8 Nisan 2014 Salı

‘’Komünist Ufku’’ta Gözüken Devlet

Komünist Ufuk [1] komünizmin mümkünlüğünü ve geçerliliğini hala koruduğunu, haklı olarak, iddia eden her çalışma gibi geçmiş sosyalist deneyimlerle (SSCB) bir tür hesaplaşmayla ve bu deneyimlerin eleştirisi ile işe koyuluyor. Sovyetler Birliği’ni kapitalist ağır sanayi tanımını benimseyerek, kapitalist ekonomik kalkınma modeline sıkışıp kalmakla eleştiren Jodi Dean, Sovyetler Birliği ile ABD arasında da bir analoji, simgesel bir özdeşlik kuruyor. Dean’ın özgün olmayan argümanı Sovyetler’in ekonomik büyüme, gelişme ve ileri sanayi üzerinden ABD’yi takip ettiğini hatta ona erişip onu aşma isteğini, ABD’nin de eşitlik beyanı, etnik ayrımcılık ve kolektif mülkiyet üzerinden kendini simgesel özdeşi olan Sovyetler’le kıyasladığını vurguluyor. Komünist Ufuk, komünizmi eleştirenlerin ve tarihsel olarak miadını doldurduğunu iddia edenlerin temel dayanak noktası olarak ‘’Komünizm -Sovyetler Birliği –Stalinizm-çöküş’’ denklemini referans aldıklarını belirtiyor. Dean bu yaklaşımı hatalı ve art niyetli bularak bu tür bir tarih yazımının (a) nesnel olmadığından, (b) indirgemeci olduğundan ve (c) statik bir tarih anlayışından ileri geldiğini belirtiyor. Kısacası Jodi Dean Sovyetler’in yıkılışının komünizmin yıkılışı olmadığını –yeni bir kitapla çok da yeni olmayan argümanlarla- tekrar ederek ‘’Bizim Sovyetler’’ bölümünü bitiriyor.

Komünist Ufuk’un ‘’Mevcut Güç’’ bölümü (ikinci bölüm) ise ortak bir program ve vizyon arayışının ve bu arayışın ‘’reddi’’ üzerinde duruyor ağırlıkla. Jodi Dean, ‘’Sol’daki bazı kişiler’’in (her ne kadar bu ‘’bazı kişilerin’’ kim olduğunu açıkça belirtmese de) ortak bir program ve vizyon arayışı yokluğunu bir güç olarak görmesini eleştirirken, bu ‘’bazı kişilerin’’ bir parti çizgisinin dayatanlarından kurtuluş ve radikal siyasal etkiler yaratabilecek bireysel tercihlerde bulunma fırsatı olarak gördükleri, ‘’ortak bir program ve vizyon arayışı’’ karşıtlığını temsilin reddedilişi ve karar alma mekanizmalarını işletmede isteksizlik olduğu için ‘’biz’’ fikrini ve ortak bir program ve vizyon arayışını sakatladığını öne sürüyor. Ancak bu ‘’ortak bir program ve vizyon arayışı’’ ile ilgili belirsizlikler ve ‘’Sol’daki bazı kişiler’’ olarak yapılan adlandırma açık bir şekilde belirtilmemiştir. Bu yüzden ortak bir program ve vizyon arayışı nedir ve bu program ve vizyon arayışına karşı çıkanlar kimlerdir, Sol'daki bazı kişilerle kastedilen nedir soruları kitapta yanıtını bulamıyor. Ancak temsil  ve parti üzerindeki vurguya daha sonra tekrar döneceğiz. Şimdilik kitabın takdim izleğiyle devam edelim. Bu bölümün (Mevcut Güç) değindiği bir diğer sorun ise günümüz siyasal mücadelesinin demokrasi ısrarınadır. Jodi Dean’a göre demokrasiye vurgu Fransız Devrimi, Haiti Devrimi, Rus Şubat Devrimi gibi siyasal özgürlüğe dönük ilk kavga gibi ortamların yanı sıra sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı mücadelelerde bürokrasi otoriterliğine karşı dillendirilince radikaldir. Oysa günümüzde, Dean’a göre, demokrasi için mücadele statükoyu savunmaktır, aynı düzenin devam etmesine katkıdır. Yine Dean’a göre demokrasi bizi kuşatan ortamdır ve günümüz siyasetinin hegemonik biçimidir. Bunun (demokrasiye vurgunun) sebebini ise ‘’yüzde 1 ile biz ötekiler’’ arasındaki antagonizmayı vurgulamaktan kaçınan bir sol’un varlığına bağlıyor Komünist Ufuk.

Halkın Egemenliği isimli üçüncü bölümde ise Dean, ‘’[...] biz ötekiler anlamında halk fikrini, komünizmin öznesi anlamında proletarya fikrinin bir modülasyonu olarak’’[2] sunmaya girişiyor. Micheal Hardt ve Antonio Negri’nin ‘’halk’’ kavramının (kitapta ‘’proletarya’’ olarak kullanılmış) yerine ‘’çokluk’’ kavramını önermelerini, çok fazla şeyi Dean’ın tabiri ile ‘’doğrusu herkesi’’ kapsadığı için ve bu kapsayıcılığın önünde sonunda antagonizmaya dönüşeceği için yetersiz bulur. Dean, bu kapsayıcılıktan kaynaklanacağını ileri sürdüğü antagonizmanın çözümünü Jacques Ranciére’in ‘’paysızlık’’ kavramında arar. Ranciére’in ‘’hiçbir şeyde hiçbir payı olmayanlar’’ tabiri siyasal alandan dışlanmış ampirik bir kesimin nesnelliğini belirtmediği gibi marjinalleşmiş bir ‘’ötekiyi’’ saptama yoluyla bir kimlik siyasetine göndermede bulunmaz ve proletarya ile de eşanlamlı değildir. Bunların ötesinde ‘’paysızlar’’ kavramı payı olmayanların verili bir düzenle olan ‘’uyuşmazlık’ını belirtir. [3] Dean, Ranciére’in ‘’payı olmayanlar’’ kavramını ‘’bir ayrılığı belirlediği ve bir ayrılıkla belirlendiği’’[3] için devreye sokar. Dean için bu payı olmayan uyuşmazlık’ın ismi halktır. Ancak Dean’ın kavramsallaştırdığı halk (ileride bunu yüzde 1’e karşı yüzde 99 olarak belirtecektir) bir ayrımı belirlemesine karşın homojen bir halk, verili bir birlik değildir. Paolo Virno’nun belirttiği gibi çokluğu birliğin karşıtı gibi düşünmek abes olur. Asıl mesele bu birliğin nasıl bir birlik olacağıdır. [4] Elbette çokluk siyasal anlamda halkın tam karşısında yer alan bir kavramdır. Halk, devletin birliğine katılan tek tek atomlardan oluşan bir kitle iken çokluk bir tür ‘’öncel birliktir’’. Halk bir birliğin vaadi iken (önünde sonunda devlet olacak bir birliğin!) çokluk birliğin şimdisidir, varılacak yer ve kalkış noktasıdır. Halkın devlete varacak bir birlik vaadi olduğu Dean’da halkın egemenliği yaklaşım ile vücut bulur. Dean’a göre: ‘’Komünizm siyasal imkan ufkumuz haline geldiğinde, halkın egemenliği devleti bir kolektivite olarak kendimiz için yönetmek üzere bizzat kullandığımız araç gibi görmeye işaret eder. Devlet ortak yararımız için ortak geleceğimizi topluca yönlendirmemiz demektir.’’ [5] Bu pasajla da açıkça gösterildiği gibi halk devlet aygıtı olmaksızın düşünülemez ve tersi de geçerlidir. O halde tartışmayı devlet aygıtı üzerine doğru kaydırabiliriz. Komünist Ufuk’un ve diğer tüm devlet odaklı kuramların gözden kaçırdığı bir diğer nokta devletin sadece bir mekan değil aynı zamanda da bir aktör oluşudur. Devlet odaklı kuramlardan ‘’sınıf kuramı’’ ve ‘’çoğulcu kuram’’ devletin sadece mekan (alan) oluşuna odaklanmışlardır. Komünist Ufuk ile de bağlılığı noktasında burada sadece ve kısaca sınıf kuramı üzerinden devlet kavrayışına bakacağız. Sınıf kuramına göre ‘’kapitalist devlet’’ ve ‘’feodal devlet’’ olası kavramlardır; ancak genel olarak devlet değil. ‘’Devleti’’ tanımlayanlar bunu sadece sınıf ilişkileri bağlamında yapar. Oysa devlet, herhangi bir grubun çıkarından farklı ve ayrı, kendine özgü itki, zorunluluk ve amaçları olan kurumlar ve roller bütünüdür. Devlet kendi mantığı ve çıkarları olan bir yapıdır, çıkarlar açıkça aktörlerin özellikleridir.[6] Bu bağlamda Komünist Ufuk bize ufukta ‘’Halkın Egemenliği’’nin ve dolayısıyla devletin (sosyalizmin) gözüktüğünü belirtmekten ileri gidemiyor. [*]

Kitabın, ‘’Sol Melankoli’’ tartışmasıyla başladığı ‘’Arzu’’ bölümündeki sol melankolinin solun muhafazakarlığından mı (birleşik hareketler, toplumsal bütünlüklere ve sınıfa dayalı siyaset...), yoksa komünist arzudan kopuştan mı (kinizm vs) kaynaklandığı tartışmasını kitabı okuyacaklara ya da okumuş olanların takdirine bırakarak itki ve arzu hallerine bakalım. Bu bağlamda Dean, itki ve arzunun Freudcu ve Lacancı belirlenimine başvurarak bir tanımlamaya girişir. Bu belirlenimlere göre itki, özneye haz almanın başka bir yolunu sağlar. Tatmin olmayan ya da arzuyu canlı tutamayan özne başka bir şekilde, itki yoluyla haz alır. Dean bu itki ve arzu durumları ile mücadele biçimleri arasında bir analoji kurmaya girişir. Giriştiği bu analojide Dean’a göre kapitalizme karşı bir parti altında toplanmamış, dağınık örgütlenmiş, proletaryaya karşı tarihsel yükümlülüğe ihanet etmiş (her ne demekse!) disiplinsiz hareketler itkidir ve itki oldukları ölçüde de arzudan yoksundur, tatmin peşindedir. Bu izlekle itki ve arzuyu ele alan Dean, itki ile hareket etmenin kapitalizmin kaçınılmazlığını kabul etmekle eşanlamlı olduğu kanısına varır. Ancak bu durum, itki ve arzu belirlenimlerini tartışmanın dışında tutsak bile, mevcut kapitalist durumdan kurtulmak için ezberin ve reçetelerin dışında harekete geçen tüm eylemliliklere üstten bakmak olacağı gibi sınıfa dayalı siyasetin ve mücadelenin farklı bir argümanla tekrarıdır da. Mikro siyasete ve parçalı pratiklere (Dean parçalı pratikler tabiri ile muhtemelen yine öncü partisiz siyaseti ya da merkezsiz örgütlenmeyi kastediyor) meyleden hareketlerin bu itki durumundan kurtulmak istemediğini bizatihi bundan hoşlandığını söylemek de üstten bakışın da ötesinde bir tür hınç politikasına dönüşmeye başlıyor. Dean son kertede, deyim yerindeyse, baklayı ağzından çıkartır ve parti ve devleti reddetmenin itkinin sunduğu kırıntılarla yetinmek olduğu kanısında bulunur ve böylece kolektif ya da komünist arzudan anladığı şeyin aslında devlete dönük bir arzu olduğunu dışavurur. Dean’ın anlaşılması güç ve gerçekten zayıf düşüncesinin bir diğer veçhesi de bireyi kolektiviteden dışlamaya dahası bu ikisininden birinin diğerini tamamen yok edeceğine, bir-arada mümkün olamayacaklarına olan inancıdır. Dean işi bir adım daha ileri (belki de geri?) götürerek komünist özne bireylerin bir topluluğu ya da toplamı değil, böyle bir bireyciliğe ve onun bağlılıklarına karşıt bir güçtür [7] noktasına vardırır. Dean son kertede bireyler kolektivitesinden, bireysel ilişkilerden tamamen soyutlanmış bir kolektivite anlayışına vardırıyor işi. Oysa kendinde-kolektivite diye bir şey yoktur, a-priori bir kolektivite yoktur. Sadece bireyler arası belli etkileşim türleri vardır, bu etkileşim türleri ortaya çıktığı ölçüde bir bireyler-arası kolektiviteden söz edebiliriz. Kolektiviteyi hiçe sayıp ‘’bireyciliği’’ öne çıkaran bir düstur ne kadar zayıfsa bireyi hiçe sayan bir kolektif düstur da aynı ölçüde zayıftır.

Komünist Ufuk’un son bölümü ‘’İşgal Hareketi ve Parti’’ ismini taşıyor. Dean, bölüme başlarken partinin kendisi için belirli bir arzu boşluğunu (hani şu merkezsiz, hiyerarşisiz ‘’itkilerin’’ oluşturduğu boşluk!), kolektivite yönündeki kolektif arzuyu sağlamadaki bir araç olarak gördüğünü belirtiyor. Ah bizim amaca dönen büyük araçlarımız! Demeden geçemiyor insan... Dean, David Graeber’in ‘’klasik sekter Marksist gruplar’’ ve ‘’anarşizm ilhamlı gruplar’’ arasında kurduğu karşıtlığın üzerinde çok durmadan küresel işgal ve protesto hareketlerinin anarşizm odaklı olduğunun ‘’ilk bakışta’’ kabullenebilir olduğunu söyleyip ‘’son bakışta’’ bunun eleştirisine geçiyor. Odağına Wall Street’i İşgal hareketini koyan Komünist Ufuk bu hareketin anarşistlerin iddia ettiğinin aksine örgütlenme sorununu çözmek bir yana komünist bir parti gerekliliğini yeniden gündeme koyduğu iddiasında bulunuyor. Dean’ın iddiasına göre İşgal, bireyselleşmiş özerkliğin dayanışma, yani kolektif özerklik önünde bir engel olabileceğini kavrayarak özerkliği dayanışmayla kıvama getirebilir, yataylığın gücüne dikey ve çapraz gücü katabilir ve liderliğin gerçeklerine [...] ayak uydurabilir. [8] Dean’ın eksikliği İsyanın gücünü yataylıktan ve bireyler-arası dayanışmadan aldığını ve bu gücün bireysellikle ve dikey (dikey olduğu ölçüde de hiyerarşik) olmayan yayılımdan aldığını ıskalıyor oluşu ve İsyan'daki yatay örgütlenmenin gücünün farkında olmakla birlikte bu yataylığa yön vermeye girişecek liderliğin yaratacağı hiyerarşiyi ıskalayışı ya da görmezden gelişidir. Dean’a göre yatay örgütlenme kendi dinamiklerini, belirlenimlerini oluşturamaz ve önünde sonunda bir dikey ilişkiler hiyerarşisine ihtiyaç duyar. Oysa yatay güç dikey ilişkilerle birlikte yok olur, liderlik de bunun tetikleyicisidir. Dean, İşgal’in iletişim kapitalizminin şebekelerini ve ekranlarını kullansa bile gücünü sokaklardaki kararlı aktivistlerden ve öncü bir güçten aldığı iddiasında bulunurken böyle bir ‘’öncü gücün’’ varlığına dair her hangi bir somut durum sunmuyor. Eğer gerçekten öncü bir güç varsa bu öncü güç kimlerden oluşuyor ve kime öncülük ediyor sorusunu cevapsız bırakıyor. İşgal’in içinde yer alan bazı kişiler sınıf mücadelesini öne çıkarmak yerine demokrasiyi öne çıkarıyor. [9] savı ise İşgal’i demokrasi ve sınıf mücadelesi dualitsine sıkıştırarak bu ikisinin dışında bir durumu görmezden gelmektedir, yok saymaktadır. Gel gelelim temsil meselesine. Komünist Ufuk İşgal’in temsil edilemezliğini ve temsil siyasetinden tamamen kopması gerektiğini savunan ‘’bazı çevrelerin’’ temelde bireylerin ve hareketin temsiline karşı olduklarını belirtir. Dean, bireylerin temsilinin reddiyle bireylerin sadece mutabık oldukları eylemlere katılacağını, hareketin çok sayıda heterojen süreçten oluştuğundan bu süreçlerin çatışan, bağdaşmaz çıkarların daha sonra dönmek üzere bir yana bırakılışını, bastırılışını yansıttığını kabul etmeye özendireceğini iddia ederken heterojen olanın müşterek olanla çatışma içinde olacağını ön-varsayarak hareket etmektedir. Yani  harekete katılanların ortak bir amacı yokmuş varsayımıyla hareket eder.  Temsilin reddine yönelik ikinci reddiye ise Hareketin temsilinin reddidir. Dean bu durumun da bireylerin temsilinin reddini güçlendirdiğini, lidersizliği öne çıkardığını belirtir ve bazı görüşlerin ve kaygıların öne çıkması, ağır basması ya da daha çok tutulması, bazı katılımcılarda aynı anda iki zıt fikre inanmadan dolayı bir tür güvensizlik ve paranoya uyandıracağı kaygısını dile getirir. Oysa hareket içinde farklı görüşlerin olabiliritesi temsili reddedenlerce göz ardı edilmiş değilidir. Reddedilen farklı kaygı, görüş ya da yöntemlerin olurluğu değil bu kaygı, görüş ya da yöntemlerden birinin bir diğerini veya her birini öncelemesi ile oluşacak bir tür kaygılar, görüşler, yöntemler hiyerarşisidir. Temsilin olmadığı yerde ifadenin yani öz-temsilin olduğu apaçıktır. Dean’a göre herkesin kendi adına konuşmasında diretenler, kişilerin ‘iç’ dünyasındaki bölünmeyi inkar eder. Oysa herkes adına bir temsilcinin konuşması kişilerin iç dünyasındaki bölünmeyi inkar edecektir. Ayrıca Dean, beceri, ayrıcalık, çalışkanlık ya da rastlantı sonucunda ortaya çıkan hiyerarşinin yataysallığı çatlatacağını ve lidere sürekli kuşkuyla bakanları hayal kırıklığına uğratacağını söyler. Ayrıcalıktan kastettiği şeyin ne olduğunu ve bir hiyerarşinin nasıl rastlantı sonucu ortaya çıkabileceğinin somut durumlarını sunmasa da beceri ve çalışkanlığın hiyerarşiyi değil yaratıcılığı ve dayanışmayı imlediğini ıskalar ya da görmezden gelir. Temsil mekanizmaları tüm hareketteki farklılıkları temsil edecekse neden böyle bir temsile ihtiyaç var? Herksin temsil edildiği yerde temsilden söz etmek de ne demektir? Dean’ın ifade ettiği gibi gerçekten[...] temelde ucu açık ve her yöne çekilebilir [...] bir temsil mümkün müdür? Elbette bu soruların yanıtı da Komünist Ufuk’ta gözükmüyor. Çoğul dinamiklere sahip, temsilsiz bir hareketi temsil etme yönünde meyledenler, temsilin bu çoğunluğun sadece bir kısmını (temsil vaadine uyanları) kapsayacağını ve hareketin yoğunluğunu azaltacağını atlayanlardır. Dean’ın kendi içinde çelişik bir başka argümanı da yine parti üzerinden şekilleniyor. Dean’a göre parti bir yandan sıkı disiplinli olmalıdır. Bir yandan da esnek ve duyarlı olmalı, sürekli değişen durumdan dersler çıkarmaya ve ona ayak uydurmaya yatkın olmalıdır. Parti bir yandan sıkı disiplinli diğer yandan esnek ve duyarlı olmalıdır demek parti hem olmalı hem olmamalı demeye denk bir argümandır neredeyse. Öte yandan sürekli değişen durumlardan ders çıkaran ve ona ayak uyduran bir parti ‘’öncü’’ olmaktan çok (kitleleri belirlemek, biçimlendirmek) ardıl (belirlenen, biçimlenen) durumunda kalır ve kendini gereksiz kılar. Oysa partiyi, temsili ve devleti esnek, özgür ve duyarlı kılmak çabası yerine partiden, temsilden ve devletten özgür olma araçları nasıl üretilecek, bunu düşünmek lazım. 

Uyumsuz Ütopya 
[7 Nisan 2014]
Atıf Nesneleri
[1] Jodi Dean, Komünist Ufuk, YKY, 2014
[2] Age., s.45.
[3] Daha fazlası için bkz. Jacques Ranciére, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, ARA-LIK YAYINLAR, 2006.
[4] Paolo Virno ile Söyleşi, skopdergi, Sayı 4
[5] Jodi Dean, Komünist Ufuk, s.55.
[6] Daha kapsamlı bir inceleme için bkz. Michael Mann, İktidarın Tarihi, Cilt II, Phoenix Yayınları, 2013.
[*] Kitabın Beşinci Bölümü, Ortak Varoluş ve Ortak Kaynak kısmı bu yazıya tabi tutulmamıştır.
[7]  Jodi Dean, Komünist Ufuk, s.113.
[8] Age., s.124.
[9] Age., s.129.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder