Komünist Ufuk [1]
komünizmin mümkünlüğünü ve geçerliliğini hala koruduğunu, haklı olarak, iddia
eden her çalışma gibi geçmiş sosyalist deneyimlerle (SSCB) bir tür
hesaplaşmayla ve bu deneyimlerin eleştirisi ile işe koyuluyor. Sovyetler
Birliği’ni kapitalist ağır sanayi tanımını benimseyerek, kapitalist ekonomik
kalkınma modeline sıkışıp kalmakla eleştiren Jodi Dean, Sovyetler Birliği ile
ABD arasında da bir analoji, simgesel bir özdeşlik kuruyor. Dean’ın özgün olmayan
argümanı Sovyetler’in ekonomik büyüme, gelişme ve ileri sanayi üzerinden ABD’yi
takip ettiğini hatta ona erişip onu aşma isteğini, ABD’nin de eşitlik beyanı,
etnik ayrımcılık ve kolektif mülkiyet üzerinden kendini simgesel özdeşi olan
Sovyetler’le kıyasladığını vurguluyor. Komünist Ufuk, komünizmi
eleştirenlerin ve tarihsel olarak miadını doldurduğunu iddia edenlerin temel
dayanak noktası olarak ‘’Komünizm -Sovyetler Birliği –Stalinizm-çöküş’’
denklemini referans aldıklarını belirtiyor. Dean bu yaklaşımı hatalı ve art
niyetli bularak bu tür bir tarih yazımının (a) nesnel olmadığından,
(b) indirgemeci olduğundan ve (c) statik bir tarih anlayışından ileri
geldiğini belirtiyor. Kısacası Jodi Dean Sovyetler’in yıkılışının komünizmin
yıkılışı olmadığını –yeni bir kitapla çok da yeni olmayan argümanlarla- tekrar
ederek ‘’Bizim Sovyetler’’ bölümünü bitiriyor.
Komünist Ufuk’un ‘’Mevcut
Güç’’ bölümü (ikinci bölüm) ise ortak bir program ve vizyon arayışının ve
bu arayışın ‘’reddi’’ üzerinde duruyor ağırlıkla. Jodi Dean, ‘’Sol’daki
bazı kişiler’’in (her ne kadar bu ‘’bazı kişilerin’’ kim olduğunu
açıkça belirtmese de) ortak bir program ve vizyon arayışı yokluğunu bir güç
olarak görmesini eleştirirken, bu ‘’bazı kişilerin’’ bir parti çizgisinin
dayatanlarından kurtuluş ve radikal siyasal etkiler yaratabilecek bireysel
tercihlerde bulunma fırsatı olarak gördükleri, ‘’ortak bir program ve vizyon
arayışı’’ karşıtlığını temsilin reddedilişi ve karar alma mekanizmalarını
işletmede isteksizlik olduğu için ‘’biz’’ fikrini ve ortak bir program ve
vizyon arayışını sakatladığını öne sürüyor. Ancak bu ‘’ortak bir program ve
vizyon arayışı’’ ile ilgili belirsizlikler ve ‘’Sol’daki bazı kişiler’’ olarak
yapılan adlandırma açık bir şekilde belirtilmemiştir. Bu yüzden ortak bir
program ve vizyon arayışı nedir ve bu program ve vizyon arayışına karşı
çıkanlar kimlerdir, Sol'daki bazı kişilerle kastedilen nedir soruları kitapta
yanıtını bulamıyor. Ancak temsil ve parti üzerindeki vurguya daha
sonra tekrar döneceğiz. Şimdilik kitabın takdim izleğiyle devam edelim. Bu
bölümün (Mevcut Güç) değindiği bir diğer sorun ise günümüz siyasal
mücadelesinin demokrasi ısrarınadır. Jodi Dean’a göre demokrasiye vurgu Fransız
Devrimi, Haiti Devrimi, Rus Şubat Devrimi gibi siyasal özgürlüğe dönük ilk kavga
gibi ortamların yanı sıra sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı
mücadelelerde bürokrasi otoriterliğine karşı dillendirilince
radikaldir. Oysa günümüzde, Dean’a göre, demokrasi için
mücadele statükoyu savunmaktır, aynı düzenin devam etmesine
katkıdır. Yine Dean’a göre demokrasi bizi kuşatan ortamdır ve günümüz
siyasetinin hegemonik biçimidir. Bunun (demokrasiye vurgunun) sebebini ise
‘’yüzde 1 ile biz ötekiler’’ arasındaki antagonizmayı vurgulamaktan kaçınan bir
sol’un varlığına bağlıyor Komünist Ufuk.
Halkın Egemenliği isimli
üçüncü bölümde ise Dean, ‘’[...] biz ötekiler anlamında halk fikrini,
komünizmin öznesi anlamında proletarya fikrinin
bir modülasyonu olarak’’[2] sunmaya girişiyor. Micheal
Hardt ve Antonio Negri’nin ‘’halk’’ kavramının (kitapta ‘’proletarya’’ olarak
kullanılmış) yerine ‘’çokluk’’ kavramını önermelerini, çok fazla şeyi Dean’ın
tabiri ile ‘’doğrusu herkesi’’ kapsadığı için ve bu kapsayıcılığın önünde sonunda antagonizmaya dönüşeceği için yetersiz bulur. Dean, bu kapsayıcılıktan
kaynaklanacağını ileri sürdüğü antagonizmanın çözümünü Jacques Ranciére’in
‘’paysızlık’’ kavramında arar. Ranciére’in ‘’hiçbir şeyde hiçbir payı
olmayanlar’’ tabiri siyasal alandan
dışlanmış ampirik bir kesimin nesnelliğini belirtmediği gibi marjinalleşmiş
bir ‘’ötekiyi’’ saptama yoluyla bir kimlik siyasetine göndermede bulunmaz
ve proletarya ile de eşanlamlı değildir. Bunların ötesinde
‘’paysızlar’’ kavramı payı olmayanların verili bir düzenle olan ‘’uyuşmazlık’ını
belirtir. [3] Dean, Ranciére’in ‘’payı olmayanlar’’ kavramını ‘’bir ayrılığı
belirlediği ve bir ayrılıkla belirlendiği’’[3] için devreye sokar. Dean için bu
payı olmayan uyuşmazlık’ın ismi halktır. Ancak Dean’ın
kavramsallaştırdığı halk (ileride bunu yüzde 1’e karşı yüzde 99 olarak
belirtecektir) bir ayrımı belirlemesine karşın homojen bir halk, verili bir
birlik değildir. Paolo Virno’nun belirttiği gibi çokluğu birliğin karşıtı gibi
düşünmek abes olur. Asıl mesele bu birliğin nasıl bir birlik olacağıdır. [4]
Elbette çokluk siyasal anlamda halkın tam karşısında yer alan bir kavramdır.
Halk, devletin birliğine katılan tek tek atomlardan oluşan bir kitle iken
çokluk bir tür ‘’öncel birliktir’’. Halk bir birliğin vaadi iken (önünde
sonunda devlet olacak bir birliğin!) çokluk birliğin şimdisidir, varılacak yer
ve kalkış noktasıdır. Halkın devlete varacak bir birlik vaadi olduğu
Dean’da halkın egemenliği yaklaşım ile vücut bulur. Dean’a
göre: ‘’Komünizm siyasal imkan ufkumuz haline geldiğinde, halkın egemenliği
devleti bir kolektivite olarak kendimiz için yönetmek
üzere bizzat kullandığımız araç gibi görmeye işaret eder.
Devlet ortak yararımız için ortak geleceğimizi topluca yönlendirmemiz
demektir.’’ [5] Bu pasajla da açıkça gösterildiği gibi halk devlet aygıtı
olmaksızın düşünülemez ve tersi de geçerlidir. O
halde tartışmayı devlet aygıtı üzerine doğru kaydırabiliriz. Komünist
Ufuk’un ve diğer tüm devlet odaklı kuramların gözden kaçırdığı bir diğer
nokta devletin sadece bir mekan değil aynı zamanda da bir aktör oluşudur.
Devlet odaklı kuramlardan ‘’sınıf kuramı’’ ve ‘’çoğulcu kuram’’ devletin sadece
mekan (alan) oluşuna odaklanmışlardır. Komünist Ufuk ile de
bağlılığı noktasında burada sadece ve kısaca sınıf kuramı üzerinden
devlet kavrayışına bakacağız. Sınıf kuramına göre ‘’kapitalist devlet’’ ve
‘’feodal devlet’’ olası kavramlardır; ancak genel olarak devlet değil.
‘’Devleti’’ tanımlayanlar bunu sadece sınıf ilişkileri bağlamında yapar. Oysa
devlet, herhangi bir grubun çıkarından farklı ve ayrı, kendine özgü itki,
zorunluluk ve amaçları olan kurumlar ve roller bütünüdür. Devlet kendi mantığı
ve çıkarları olan bir yapıdır, çıkarlar açıkça aktörlerin özellikleridir.[6] Bu bağlamda Komünist Ufuk bize ufukta ‘’Halkın
Egemenliği’’nin ve dolayısıyla devletin (sosyalizmin) gözüktüğünü
belirtmekten ileri gidemiyor. [*]
Kitabın, ‘’Sol Melankoli’’ tartışmasıyla başladığı ‘’Arzu’’ bölümündeki
sol melankolinin solun muhafazakarlığından mı (birleşik hareketler, toplumsal
bütünlüklere ve sınıfa dayalı siyaset...), yoksa komünist arzudan
kopuştan mı (kinizm vs) kaynaklandığı tartışmasını kitabı okuyacaklara ya da
okumuş olanların takdirine bırakarak itki ve arzu hallerine bakalım. Bu
bağlamda Dean, itki ve arzunun Freudcu ve Lacancı belirlenimine başvurarak bir
tanımlamaya girişir. Bu belirlenimlere göre itki, özneye haz almanın başka bir
yolunu sağlar. Tatmin olmayan ya da arzuyu canlı tutamayan özne başka bir
şekilde, itki yoluyla haz alır. Dean bu itki ve arzu durumları ile mücadele
biçimleri arasında bir analoji kurmaya girişir. Giriştiği bu analojide Dean’a
göre kapitalizme karşı bir parti altında toplanmamış, dağınık örgütlenmiş, proletaryaya karşı
tarihsel yükümlülüğe ihanet etmiş (her ne demekse!) disiplinsiz hareketler
itkidir ve itki oldukları ölçüde de arzudan yoksundur, tatmin peşindedir. Bu
izlekle itki ve arzuyu ele alan Dean, itki ile hareket etmenin kapitalizmin kaçınılmazlığını
kabul etmekle eşanlamlı olduğu kanısına varır. Ancak bu durum, itki ve arzu
belirlenimlerini tartışmanın dışında tutsak bile, mevcut kapitalist durumdan
kurtulmak için ezberin ve reçetelerin dışında harekete geçen tüm eylemliliklere
üstten bakmak olacağı gibi sınıfa dayalı siyasetin ve mücadelenin farklı bir
argümanla tekrarıdır da. Mikro siyasete ve parçalı pratiklere (Dean parçalı
pratikler tabiri ile muhtemelen yine öncü partisiz siyaseti ya da merkezsiz
örgütlenmeyi kastediyor) meyleden hareketlerin bu itki durumundan kurtulmak
istemediğini bizatihi bundan hoşlandığını söylemek de üstten
bakışın da ötesinde bir tür hınç politikasına dönüşmeye başlıyor. Dean son
kertede, deyim yerindeyse, baklayı ağzından çıkartır ve parti ve devleti reddetmenin
itkinin sunduğu kırıntılarla yetinmek olduğu kanısında bulunur ve böylece
kolektif ya da komünist arzudan anladığı şeyin aslında devlete dönük bir arzu
olduğunu dışavurur. Dean’ın anlaşılması güç ve gerçekten zayıf düşüncesinin bir
diğer veçhesi de bireyi kolektiviteden dışlamaya dahası bu ikisininden birinin
diğerini tamamen yok edeceğine, bir-arada mümkün olamayacaklarına olan
inancıdır. Dean işi bir adım daha ileri (belki de geri?) götürerek komünist
özne bireylerin bir topluluğu ya da toplamı değil, böyle bir
bireyciliğe ve onun bağlılıklarına karşıt bir güçtür [7] noktasına
vardırır. Dean son kertede bireyler kolektivitesinden, bireysel ilişkilerden
tamamen soyutlanmış bir kolektivite anlayışına vardırıyor işi. Oysa
kendinde-kolektivite diye bir şey yoktur, a-priori bir
kolektivite yoktur. Sadece bireyler arası belli etkileşim türleri vardır, bu
etkileşim türleri ortaya çıktığı ölçüde bir bireyler-arası kolektiviteden söz
edebiliriz. Kolektiviteyi hiçe sayıp ‘’bireyciliği’’ öne çıkaran bir düstur ne
kadar zayıfsa bireyi hiçe sayan bir kolektif düstur da aynı ölçüde zayıftır.
Komünist Ufuk’un son
bölümü ‘’İşgal Hareketi ve Parti’’ ismini taşıyor. Dean,
bölüme başlarken partinin kendisi için belirli bir arzu boşluğunu (hani şu
merkezsiz, hiyerarşisiz ‘’itkilerin’’ oluşturduğu boşluk!), kolektivite
yönündeki kolektif arzuyu sağlamadaki bir araç olarak gördüğünü belirtiyor. Ah
bizim amaca dönen büyük araçlarımız! Demeden geçemiyor insan... Dean, David
Graeber’in ‘’klasik sekter Marksist gruplar’’ ve ‘’anarşizm ilhamlı gruplar’’
arasında kurduğu karşıtlığın üzerinde çok durmadan küresel işgal ve
protesto hareketlerinin anarşizm odaklı olduğunun ‘’ilk bakışta’’
kabullenebilir olduğunu söyleyip ‘’son bakışta’’ bunun eleştirisine geçiyor.
Odağına Wall Street’i İşgal hareketini koyan Komünist Ufuk bu
hareketin anarşistlerin iddia ettiğinin aksine örgütlenme sorununu çözmek bir
yana komünist bir parti gerekliliğini yeniden gündeme koyduğu iddiasında
bulunuyor. Dean’ın iddiasına göre İşgal, bireyselleşmiş özerkliğin dayanışma,
yani kolektif özerklik önünde bir engel olabileceğini kavrayarak özerkliği
dayanışmayla kıvama getirebilir, yataylığın gücüne dikey ve çapraz gücü
katabilir ve liderliğin gerçeklerine [...] ayak
uydurabilir. [8] Dean’ın eksikliği İsyanın gücünü yataylıktan
ve bireyler-arası dayanışmadan aldığını ve bu gücün
bireysellikle ve dikey (dikey olduğu ölçüde de hiyerarşik) olmayan yayılımdan
aldığını ıskalıyor oluşu ve İsyan'daki yatay örgütlenmenin gücünün farkında
olmakla birlikte bu yataylığa yön vermeye girişecek liderliğin yaratacağı
hiyerarşiyi ıskalayışı ya da görmezden gelişidir. Dean’a göre yatay örgütlenme
kendi dinamiklerini, belirlenimlerini oluşturamaz ve önünde sonunda bir dikey
ilişkiler hiyerarşisine ihtiyaç duyar. Oysa yatay güç dikey ilişkilerle
birlikte yok olur, liderlik de bunun tetikleyicisidir. Dean, İşgal’in iletişim
kapitalizminin şebekelerini ve ekranlarını kullansa bile gücünü
sokaklardaki kararlı aktivistlerden ve öncü bir güçten aldığı iddiasında
bulunurken böyle bir ‘’öncü gücün’’ varlığına dair her hangi bir somut durum
sunmuyor. Eğer gerçekten öncü bir güç varsa bu öncü güç kimlerden oluşuyor ve
kime öncülük ediyor sorusunu cevapsız bırakıyor. İşgal’in içinde yer
alan bazı kişiler sınıf mücadelesini öne çıkarmak yerine demokrasiyi öne
çıkarıyor. [9] savı ise İşgal’i demokrasi ve sınıf mücadelesi
dualitsine sıkıştırarak bu ikisinin dışında bir durumu görmezden gelmektedir,
yok saymaktadır. Gel gelelim temsil meselesine. Komünist Ufuk İşgal’in
temsil edilemezliğini ve temsil siyasetinden tamamen kopması gerektiğini
savunan ‘’bazı çevrelerin’’ temelde bireylerin ve hareketin temsiline karşı
olduklarını belirtir. Dean, bireylerin temsilinin reddiyle bireylerin
sadece mutabık oldukları eylemlere katılacağını, hareketin çok
sayıda heterojen süreçten oluştuğundan bu süreçlerin çatışan,
bağdaşmaz çıkarların daha sonra dönmek üzere bir yana bırakılışını,
bastırılışını yansıttığını kabul etmeye özendireceğini iddia
ederken heterojen olanın müşterek olanla çatışma içinde
olacağını ön-varsayarak hareket etmektedir. Yani harekete
katılanların ortak bir amacı yokmuş varsayımıyla hareket eder. Temsilin
reddine yönelik ikinci reddiye ise Hareketin temsilinin reddidir.
Dean bu durumun da bireylerin temsilinin reddini güçlendirdiğini, lidersizliği
öne çıkardığını belirtir ve bazı görüşlerin ve kaygıların öne çıkması,
ağır basması ya da daha çok tutulması, bazı katılımcılarda aynı anda iki zıt
fikre inanmadan dolayı bir tür güvensizlik ve paranoya uyandıracağı kaygısını
dile getirir. Oysa hareket içinde farklı görüşlerin olabiliritesi temsili
reddedenlerce göz ardı edilmiş değilidir. Reddedilen farklı kaygı, görüş ya da
yöntemlerin olurluğu değil bu kaygı, görüş ya da yöntemlerden birinin bir
diğerini veya her birini öncelemesi ile oluşacak bir tür kaygılar, görüşler,
yöntemler hiyerarşisidir. Temsilin olmadığı yerde ifadenin yani öz-temsilin
olduğu apaçıktır. Dean’a göre herkesin kendi adına konuşmasında
diretenler, kişilerin ‘iç’ dünyasındaki bölünmeyi inkar eder. Oysa
herkes adına bir temsilcinin konuşması kişilerin iç dünyasındaki bölünmeyi
inkar edecektir. Ayrıca Dean, beceri, ayrıcalık, çalışkanlık ya
da rastlantı sonucunda ortaya çıkan hiyerarşinin yataysallığı
çatlatacağını ve lidere sürekli kuşkuyla bakanları hayal kırıklığına
uğratacağını söyler. Ayrıcalıktan kastettiği şeyin ne olduğunu ve bir
hiyerarşinin nasıl rastlantı sonucu ortaya çıkabileceğinin somut
durumlarını sunmasa da beceri ve çalışkanlığın hiyerarşiyi değil yaratıcılığı
ve dayanışmayı imlediğini ıskalar ya da görmezden gelir. Temsil mekanizmaları
tüm hareketteki farklılıkları temsil edecekse neden böyle bir temsile ihtiyaç
var? Herksin temsil edildiği yerde temsilden söz etmek de ne demektir? Dean’ın
ifade ettiği gibi gerçekten[...] temelde ucu açık ve her
yöne çekilebilir [...] bir temsil mümkün müdür? Elbette bu soruların yanıtı da Komünist Ufuk’ta gözükmüyor. Çoğul dinamiklere sahip,
temsilsiz bir hareketi temsil etme yönünde meyledenler, temsilin bu çoğunluğun
sadece bir kısmını (temsil vaadine uyanları) kapsayacağını ve hareketin
yoğunluğunu azaltacağını atlayanlardır. Dean’ın kendi içinde çelişik bir başka
argümanı da yine parti üzerinden şekilleniyor. Dean’a göre parti bir
yandan sıkı disiplinli olmalıdır. Bir yandan da esnek ve duyarlı olmalı, sürekli
değişen durumdan dersler çıkarmaya ve ona ayak uydurmaya yatkın
olmalıdır. Parti bir yandan sıkı disiplinli diğer yandan esnek ve
duyarlı olmalıdır demek parti hem olmalı hem olmamalı demeye denk bir
argümandır neredeyse. Öte yandan sürekli
değişen durumlardan ders çıkaran ve ona ayak uyduran bir parti ‘’öncü’’
olmaktan çok (kitleleri belirlemek, biçimlendirmek) ardıl (belirlenen,
biçimlenen) durumunda kalır ve kendini gereksiz kılar. Oysa partiyi, temsili ve devleti esnek, özgür ve duyarlı
kılmak çabası yerine partiden, temsilden ve devletten özgür olma araçları nasıl üretilecek, bunu düşünmek lazım.
Uyumsuz Ütopya
[7 Nisan 2014]
Atıf Nesneleri
[1] Jodi Dean, Komünist Ufuk, YKY, 2014
[2] Age., s.45.
[3] Daha fazlası için bkz. Jacques Ranciére, Uyuşmazlık:
Politika ve Felsefe, ARA-LIK YAYINLAR, 2006.
[4] Paolo Virno ile Söyleşi, skopdergi, Sayı 4
[5] Jodi Dean, Komünist Ufuk, s.55.
[6] Daha kapsamlı bir inceleme için bkz. Michael Mann,
İktidarın Tarihi, Cilt II, Phoenix Yayınları, 2013.
[*] Kitabın Beşinci Bölümü, Ortak Varoluş ve Ortak Kaynak
kısmı bu yazıya tabi tutulmamıştır.
[7] Jodi Dean, Komünist Ufuk, s.113.
[8] Age., s.124.
[9] Age., s.129.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder