halinde olayları birbirine bağlayan nedensel tasarımlar inşa eder,
oysa tarih, yalnızca olayları evrildiği şekliyle açıklar. Eylemin yaşam
üstündeki ayrıcalığı soylu şiiri aşağılık tarihten ve bu ölçüde eylemli insanı
yalnızca ‘yaşayan’, anlam-sız ve üretici bir dünyayla çevrelenmiş olan insandan
ayırdı. Böylece kurmaca iki öykünme türüne bölündü. Soylu eylem ve kişiliklerin
öykünmesine tahsis edilmiş yüksek türle, ayaktakımına ve basit konulara tahsis
edilmiş alçak tür. Türler hiyerarşisi, hiyerarşik bir uygunluk ilkesine tabi
oldu: krallar yapmayı istediklerini söylemeli ve harekete geçmeliydi,
ayaktakımıysa, ayaktakımı olduğu için yapmak zorundaydı. Poetik kurmacanın
rasyonalitesiyle insan eylemlerinin anlaşılabilirliği arasında, söyleme, yapma
ve oluş tarzları arası bir upuygunluk olarak tasarlanmış bir benzeşiklik vardı.
Bu açıdan ilk bakışta güzel yazı savunucularının, yeni
yazarların yapıtları bakımından keyfini kaçıran şeyi anlayabiliriz: karakterler
ve konular arasındaki herhangi bir hiyerarşi ilkesinin, üslup ve içerik
arasındaki herhangi bir uygunluk ilkesinin ciddiye alınmaması. Yeni ilke tüm
yavanlığıyla Flaubert tarafından ifade edildi: önemli ve önemsiz konular
yoktur. Ayrıca konu da yoktur, çünkü üslup şeyleri görmenin mutlak yoludur.
Üslubun mutlaklaşması, sonradan politik ya da aristokratik bir konumla
özdeşleştirildi. Ama Flaubert döneminde o yalnızca bütün bir temsil sistemini,
eski yazı sanat rejimini altüst eden radikal bir eşitlik ilkesi olarak
yorumlanabildi. Söyleme, yapma ve oluş tazları arasında bir upuygunluk ilkesi
olarak konan belli bir normalitenin altını üstüne getirecekti. Yeni ilke
upuygunluğu kırdı. Üslubun “aristokratik” mutlaklaşması “demokratik”
kayıtsızlık ilkesiyle beraber gitti. Soylu eylem, kaba yaşam arası eski
hiyerarşiyi tersyüze ederek.
Bu zeminde kayıtsızlığa dayalı bir eşitlik ilkesinin,
eski rejimin hiyerarşik yasasına karşıtlığını simgeleyen bir ‘edebiyat
politikası”nı kolaylıkla resmedebilirdik. Böylesi bir “edebiyat politikası”
Tocqueville’nin “koşullar eşitliği” olarak kurgulanmış demokrasi görüşüyle
bağdaşabilir. Ama bu şekilde meseleyi kolayca sonuçlandıramayız. Demokrasi,
sosyal bir durumdan daha fazla bir şeydir. Duyulurun belli bir dağılımıdır o,
etkisi konuşma, yapma ve oluş şekilleri arasındaki düzenli ilişkiyi altüst
etmek olan özel bir konuşma, söyleme rejimidir. Bu anlamdadır ki, edebiyat
kendi “demokrasi”siyle temsili/anlatımsal hiyerarşiye kafa tuttu. Voltaire,
Corneille’nin dramlarının etkisini açıklarken anlamlı bir argüman koymuştu
ortaya. Onun dramlarının konuşmacılar, sulh hakimleri, vaizler ve generallerden
oluşan bir izleyiciler topluluğu önünde sahnelendiğini söylemişti. Kastettiği,
konuşmanın eylemde bulunmayla aynı şey olduğunu düşünen insanlardan oluşmuş bir
dinleyici topluluğuydu. Ne yazık ki o kendi dönemindeki izleyici topluluğunun
artık eylem sözcüğüyle ilişkili uzmanlardan oluşmadığını zannetti. Yalnızca
“birtakım gençler”den ibaret bir izleyici topluluğunun var olduğunu söylemişti.
Bu, herhangi biri, hiç kimse ve yok-seslenilen demekti. Temsili yazı rejimi
belirli bir söz-edimi idesine dayandırıldı. Yazı konuşuyordu. Konuşma halk
meclisini iknaya çalışan bir konuşmacının eylemi (bir halk meclisi olmasa
bile), askerlerine nutuk çeken bir generalin ya da ruhları canlandıran bir
vaizin eylemi gibi düşünüldü. Sözcüklerle sanat yapmanın temsili gücü, uygun
konuşma-edimlerini uygun dinleyici türüne gönderme yetisine dayalı bir
toplumsal hiyerarşinin iktidarına bağlandı. Aksine, Flaubert ve benzeri
yazarlar, Voltaire’nin damgaladığı kitleye hitap edecekti: birtakım gençlere.
Edebiyat, yazarın ve okurun herhangi bir kimse olduğu bu yeni yazı rejimidir.
Bu nedenle, onun cümleleri “sessiz çakıllar”dır. Uzun zaman önce Platon’un,
kimsesiz göçebe bir harfi, efendisi tarafından bir müridin ruhuna tohum gibi
ekilmiş, yaşayabildiği ve gelişebildiği yerde yaşayan logos’la karşılaştırarak
dile getirildiği anlamda sessizdir bu cümleler. “Sessiz harf”, ona rehber
olacak bir baba olmaksızın yoluna giden harfti. Kime seslenmek zorunda olduğunu
ya da olmadığını bilmeksizin, herhangi bir kimseye seslenen bir harfti. The
Names of History adlı kitabımda, “sessiz harf” in, içinde konuşanlarla gürültü
yapanların, eylemde bulananlarla yalnızca yaşayanların artık karşıtlık
oluşturmadığı bir duyulur dağılımını belirleyen bu kullanılabilirliğine
“yazınsallık” demeyi önermiştim. Bu,muhafazakar eleştirmenlerin tam olarak
saptadığı demokratik devrimdi. Flaubertyan üslup aristokrasisi, özgün haliyle,
herhangi bir kimsenin erişebildiği ve kendi tarzında kullanabildiği bir harf
anlamına gelen sessiz harfin demokrasisine bağlıydı.
Edebiyat, yazınsallığın demokratik düzensizliğiyle bu
bağı kendi merkezinde keşfeder. Edebiyat belirgin bir biçimde okumaması
gerekenlere hitap eden bir yazı sanatıdır. Bu paradoksal ilişki, birçok
ondokuzuncu yüzyıl yapıtının konusudur. Çarpıcı bir örnek olarak, Balzak’ın
Country Parson adlı, açıkçası yazınsallık türü bir demokrasi öyküncesi olan
romanını alacağım. Bu roman, tek bir olayın neden olduğu bir felaketi anlatır:
hiç kitap okumaması gereken birinin bir kitabı okuması. Bir demircinin kızı
olan genç bayan Veronique’nin hikayesidir anlatılan. Lomoges’in küçük bir taşra
kasabasında, meşakkat, din ve sadelikten oluşan bir atmosforde yaşamaktadır
Veronique. Birgün bir kitap alır ve onu okur. Herşey ters gitmeye başlar:
eldeki masum gösterisşsiz bir kitap, erdemli bir zihin ve sade bir kız
tehlikeli bir zehire dönüşür. O günden sonra Veronique, Balzak’ın ifadesiyle,
“ideal tutkusu ve ölümcül bir inanç”la sürüklenen yeni bir yaşama girer.
Paul’la karşılaşma ve onunla sade bir hayatı ve sade bir aşkı yaşama rüyası
görür. Felaket sonradan gelir. Veronique zengin olur ve kasabanın bankeriyle
aşksız bir evlilik yapar. Varlıklı bir patron olarak, açık yürekli, kibar ve
dindar bir genç işçiyle karşılaşır. Aşık olurlar. Umutsuz aşkları genç işçiyi
deli eder: Veronique’yle kaçmak için yaşlı bir adamı soyar ve onu öldürür.
Tutuklanır, idama mahkum olur ve Veronique’yi suçlamaksızın ölür. Böylelikle,
“hükümsüz yazı”nın demokratik kullanılabilirliği, ölümün gücü halini alır. Bu
şerden kurtulunmalı. Bu yüzen kitabın son bölümünde, şimdi zengin bir dul olan
Veronique küçük bir köye çekilir ve bir taşra papazının rehberliğinde kurtuluşa
ermeye çalışır. Ama kurtuluş aracı çok gariptir. Papaz Kutsal Kitapla ya da
dindar bir söylemle yardımcı olmaz ona. Bunun nedeni bellidir: felakete yolaçan
kötülük, yazı dünyasına hiç girmemesi gereken birinin yaşamına bir kitabın
davetsizce girmesiydi. “Sessiz harfler”in meydana getirdiği kötülükten herhangi
bir sözcükle, hatta Tanrı’nın Sözcükleriyle bile kurtulunamaz. Kefaret,
gerçeğin bedenine kazınmış bir yazı türüyle olmalı. Papaz, Veronique’yi bir
rahibe değil, bir girişimci, bir işkadını yapar. Ona servetini nasıl
üreteceğini, ormanın sularını kanallarda toplama ve hendekleri yıkayıp
temizleme yoluyla köyün refahını nasıl artıracağını öğretir. Böylece bereketsiz
topraklar, sığırları besleyen verimli otlaklar haline gelir. Ve Veronique
ölmeden önce toprağa yazılı pişmanlığını gösterebilir: “pişmanlığımı ebedi bir
tutanak gibi silinmez harflerle bu toprağa kazıdım. Bir zamanlar ıssız ve bereketsiz,
ama şimdi ongun ve verimli olan ovaya doğru akan dağ sularıyla gelişen bütün
yeşil alanlara yazılıyor o.”
Bu özlü bir sonuca yolaçar. Kötülüğün nedeni, demokratik
yazınsallığa dayalı belli bir duyulur dağılımıydı. Kötülüğün kefareti duyulurun
bir başka dağılımıdır: artık eski düzeyler hiyerarşisi, efendi, papaz ya da
generalin telaffuz ettiği eylemde bulunan sözcüğün eski ayrıcalığı değil,
belirli bir “gerçek”in örgüsünde yazılı yeni bir anlamın kudreti sözkonusudur.
Demokratik “sessiz” harfin yaptığı kötülüğü düzeltebilen bir başka sessiz yazı
türüdür: alttabakaların tamahkar oğulları ya da kızlarının teşebbüslerinden
çekilmiş ve nesnelerin bedenine kazınmış bir yazı.
“Sessiz çakıllar”, böylelikle bir başka anlam kazanır.
Temsili paradigmanın yıkılması, yalnızca eski hiyerarşik söylev sisteminin
yıkılması değildir. Bütün bir anlam rejiminin yıkılması anlamına gelir. Temsil
hiyerarşileri ve normları, söyleme ve eyleme arasındaki belirli bir bağa
asılıdır. Eğer şiir kurmacayla, kurmaca ise eylemde bulunan insanların
öykünmesiyle tanımlandıysa, bu en önemli insansal eylem yeteneğinin,
konuşma/söyleme yoluyla gerçekleştirilen eylem olması gerektiğindendi.
Devrim’in popüler hatiplerinin retorik kültürün hiyerarşik düzeninden
kopartarak, beklenmedik amaçlar doğrultusunda elkoyduğu, bu eylemde bulunan
sözcüğün gücüdür. Ama konuşma/söyleme-edimi kavramı, anlam’ın ne anlama
geldiğine ilişkin bir kavrama yaslandı: anlam bir istençden diğerine bir
söylev/bir seslenme ilişkisiydi. Sistemin merkezi uygun amaçlar üretmek için
sözcüklerin kullanımı olan bir konuşma kavramıydı: ruhlarda belli kımıldanmalar
ve bedensel devinimler.
Yeni edebiyat rejimi, anlam ve isteme arasındaki
bağlantıyı kapı dışarı etti. Papaz, bundan böyle sözcükleri avam kıza ahlak
dersi vermek için kullanamazdı. Muhafazakar eleştirmenlerin de yazar Flaubert’e
ahlak dersi vermek ve ona hangi konuları ve karakterleri yeğlemesi gerektiğini
öğretmek için bu sözcükleri kullanamayacağı gibi. Fakat avamın kızı, işçi
şairler ve militan işçiler yeni anlam rejiminin sonuçlarına aynı derecede tabi
tutuldu. 1790’larda onların babaları antik çağ retoriğinin sözcük ve
cümlelerine kendileri için elkoymuştu. Ama retorik çağı bitmişti. Anlam artık
bir istenç ve bir diğer istenç arasındaki bir ilişki değildi. Göstergeler ve
başka göstergeler arasındaki bir ilişki halini almıştı.
Edebiyat demokrasisinin arkayüzüydü bu. Avam çocukların
açgözlüğüne sunulan sessiz harfler, bir başka sessizlik türüyle onlardan
alındı. Muhafazakar eleştirmenler yazınsal sessizliğin bu çifte zorluğunu
bizzat keşfettiler. Flaubert’e ne yapması gerektiğini öğretmemiş olmalarının
sebebi budur. Kendi okurlarına Flaubert’in başka türlü yapamayacağını, çünkü
onun “demokratik zamanlar”ın yazarı olduğunu açıkladılar. Beğeni hocaları ya da
norm savunucuları gibi davranmadılar. Böyle yaparak, sessizlik günahı nedeniyle
kusur buldukları kitapların bir başka yolla “konuştukları” görüşünü
desteklediler. Edebiyatın “sessizlik”i konuşmanın bir başka yoludur, şeylerle
sözcükler arasındaki bir başka bağ. İmdi, arkeoloji, paleontoloji ve filoloji
çağında-ki bu Alman romantizminin dönemidir- çakılların kendi tarzları içinde
konuştuğunu herkes farketmişti. Onların sesi yoktu. Ama kendi tarihlerinin
tanıklığı onların gerçek bedenleri olmuştu. Bu tanıklık, herhangi bir söylemden
daha güvenilirdi. Konuşmacıların gevezelikleri ve yalanlarına karşı, nesnelerin
bozulmamış gerçekliğiydi o. Edebiyatın dili ve onun anlam sistemi bunun bir
benzeriydi. Anlam, artık bir istençle bir diğeri arasındaki ilişki değildi. Bir
göstergeyle diğeri arasındaki ilişki şeklini almıştı. Edebiyatın sözcükleri,
göstergeleri ve şeylerin bedeni üzerindeki “sessiz yazı”yla dil örgüsüne yazılı
semptomları sökmek ve sergilemek zorundaydı. Bu açıdan edebiyatın sessizliği
bir başka ve farklı bir “politika”yı gerektiren bir anlam kazandı. Bu yeni
sessiz yazı görüşüne, “gerçek Homeros”un karakterini açığa vurma yoluyla
Aristocu poetikanın temellerini altüst etmeye girişen Vico’yla öncülük yapıldı.
“Gerçek Homeros”, kurmacalar, karakterler, metaforlar ve ritimler yaratmayı
ifade eden temsili anlamda bir şair değildi. Onun sözde kurmacaları Vico’ya
göre kurmaca değildi, çünkü o tarih ve kurmacanın birbirine karıştırıldığı bir
zamanda yaşamıştı. Onun karakterleri, cesur Achilles ya da bilge Nestor, sandığımız
gibi birer karakter değil, kişileştirilmiş soyutlamalardı, çünkü onun döneminin
insanları ne bireysellik duyusuna, ne de soyutlama yetisine sahipti. Onun
metaforları düşünü ve görüntünün, kavram ve nesnelerin ayrıştırılamadığı bir
çağa göre sıkıcıdırlar. Ritim ve ölçüleri bile konuşma ve şarkı söylemenin
birbiri yerine geçebildiği bir dönemi yansıtır. Kısaca Homeros şiiri, bir
çocukluk diliydi, şiirin özü. Vico, onun dilsiz kişlerin diline benzediğini
söyler. Bir başka edebiyatın sessizliği görüşü, sessizliği ve anlamlılığı,
şiirselliği ve tarihselliği birbirine bağlayan bu yeni anlam rejimiyle
alakalıydı. Ve harfe iliştirilmiş tarihselliği onun demokratik
kullanılabilirliği karşısına koyan bir başka politika görüşünü kuşattı.
Bu eski “güzel yazı”nın yerini almış kendi yeni anlamı
içinde belirli bir edebiyat adlandırma tarzını açıklayabilir. Genel olarak 1800
dolayında ortaya çıkmış olduğu söylenir ve Germainede Staël'in 1800’de
yayınlalan De la littérature adlı kitabı bir dönüm noktası sayılır. Birincisi
o, yazı pratiğinde bir yeniliği işaret etmez. Değiştirdiği şey, yazının
görünürlüğüdür. Germaine de Staël, güzel yazı kurallarında hiçbir şey
değiştirmeyeceğini söylemişti. Onun yegane kaygısı edebiyat tipleriyle toplum
tipleri arasındaki ilişkiyi aydınlatmaktı. Ama bu basit ek, yeni bir yazı
görünürlük sistemi kurmak için yeterliydi. Bu yeni sistem, belirli bir politik
soruna yanıt olarak ortaya çıktı. Madame de Staël, Fransız Devrimi’nin sonunda
yazmıştı ve hem devrime hem de karşı-devrime karşı üçüncü bir yolun
destekçisiydi. Aydınlanma düşünürlerinin dile getirdiği ilerleme ve
mükemmelleştirilebilirlik düşüncelerinin, söylendiği gibi devrimci terör ve
katlima neden olmadığını kanıtlamayı istemişti. Bu düşünceler değildi neden,
çünkü bunlar istemlere göre davranmamış yazarların dile getirdiği düşüncelerdi.
Ayrıca bu düşünceler kimsenin istemine bağlı olmayan toplum ve uygarlıktaki
hareketlerin ifadesiydiler. Edebiyat düşünce ve istemleri, ifadeden ziyade bir
toplumun ya da bir zamanın karakterini sergileme yoluyla hareket ediyordu. Bu
bağlamda edebiyat, yeni bir yazma rejimiyle aynı zamanda, politikayla ilişki
kurmanın bir başka yolu olarak ve şu ilkeye dayanarak ortaya çıktı: yazı, bir
konuşmacı, papaz ya da bir general tarzında, bir istemi diğerine dayatmaz. O,
şeylerin bir aşamasına özgü semptomların sökümü ve sergilenişidir. Tarih
göstergelerini açığa vurur ve bir jeoloğun yaptığı gibi, konuşmacıların ve
politikacıların zemini altındaki-onun temelini oluşturan- tabaka ve katmanın
derinliklerine iner. De la littérature’den kırk yıl sonra, Jules Michelet
Fransız Devrimi’nin tarihini yazmaya girişecekti. Ama “yazınsal” zamanların bir
cumhuriyetçisiydi o. Küçük köylerdeki devrim festivallerini anlattı ve hevesle
yerel konuşmacıların kaleme aldığı tanıklıklardan sözetti. Ama bu yazıları
alıntılamadı. Onların sözleriyle konuşan şeyi iletti: hasat mevsimindeki
toprağın sesi ya da endüstriyel kentin sokağındaki çamur ve gürültüyü. Edebiyat
zamanlarında sessiz şeyler, herhangi bir konuşmacıdan daha iyi konuşur. Politik
bir bağlanma meselesi değildir bu. Edebiyatın takendisinin getirdiği bir
politikadır. Muhafazakar romancının da çok iyi yaptığı gibi, cumhuriyetçi
tarihçi onu oyuna sokar. Bu yeni edebiyat rejimi ve “politika”sı sözde gerçekçi
romanın merkezindedir. Onun ilkesi gerçekleri olduğu gibi, eleştirmenin talep
ettiği gibi yeniden üretmiyordu. Tekdüze etkinlikler dünyasını muazzam bir şiir
gibi- açığa çıkarılması, sökülmesi ve kat kat açılması zorunlu belirsiz
göstergelerin, gösterge ve izlerin muazzam bir örgüsü gibi- sergiliyordu. Bunun
açıklaması ve en iyi örneği Balzak’ın The Wild Ass’s Skin’inde bulunabilir.
Romanın başlangıçında kahraman Raphael, bir antika dükkanının sergi salonuna
girer. “Bu mobilyalar, icatlar, modalar, sanat yapıtları ve kalıntılar
okyanusu, onu sonsuz bir şiir gibi karşıladı.” Bu dükkan, gerçekte bir dünyalar
ve çağlar karışımıydı: kutsanmış bir ekmek kabının yanında bir askerin tütün
torbası, Moor’un yatoganı ve bir altın saray terliği. İçi doldurulmuş boğa
yılanları cam pencerelerde sırıtıyordu. Madame Du Barry’nin bir portresi, bir
yerli piopusunu süzüyor gibiydi. Hava basıncıyla çalışan bir makina imparator
Augustus’n gözüne batıyordu vb. Antika dükkanının karışımı, tüm nesne ve
görüntüleri eşitler. Ayrıca her nesneyi şiirsel bir öge, bir göstergeler örgüsü
de olan bir duygun biçim yapar. Tüm bu nesneler, kendi bedenlerine bir tarihi
giymiştir. Bir çağı ve uygarlık biçimini özetleyen göstergelerin örülüşüdür
onlar. Rastgele biraraya gelişleri, her dizesi yeni hikayelerin sınırsız
sanallığını taşıyan, bu göstergeleri yeni bağlamlarda kat kat açan muazzam bir
şiir yaratır. Çürümüş fosillerinin birlikte harmanlandığı bir tüm zamanlar ve
tüm dünyalar ansiklopedisi. Ayrıca aynı kitapta Balzak, ruhsal kargaşanın bazı
görünüşlerini sözcüklerle ifade etmiş şair Byron’u, “gerçek şiir” üreten
doğalcı Cuvier’in karşısına koyar: o birkaç şiirden şehirler kurdu, birkaç
taşlaşmış izle ormanları yerleşime açtı ve bir mamut’un ayakucuyla devlerin
ırklarını yeniden keşfetti.” Sözde gerçekçi roman aynı şekilde hareket eder.
Tarih ve uygarlığın fosil ve hiyerogliflerini açığa çıkarır. Basit nesnelerin
bedenine yazılı tarihselliği, şiirsel olarak kat kat açar. Eski temsili rejimde
insansal eylemin anlaşılabilirlik çerçevesi, birbirine bağlı ve belirli sonları
amaçlayan iradi eylemlerin nedensel rasyonalite modeline uydurulmuştu. İmdi,
anlam, göstergelerin göstegelerle “sessiz” ilişkisine dönüştüğünde, insansal
eylemler artık istekli karakterlerin amaçlarıyla ilgili başarılı ya da
başarısız arayışlar olarak anlaşılabilir değildir. Ve karakterler bundan böyle
kendi sonları dolayımında anlaşılamaz. Onlar, giydikleri elbiseler, evlerinin
duvarları ya da odalarının duvar kağıtları dolayımında anlaşılabilirlerdir.
Bu durum, edebiyat, bilim ve politika arasında çok ilginç
bir bağlantıyla sonuçlanır. Edebiyat bir tür yan-politika ya da metapolitika
yapar. Bu “politika”nın ilkesi, toplumun yeraltısını eşelemek ve tarihin
semptomlarını okumak için istemler çatışmasının ortak zeminini terketmektir.
Toplumsal kurum ve karakterleri, gündelik, maddi gerçekliklerinden ayırır ve
gerçekte onların olduğu şeyi, aynı anda tarihsel semptomlar da olan şiirsel
göstergelerin fantazmagorik bir örgüsünü açığa çıkarır. Çünkü onların şiirsel
göstergeler olan doğası, tarihsel sonuçlar ve politik semptomlar olan
doğalarıyla aynıdır. Bu edebiyat “politika”sı, politikayı bir istemler ve
çıkarlar mücadelesi olarak tasavvur eden konuşmacılara ve militinlara özgü
politikanın reddi olarak ortaya çıkar. “Edebiyat gibi” edebiyatın politikasıyla
ilgili sorumuzun ilk yanıtına doğru hareket ediyoruz. Edebiyat, aslında
iki-katlı bir politikayı açığa çıkarır. Bir yanda o yazınsallığın gücünü,
yalnızca temsili sistemin hiyerarşilerini değil, bir konuşma tarzı ve oluş
tarzı arasındaki upuygunluk ilkesini de altüst eden “sessiz harf”in gücünü
açığa çıkarır. Öte yandan bir başka sessiz harf politikasını harekete geçirir:
harfin demokratik gevezeliği yerine şeylerin bedenine yazılı sessiz anlamın
kodsökümünü koyar. “Sessiz harf”in ikiyüzlülüğünün iki sonucu vardır. Birinci
sonuç edebiyatın sözde “politik” ya da “bilimsel” açıklamasını göz önünde
tutar. Sartre’ın Flaubert hakkındaki çatlak argümanı kişisel ya da nedensel bir
yanlışlık değildir. Çok daha derinlerde edebiyata ilişkin eleştirel söylemin
yabancı statüsüne tanıklık eder. En azından 150 yıl boyunca gözüpek
eleştirmenler, edebiyatın politik anlam ve önemini gösterme, onun bilinçdışı
söylemini ayrıntılı olarak açıklama, gizlediği şeyi itiraf ettirme ve onun
kurmaca ve yazı modellerinin toplumsal ve yazınsal alanın yapısıyla sembolik
mallar pazarının yasalarını nasıl kodladığını açığa vurma niyetinde oldu. Ancak
Marksist ya da Freudçu, Benjaminyan ya da Bourdieucu kiplemeler içinde edebiyat
hakkındaki gerçeği bildirmeye yönelik tüm bu girişimler, zaten karşı karşıya
olduğumuz aynı problemi doğurdu. Onların “edebiyatın ne söylediği”ni açıklayıcı
eleştirel modelleri, edebiyatın kendi temelini oluşturan aynı anlam sistemine
dayalıydı. Çoğu kez Sartre gibi aynı problemle karşılaştılar. Aynı şekilde,
ondokuzuncu yüzyıl muhafazakar “toplumsal” ve politik yorumlarını edebiyata
ilişkin yeni eleştirel anlayışlar gibi onayladılar. Üstelik edebiyatın
gerçeğini açığa vurmak için kullandıkları modeller, edebiyatın bizzat çerçeveye
aldığı modellerdir. Toplumun gizli gerçekliğine tanıklık eden fantazmagoryalar
gibi, duruma bitişik gerçeklikleri açıklayan bu anlaşılabilirlik modeli
edebiyatın kendi buluşuydu. Yüzeydeki gerçeği yeraltına inerek göstermek ya da
altta bulunan bilinçdışı toplumsal metni belirginleştirmek, edebiyatın da
ürettiği bir tasarıydı.
Benjamin, Baudelaire’in imgelemini, topoğrafik pasaj ve
aylaklık yapma figürleriyle metalaşma süreci dolayımında açıkladı. Ancak
açıklama, belirli bir anlaşılabilirlik modeli nedeniyle anlam
kazanır-ondokuzuncu yüzyıl edebiyatının dile getirdiği, Proust’un yeniden
detaylandırdığı ve Benjamin’in ondan aldığı bilinçdışı hiyeroglifiyi çözme
modeli. Benjamin, bir fetiş olarak metanın Marksist analizine gönderimde
bulunur. Ancak bir şiir olarak Balzakyan dükkan paradigması önce varolmak,
nesnenin ilk bakışta apaçık göründüğü ama gerçekte teolojik bir kelime oyunları
bulmacası ve bir hiyeroglifler örgüsü olduğunu gösteren bir fantazmagorya
olarak metanın analizine elvermek zorundaydı. Marks’ın metası Balzakyan
dükkandan çıkar. Ve fetişizm analizi Baudelaire’in şirini açıklayabilir, çünkü
Baudelaire’in aylaklığı Paris bulvarlarının pasajlarından ziyade, aynı
Balzakyan dükkan ya da işlikte geçer. Tarihsel ve sosyolojik yorumlama
pratiklerinin temelini oluşturan semptomatik okuma, en önce şiirsel devrimdi.
Ve bu bilimler edebiyatın naifliğini aydınlatma ve onun yanılsamalarına
iklişkin gerçeği göstermek için “naif” edebiyat modellerini ödünç aldı. İmdi,
ikinci sonuç edebiyatın kendiyle ilişkilidir. Edebiyat politikası, iki “sessiz
harf” politikasının çatışmasına dönüşür: yazınsallık politikası ve semptomatik
okuma politikası. Balzak’ın Country Parson’u, hala iyi bir tipik örnektir.
Demokratik yazınsallığın yaptığı kötülük, nesnelerin etine kazınmış bir yazının
gücüyle telafi edilmeli. Ama bu kurgusal çözüm, edebiyat için çıkmaz sokaktır.
Göründüğü gibi kabul edilirse, bu yazarın yazmayı bırakması, sessiz kalması ve
yerini insanları birarada tutmanın, nesnelerin etine kazımaksızın yazı yazmanın
doğru yolunu bilen mühendislere bırakması demektir. Bu sadece kurgusal bir
türetim değildi. 1830’larda, Balzak romanını yazmadan önce Saint-Simoncu
mühendisler ve “rahipler”in ayrınıtılarıyla açıkladığı bir ütopyanın
merkeziydi: artık sözcükler, artık herhangi bir yazı ya da edebiyat yok. İnsanları
birbirine bağlamak için ihtiyaç duyulan şey demiryolları ve kanallardır.
Şüphesiz, Balzak yazmayı bırakmadı. Ama kitabını
tamamlamak için beş yıl harcadı. Onu yeniden yazdı ve anlatı taslağına eş
yorumbilgisel bir taslak elde etmek için bölümleri yeniden düzenledi. Fakat
çelişkiye çözüm bulmakta başarısız oldu. Çelişki, gerçekçi yazarı hıristiyan
ahlakçının karşısına koymak değildi. Çelişki, edebiyat politikasının
kendi-çelişkisiydi. Romancı, romanları okumaması gereken insanlar için yazar.
Onun yolaçtığı kötülüğe çare, yazının bir başka türüdür. Ama yazının bir başka
türü, en uç noktaya götürüldüğünde, edebiyatın bastırılması demektir. Edebiyat
politikası yalnızca kendini-bastırma yoluyla çözebildiği bir çelişkiyi taşır.
Bu çelişki, sosyal problemlere çözüm bulmak ve politik mesaj iletmek isteyen
yazar kadar, apolitik yazarın durumunda da rol oynar. Flaubert, Madame Bovary’i
yazarken herhangi bir ahlaki ya da sosyal sorunu açığa vurmakta isteksizdi.
Yalnızca edebiyat “yapmak” istiyordu. Ama edebiyat yapmak, önemli ve önemsiz
konular arasındaki eski ayrımları silmek, herhangi bir özel dil kullanımıyla
ilişiğini kesmek demekti. Yazarın amacı sanatı görünür kılmaktı. Emma
Bovary’nin yanılgısı, tersine, sanat yapma arzusu, sanatı kendi yaşamına sokma
arzusuydu-evindeki süs eşyaları, salonunda bir piyano ve yazgısındaki şiir.
Flaubert, sanatı yalnızca kitabına koyma ve onu görünür kılma yoluyla kendi
sanatını karakterinin sanatından ayırır. Onun sanatını karakterinin sanatından
ayıran sınır çizgisini izlemek için, yazdığı düzyazı toplumsal hayatın
sessizliğini abartmak zorundaydı. Bu yeni sessiz yazı türü, bundan böyle maddi
nesnelerin bedenine kazınmış sessiz bir dil olmayacaktır. Ne bir istenci ne de
anlamı olan şeylerin radikal sessizliğine ayak uydurur o. Tüm ihtişamı içinde,
genelde yaşamın anlamsızlığını ifade eder. Sanatçının düzyazısı, bir bakıma
hala sessiz ve hala “şiir”den yoksun olan gündelik hayatın düzyasından kendini
ayırtetti. Diğer sessizlik türü bir başka kendini-bastırmayla sonuçlanır.
Flaubert’in son romanı olan Bouvard et Pécuchet’de iki evrak memuru, kendi
yaşamlarını tıp, astronomi, arkeoloji, jeoloji, felsefe ve pedagojiye göre
yönetmeye yönelik tüm çabalarında başarısız kalırlar. Sonunda eski kopyalama
işlerine geri dönerler. Yazınsallık ve onun politik kargaşa marazisi için iyi
bir ilaçtır bu. Fakat bu iyi ilaç, edebiyatın kendini bastırmasıdır.
Romancının, karakterlerinin kopyalaması gereken kitapları kopyalamaktan başka
bir şey yapması gerekmez. Sonunda kendi izleğini bozmak ve “sanat için sanat”ı
sıradanın düzyazısından ayıran sınırı bulanıklaştırmak zorundadır. “Sanat için
sanat” demokrasisinin düzyazıyla bağını çözmek istediğinde kendisini de çözmek
zorunda kalır. Bir kez daha bu kişisel başarısızlık meselesi değildir.
Balzak’ın hristiyan ve tutucu bağlılığı, Flaubert’in nihilizmi gibi aynı
çelişkiyle yüzyüze kalır. Aynı şey, edebiyatın yorumbilgisel gücünden, yeni bir
dünyayı, yeni bir kollektif yaşamı şekillendirmeye katılan, yaşamı kendisi için
daha açık kılan, yaşamın kendini yorumlamasını yeni bir şiire dönüştüren bir
dil yaratmaya yönelik girişimlere de uyar. Devrimci Paris Komünü zamanlarında
Rimbaud, onun tanımlamasıyla kendi ritmini artık eyleme vermeyen, ondan önce ve
onun önünde giden yeni bir şiir çağrısında bulunmuştu. Sayılar ve uyumla dolu
bir şiiri, beş duyuya açık, her şeyi-kokuları, sesleri, renkleri-kapsayan, ruha
yarayan bir ruhun dilini istemişti. Bu “geleceğin şiiri” düşüncesi, kollektif
bir bedenin müziği olarak romantik antik Yunan şiiriyle aynı çizgideydi.
Böylesi bir şiir görüşü, şiirin giderek bir ritim ve ölçü meselesi olmaktan
çıkıp, bir imge/görüntü meselesi haline geldiği önceki serbest nazım ve düzyazı
şiirler çağıyla ilişkili gibi gelebilir. Ama bu tutarsızlık, acıklı bir koro
yerine Balzak’yan dükkanı koyan edebiyat politikasıyla tutarlıdır. Edebiyat
politikasına göre, geleceğin ritmi antikacı dükkanının fosilleri ve metalardan
çıkartılmalıdır. Rimbaudyan antika dükkanı, yoksul insanın dükkanıydı.
“Sözcüğün Simyası”nın başlangıçında Rimbaud’un listelediği bir döküntüler
dükkanı: saçma tablolar, popüler gravürler, küçük erotik kitaplar, kapı
tablaları, gülünç nakaratlar…Rimbaud iki şiir düşüncesini bağlamak istemişti:
olağan nesnelerin bedeninde uyuyan sessiz göstergeler olan bir şiir ve canlı
bir bedenin ritimi olan bir şiir. Ancak sessiz göstergeler dükkanı ve modası
geçmiş nakaratların şiirselliğinden geleceğin şiirine ve kollektif bir bedenin
ilahisine giden bir yol yoktu.
Edebiyat, gündelik hayatın döküntüsünü tarih
göstergelerine ve tarih göstergelerini şiirsel bir ögeye dönüştürerek, yaşamın
kendini-şiirselleştirmesi ve kendini-yorumlamasına ilişkin etkili bir makinaya
dönüşmüştü. Bu edebiyat politikası bir kapı tablası ya da gülünç bir nakaratta
yazılı tarihsellikle evrensel şiirin gücünü bu yeniden temellük edişi
dillendiren yeni bir beden rüyası geliştirdi. Fakat sessiz harfin bu gücü canlı
bedenin gücünü “geri getirme”yle sonuçlanamadı. Kollektif ilahiyi seslendiren
“canlı beden” yazının bir ütopyası kalmak zorundaydı. Fütürist şiir ve Sovyet
devrimi dönemlerinde Rimbaudyan proje, yaşamın ve sanatın az çok özdeş olduğu
yeni bir yaşam görüşüne uyduruldu. O dönemlerden sonra antikacı dükkanının
şiirine, Aragon’un Paysan de Paris’te andığı modası geçmiş Paris pasajlarının
şiirine geri dönülür. Benjamin de modası geçmiş metaların ölüm krallığından
Mesih’i ele geçirmeye, şiiri yeniden yazmaya çalışır. Ama geleceğin şiiri
burjuva yaşamın romanıyla ve halkın ilahisi saf edebiyat yapıtıyla aynı
çelişkiyi deneyimledi.
Buradaki analizimle hiçe sayıldıklarını hisseden
“eleştirel”, “politik” ya da “sosyolojik” edebiyat yorumcuları, edebiyatın
çelişkisinin, gerisingeri yaşamı tam da onu dönüştürme doğrultusunda yorumlama
şeklindeki eski yanılsamaya kadar gittiği yanıtını verebilir. Benim sunumum
karşıtlığı her iki minvalde bir sorgulama denemesi oldu. Birincisi, sözde
yorumlamaların, ortak bir dünyanın görünürlüğüne ilkişkin
yeniden-görünümlemeler oldukları ölçüde politik oldukları görüşünü doğrulamaya
çalıştım. İkincisi, yorumlamalı değişim ve “gerçek” değişimi karşıtlayan
söylemin, hiçe saydığı yorumlama türüyle aynı hemenetik tasarımın parçası
olduğunu ileri sürüyorum. Hem edebiyatın hem de sosyal bilimin temelini
oluşturan yeni anlam rejimi, “dünyayı değiştirme”yle “dünyayı yorumlama”yı
karşıtlayan mutlak hükmü bir gizeme dönüştürdü. Bu “edebiyat politikası”nın
irdelenmesi daha çok belirsizlik ve onun sonuçlarını anlamamıza yardım
edebilecek olan yazarların bir meselesidir. Edebiyatın politik boyutu
genellikle sosyal bilim ve politik yorumlama aracılığıyla açıklandı. Sorunları
tepetaklak ederek, politika ve sosyal bilimleri şiirsel kategorilerin
dönüşümleriyle açıklamak istemiyorum. Amacım yalnızca onların içiçeliklerine
daha yakından bakmayı öngörmekti.
Jacques Ranciére
Çev. Kutlu Tanca
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder