“Demokrasi” olarak kendilerini adlandıran
ve bu demokrasi terimiyle, yasaya dayanmayan ya da dinsel yasalara dayanan
devletler tarafından yönetilen toplumlardan kendilerini ayrıştıran toplumlar ve
devletlerde yaşıyoruz. Bu “demokrasiler”in içinde, durumu besbelli ki vahim
olmayan ve başka yasalar altında yaşamayı hiç istemeyen, ama insanlığın
başındaki bütün belalar için her gün tek bir kötülüğü, demokrasi adı verilen
kötülüğü suçlayan egemen entelijansiyayı nasıl anlayabiliriz?
Meseleleri sırasıyla ele alalım. Demokrasilerde yaşadığımızı söylerken tam ne
demek istiyoruz? Kelimenin kesin anlamıyla ifade edecek olursak, demokrasi bir
devlet biçimi değildir. Daima söz konusu biçimlerin berisinde ve ötesindedir.
Demokrasi, oligarşik devlet için hem gerekli olan ve bir o kadar da unutulması
gereken eşitlikçi temel söz konusu olunca, berisindedir. Buna karşılık, kamusal
alanı tekeli altına alıp politikadan arındırmaya meyilli her devlete karşı
harekete geçen kamusal etkinlikte olduğu gibi, ötesindedir. Her devlet oligarşiktir.
Demokrasi ile totaliterlik arasındaki karşıtlığın kuramcısı bunu canı gönülden
kabullenir: “Bir anlamda oligarşik
olmayan bir düzen yaratmak imkânsızdır’’[1].
Ne var ki, oligarşi demokrasiye az ya da çok yer verir; demokratik
etkinlik tarafından az ya da çok etkilenir. Bu anlamda, anayasal biçimlerin ve
oligarşik hükümetlerin pratiklerinin az veya çok demokratik oldukları
söylenebilir. Genellikle temsili sistemin varlığı anlamlı demokrasi ölçütü
olarak ele alınır. Lâkin, bu sistemin kendisi de değişken bir uzlaşmadır,
karşıt güçlerin bileşkesidir. Temsili sistem, hiç kimsenin ve herkesin gücü
olmaya yaklaştığı ölçüde demokrasiye meyilli olur. Bunu aklımızda tutarak
bakarsak, bir temsili sistemin demokratik olduğunu ilan etmesini mümkün kılan
asgari şartları sayabiliriz: Kısa süreli, yenilenemeyen, birden fazlasına aynı
zamanda sahip olunamayan vekâlet; halkın temsilcilerinin yasaların oluşturulması
üzerinde tekeli; devlet memurlarının halkın temsilcisi olmalarının
yasaklanması; seçim kampanyalarının ve seçim harcamalarının en aza indirilmesi
ve seçim süreçlerine ekonomik güçlerin müdahalesinin denetlenmesi. Bunlar ipe
sapa gelmez kurallar değildir ve geçmişte, sınırsız bir halk sevgisi taşıma
eğilimi olmayan birçok düşünür ve kanun yapıcı, bu kuralları güç dengelerini
korumanın, genel iradenin temsiliyle özel çıkarların temsilini ayrıştırmanın ve
hükümetlerin en kötüsü olarak gördükleri şeyi, yani iktidarı seven ve onu ele
geçirmede yetenekli olanların yönetiminin önüne geçmenin araçları olarak
dikkatle incelemişlerdir. Ama bugün bunları saymak büyük bir kahkaha tufanını
tetiklemek için yeterli oluyor. Bunun nedeni, bugün demokrasi dediğimiz şeyin,
tam tersi bir devlet ve yönetim faaliyeti olmasıdır: Aynı anda ya da birbirini
izleyen bir sırayla, kent, bölge, ulusal meclis veya bakanlık
düzeyindeki işlevleri ellerinde tutan ve yerel çıkarların temsili aracılığıyla
esas olarak halkla bağlarını koruyan ebediyen seçilmişler; yasaları kendileri
yapan hükümetler; büyük çoğunluğuyla bir kamu yönetimi okulundan mezun
olanlardan oluşan halkın temsilcileri;[i] kamu işletmelerinde veya yan-kamusal
işletmelerde kendilerine yer bulunan bakanlar ve bakanların çalışma
arkadaşları; kamu ihalelerinde yapılan hilelerle finanse edilen siyasal
partiler; bir seçim vekâleti elde etmek için devasa miktarda yatırım yapan iş
insanları; kamu medyası imparatorluğunu elde ettikleri kamu yetkileri sayesinde
ele geçiren özel medya imparatorlukları patronları. Kısacası, söz konusu olan
devlet oligarşisiyle ekonomi oligarşisinin sıkı bir ittifaka girerek kamusal
meseleleri kendi tekellerine almasıdır. “Demokratik bireycilik”i
küçümseyenlerin kamu meselelerini ve kamu yararını parçalama sistemini
eleştirmemelerini anlıyoruz. Aslına bakılırsa, kamu görevlerinin bu aşırı tüketimi demokrasiye bağlı değildir. “Demokrasiler”imizin başına bela olan
kötülükler, temelde oligarkların doymak bilmez iştahlarıyla ilgili olan
kötülüklerdir.
Demokrasinin
“içinde” yaşamıyoruz. Hepimizin biyopolitik yönetimin istisna yasasına tabi
olduğumuzu söyleyen bazı yazarların iddia ettiği gibi kamplarda da yaşamıyoruz.
Oligarşik hukuk devletlerinde, yani oligarşinin gücünün, halk egemenliği ve
bireysel özgürlüklerin ikili tanınmasıyla sınırlandırıldığı devletlerin içinde
yaşıyoruz. Bu türden devletlerin sınırlarını da, yararlarını da biliyoruz. Bu devletlerde
seçimler özgür. Bu seçimler, birbirine ikame olabilen etiketler altında olsa da, temelde aynı egemen kadronun yeniden üretilmesini
garanti altına alıyor. Ama oy sandıklarında genellikle hile yapılmıyor ve
hayatını riske atmadan seçimlere hile karışıp karışmadığını denetlemek mümkün.
Egemen siyasal partilerin çıkarlarının idareyle birbirine karıştığı kamu
ihaleleri dışında, idare yolsuzluğa batmış durumda değil. Sınırların korunması
ve ülke güvenliği konuları dışında, bireylerin özgürlükleri saygı görüyor. Basın
özgür. Finansal güçlerin desteği olmaksızın, bütün halka ulaşabilen bir gazete
ya da televizyon kurmak isteyen kişi ciddi sıkıntılar yaşayacaktır; ancak hapse
atılmayacaktır. Toplantı ve gösteri yapma, demek kurma hakları demokratik bir
yaşamın, yani devlet alanından bağımsız bir siyasal yaşam alanının
örgütlenmesine izin veriyor. “İzin vermek” elbette ikili anlamı olan bir
sözcüktür. Bu özgürlükler oligarkların armağanları değildir. Demokratik eylemle
kazanılmışlardır ve yalnızca bu eylem sayesinde geçerliliklerini korurlar.
“İnsan ve yurttaş hakları”, bunlara gerçekliklerini verenlerin haklarıdır.
İyimser zihinler bu durumdan, oligarşik hukuk devletinin,
Aristoteles’e göre, kötü yönetimlerin imkânsız iyi yönetime en azından
yaklaşmalarını sağlayan zıtların mutlu dengesini gerçekleştirdiği sonucunu
çıkarır: Bir “demokrasi”, demokrasiye tutkusunu besleyebileceği yeterli alan
bırakan bir oligarşi olur. Karamsar zihinler ise bu iddiayı tersine çevirir:
Oligarşinin sakin yönetimi, demokratik tutkuları özel zevklere doğru
yönlendirir ve insanları ortak iyiye karşı vurdumduymaz hale getirir. Fransa’da
olup bitenlere bakın, diyorlar. Ülkemizin iyi yönetilebilmesi ve bundan memnun
olması için yapılmış takdire şayan bir anayasamız var: Çoğunlukçu denen sistem
aşırı partileri devre dışı bırakıyor ve “hükümet partileri”ne sırayla ülkeyi
yönetme olanağı veriyor; çoğunluğun, yani en büyük azınlığın beş yıl boyunca
muhalefet olmaksızın yönetmesini, istikrar güvencesi altında, ortak yarar için öngörülemeyen durumların, uzun erimli tahminlerin zorunlu kıldığı bütün önlemleri
almasını mümkün kılıyor. Bir yandan bu sırayla yönetim, değişim peşinde koşan
demokratik zevki tatmin eder. Öte yandan, bu hükümet partilerinin üyeleri, kamu
meselelerini yönetme uzmanlarının çıktığı aynı okullarda öğrenim gördükleri
için, uzmanların bilgisini çokluğun tutkularının önüne geçiren aynı çözümleri
benimsemeye meyillidirler. Böylece, eski çatışmaları reddeden, toplumların
karşı karşıya kaldıkları kısa ve uzun vadeli sorunları serinkanlı bir biçimde
nesnelleştirmeye, çareyi uzmanlarda aramaya ve bunları büyük toplumsal
çıkarların yetkili temsilcileriyle tartışmaya alıştıran bir uzlaşı kültürü
ortaya çıkar. Heyhat! Şu yeryüzündeki bütün iyi şeylerin bir de arka yüzü
vardır: Yönetme sıkıntısından kurtulan çokluk, özel ve egoist tutkularıyla
başbaşa bırakılır. Ya da çokluğu oluşturan bireyler kamusal meselelere karşı
kayıtsızlaşır ve seçim sandığından uzak dururlar veya kamusal meselelere sadece
kendi çıkarları ve tüketici kaprislerinin penceresinden yaklaşırlar. Kısa
vadeli korporatist çıkarları adına, emeklilik sistemlerinin geleceğini garanti
altına almak için getirilen önlemlere karşı gösteri düzenler, greve giderler;
tıpkı son dönemin moda fırınlarında sunulan çeşit çeşit ekmekten birini
seçermiş gibi, seçim zamanında da, bireysel kaprisleri adına, hoşlarına giden
şu veya bu adaya oy verirler. Sonuç, seçimlerde “protesto adayları”nın toplam
oyunun “hükümet olmaya layık adaylar”dan daha fazla olmasıdır.
Yukarıdaki akıl yürütmeye itiraz edebileceğimiz pek çok şey var.
“Demokratik bireycilik”e yönetilen bu türden kaçınılmaz eleştiriler, burada
olduğu gibi her yerde, gerçeklerle çelişir. Seçimlerde sandığa gitmeyenlerin
oranının önlenemez yükselişine şahit olduğumuz doğru değil. Daha ziyade,
bulaştığı yolsuzlukların delillerini sergilemediği zaman vasatlığınınkileri
bol miktarda sergileyen bir devlet oligarşisinin birbirinin dengi olan
temsilcileri arasından seçim yapmak için harekete geçmekte ısrar eden seçmen
sayısının yüksekliğinde hayranlık verici bir sivil istikrar işareti görmek
gerekir. Ayrıca, “hükümet olmaya layık adaylar”a bu denli zarar veren
demokratik tutku, bir tüketici kaprisi değildir; sadece politikanın, birbirini
ikame edebilir oligarkların seçilmesinden daha fazlası bir şey olması
arzusudur. Ne ki, yukarıdaki akıl yürütmeyi en güçlü olduğu noktadan ele almak
daha doğru olacaktır. Bize söylediği gerçekten de basit ve doğrudur: En büyük
azınlığa bir karışıklık olmaksızın yönetme gücü veren ve yürütülmesi gereken
politikalar üzerinde anlaşan bir çoğunluk ve muhalefet yaratan takdire şayan
sistem, oligarşik makinenin kendisinin felç olmasına neden olur. Bu felci
doğuran, meşruiyetin iki ilkesi arasındaki çelişkidir: Bir yanda, oligarşik
hukuk devletlerimiz halk egemenliği ilkesine gönderme yapar. Şüphesiz bu kavram
hem ilkede hem pratikte belirsizdir. Halk egemenliği, demokratik aşırılığı
içermenin, yönetmek için unvanı olmayanların yönetimi olan politik tekilliğe
ilişkin anarşik ilkeyi arkhe’ye
dönüştürmenin bir yoludur. Dahası, uygulanma olanağını çelişkili temsil
sisteminde bulur. Ne ki, çelişki, varlık ilkesi zıtların gerginliği olanı
hiçbir zaman öldürmemiştir. Bu nedenle “egemen halk” kurgusu, daima halkı
bölen, parlamenterler tarafından temsil edilen veya devlette somutlaşan
anayasada yazılı halka nazaran ek bir halk oluşturan siyasal pratiklerle
yönetim mantığı arasında iyi kötü bir bağ kurmaya hizmet etti. Dün
meclislerimizin canlılığı, temsil yalanını teşhir eden işçi partileri
tarafından beslenip destekleniyordu. Yalnızca farklı kanaatlere değil, aynı
zamanda karşıt dünyalara da gönderme yaparak, politikayı çelişkili olanaklar
alanı haline getiren parlamento dışı ve hatta parlamento karşıtı siyasal
eylemler tarafından beslenip, destekleniyordu. Bugün tartışmalı
hale gelen tam da bu çatışmalı dengedir. Sovyet sisteminin uzun süren bozuluşu
ve ani çöküşünün yanı sıra toplumsal mücadelelerin ve özgürleşme hareketlerinin
zayıflaması, oligarşik sistemin içinde taşıdığı uzlaşmacı bakışın yerleşmesine
müsaade etti. Bu bakışa göre, bize yorumlama seçeneği bırakmayan ve bizden
yalnızca uyumlu yanıtlar -ki bu yanıtlar fikirlerimiz ya da isteklerimiz ne
olursa olsun genellikle aynıdır- vermemizi gerektiren tek bir gerçeklik vardır.
Bu gerçekliğin adı ekonomidir; başka bir deyişle, zenginliğin iktidarının
sınırsızlığıdır. Bu sınırsızlığın yönetim ilkesinde bir güçlük yarattığını
görmüştük. Ne var ki, eğer sorun ikiye ayrılabilirse çözülebilir ve bu çözüm,
oligarşik yönetime şimdiye değin beyhude bir hayal olan o asil bilimi
verebilir. Eğer, gerçekten de, zenginlik hareketinin sınırsızlığı dünyamızın ve
onun geleceğinin kaçınılmaz bir gerçeği olarak konumlandırılıyorsa, o halde
bugünü yönetme ve geleceği cesaretle öngörme kaygısı taşıyan hükümetlere, bu
sınırsız gelişme karşısında fren oluşturan ulusal devletlerin içindeki ataleti
kaldırmak düşer. Fakat tersine, bunun sınırı olmadığı ve belli bir devletin
toprakları üzerinde halkın veya onun bir bölümünün özel kaderiyle ilgilenmediği
için, zenginliğin denetlenemez ve aynı anda birçok yerde var olabilen gücünü bu
halkların çıkarlarına boyun eğdirmek ve sınırlamak bu devletlerin hükümetlerine
düşer.
Sermayenin sınırsız genişlemesinin önündeki ulusal engelleri kaldırmak,
sermayenin sınırsız genişlemesini ulusların sınırlarına tabi kılmak: Bu iki
görevin birleşiminde asil bilimin nihayet bulunmuş sureti oraya çıkar. Eşitlik
ile eşitsizlik arasındaki doğru ölçüyü bulmak her zaman imkânsız olacaktır; bu
temel üzerinde, demokratik eklentiden, yani halkın bölünmesinden kaçınmak
imkânsızdır. Öte yandan hükümetler ve uzmanlar, sınırlama ile sınırsızlık
arasındaki doğru
dengenin bulunabileceğini düşünürler. Modernleşme adı verilen budur.
Modernleşme, dünyanın acımasız gerçeklerine hükümetlerin basit bir şekilde uyum
sağlaması görevi değildir. Modernleşme, aynı zamanda, yeni oligarşik meşruiyeti
oluşturan bilim ilkesi ile zenginlik ilkesinin evliliğidir. En azından iktidarı
ele geçirmek ve korumak için verilen mücadelenin onlara bıraktığı kısa süre
zarfında, yöneticilerimiz kendilerine toplumları üzerindeki küresel
zorunlulukların yerel etkilerini idare etme esas görevini verirler. Bunun
anlamı, bu görevin ilgi alanına giren nüfusun, bölünmelerin ve dönüşümlerin
halkı yerine, bir ve nesnelleştirilebilir bütünlük olması gereğidir. Bu durumda
halkın seçimi ilkesi sorunlu olur. Hiç şüphe yok ki, uzlaşmacı mantık içinde,
halkın seçiminin sağcı ya da solcu bir oligarkı işaret etmesinin pek bir önemi
yoktur. Ne var ki, bu seçime sadece uzmanların bilimine bağlı çözümleri sunmak
tehlikelidir. Bu nedenle yöneticilerimizin otoritesi, iki karşıt meşruiyet
sistemi arasında sıkışır: Bir yandan, halkın seçiminin erdemiyle, diğer yandan,
toplumsal sorunlar için en iyi çözümleri bulma kapasiteleriyle meşruiyet
kazanırlar. Halbuki, bu iyi çözümler, seçilmeleri gerekmediği gerçeğiyle ayırt
edilir; çünkü şeylere ilişkin nesnel bir bilgiden doğarlar ve bu anlamda halkın
seçiminin değil, uzman bilgisinin ürünüdürler.
Artık dönem, birbirine zıt ilkelerin birlikte var oluşlarını
sürdürebilmeleri için halkın bölünmesinin yeterince aktif ve bilimin yeterince
mütevazı oldukları dönem değildir. Bugün zenginlik ile bilimin oligarşik ittifakı,
bir bütün halinde iktidarı talep ediyor ve halkın kendi arasında bölünebilmesi
ve çoğalmasını dışlıyor. Ne var ki, ilkelerden kovulan bölünme her taraftan
geri geliyor. Aşırı sağ partilerin yükselişiyle; oligarşik uzlaşıya karşı doğum
ve nesebe ilişkin eski ilkeleri, atalarının kanı, dini ve toprağına kök salmış
cemaati talep
eden kimlik temelli ve köktenci dinsel hareketlerle bunu yapıyor. Sağlık ve emeklilik sistemlerini veya iş hukukunu ortadan
kaldırmak için, uzlaşmacı düzenin gerekçe olarak kullandığı küresel ekonomik
gereklilikleri reddeden çeşitli mücadelerle bunu yapıyor. Nihayet,
yönetilenlere olduğu gibi yönetenlere de kendini dayatan tek çözümler
yönetilenlerin öngörülemez seçimlerine sunulduğu zaman, seçim sisteminin
işleyişinin içinde bölünme geri geliyor. Son Avrupa halkoylaması bunu gözler
önüne serdi. Konuyu halkoylamasına götürenlerin kafasında oylama, “seçim”in
Batı’daki ilkel anlamıyla, yani bir araya gelmiş halkın kendilerini gütme
yetkisine sahip olanları onaylaması olarak anlaşılmalıydı. Seçkin devlet
uzmanları, tek bir ağızdan, ortada herhangi bir sorun olmadığını, herkesin
çıkarına uygun olan ve var olan anlaşmaların mantığını devam ettiren bir metnin
onaylanmasının söz konusu olduğunu söylediklerine göre, halk da seçim
kavramının o ilkel anlamına uygun biçimde davranmalıydı. Halkoylamasının esas
sürprizi şu oldu: Oy verenlerin çoğunluğu, tersine, sorunun gerçek bir sorun olduğuna
karar verdi. Bu sorunun seçmenlerin onayı değil, halkın egemenliği sorunu
olduğunu ve halkın evet kadar hayır demek hakkı olduğunu ifade ettiler. Hikâyenin
geri kalanını biliyoruz.[iii] Ayrıca daha sonra oligarkların, onların uzmanlarının
ve ideologlarının, diğer tüm uzlaşma bozulmaları için olduğu gibi, bu talihsizliğe
de bir açıklama bulduklarını biliyoruz: Eğer bilim meşruiyetini dayatamıyorsa
bunun nedeni cehalettir. Eğer ilerleme gerçekleşmiyorsa, bu geride kalanlar
yüzündendir. Bütün rahiplerin dur durak bilmeden yinelediği bir kelime,
“popülizm”, bu açıklamayı özetler. İster demokratik iddialı olsun, ister dinsel
ve ırksal fanatizm içersin, egemen uzlaşıdan her türlü kopma
popülizm adının altına yerleştirilmek isteniyor. Dahası, bu yolla oluşturulan
bütüne tek bir ilke atfetmek arzulanıyor: Geri kalmışların cehaleti; sosyal
yararlar veya devrimci idealler ya da ataların dini olsun, geçmişe takılıp
kalma. Popülizm, popüler meşruiyet ile uzman meşruiyeti arasında büyüyen
çelişkiyi, demokrasinin tezahürlerinin, hatta bilimin yönetiminin temsilî
sistemin karma biçimine alışma güçlüğü altına gizleyen kullanışlı isimdir. Bu
isim oligarşinin büyük arzusunu hem ortaya çıkarır hem maskeler. Bu, halk
olmadan, yani halkın bölünmesi olmadan yönetmek, politika olmadan yönetmek
arzusudur. Dahası bu durum uzman hükümetin şu eski açmazdan kurtulmasını da
sağlar: Bilim, ona vakıf olmayanları nasıl yönetebilir? Bu ebedi soru daha
çağdaş bir soruyla karşılaşır: Uzman hükümetin sırrına vakıf olduğunu iddia
ettiği, zenginliğin sınırsızlığı sayesinde elde edilen iyi ile, sınırlanması
sayesinde elde edilen iyi arasındaki ölçü tam olarak nasıl belirlenir? Kısacası
sorulan soru şudur: Politikayı tasfiye etmeye yönelik, biri kapitalist
zenginliğin sınırsızlığının gereklerine, diğeri ulus devletlerin oligarşik
yönetimine bağlı olan iki iradenin bileşimi, tam olarak nasıl gerçekleşir?
Gerekçelerinin
çeşitliliği ve dile getiriş biçimlerinin kararsızlığı içinde, “küreselleşme”
eleştirisi, sosyal koruma ve güvenlik sistemimizin küreselleşmenin kısıtlarına
uyarlanmasına karşı direniş veya devlet üstü kuramların reddedilmesi, aynı
hassas noktaya dokunur: Tüm bu dönüşümlerin adına yapıldığı zorunluluk tam
olarak nedir? Sermayenin büyümesi ve yatırımcıların çıkarlarının, karmaşık bir allame
matematiğiyle ilişkili yasaları olduğunu tartışmasız kabul edebiliriz. Bu
yasaların ulusal sistemlerin sosyal uygulamalarının dayattığı sınırlarla
çelişkili olduğu da açık. Ne var ki söz konusu yasaların, önüne geçilemez,
karşı çıkılması beyhude tarihsel yasalar oldukları ve bu koruma sistemlerinin
kurban edilmesine değecek biçimde gelecek
kuşaklara refah vaat ettikleri iddiası ise, artık bilimin değil, imanın
konusudur. “Bırakınız yapsınlar” yönteminin en katı taraftarları bile, doğal
kaynakların korunmasının serbest rekabet oyunuyla uyumlu biçimde
ayarlanabileceğini göstermekte bazen güçlük yaşıyor. Eğer, istatistiki
karşılaştırmalar kullanarak, iş kanuna sokulan bazı esnekleştirme biçimlerinin
orta vadede yok ettiği istihdamdan daha fazla yeni istihdam yarattığını tespit
etmek olanaklıysa, hep daha hızlı elde edilen bir kârlılık peşindeki sermayenin
serbest dolaşımının bütün insanlığı daha iyi bir geleceğe götüren bir ulvi yasa
olduğunu söylemek çok daha zordur. Buna inanmak için iman gerekir. Halkın yüzüne
vurulan “cehaleti” sadece bu iman eksikliğidir. Aslına bakılırsa, tarihsel iman
kamp değiştirmiştir. Bugün iman, yöneticiler ve onların uzmanlarına vergiymiş
gibi gözüküyor. Bunun nedeni, bu yöneticilerin ve uzmanların kendi derin
takıntılarına, oligarşik bir hükümet için doğal olan takıntılara yardım
etmesidir. Bu, halktan ve politikadan kurtulma takıntısıdır. Kendilerini sadece
küresel tarihsel gereklerin yerele etkilerini idare edenler olarak ilan eden
hükümetlerimiz, demokratik eklentiyi sürgün etmek için büyük bir çaba
gösteriyor. Kendileri bir devlet olmayan ve bir halka hesap verme sorumluluğu
taşımayan devlet üstü kurumlar icat ederek, kendi pratiklerine içkin olan bir
amacı gerçekleştiriyorlar: Politik meseleleri depolitize edip, onları mekân olmayan
mekânlara, polemik mekânlarının demokratik icadına alan bırakmayan mekânlara
yerleştiriyorlar. Böylece devletler ve uzmanları kendi aralarında rahatça
anlaşabilirler. “Avrupa Anayasasının başına gelen meşhur talihsizlik bu mantığı
gayet iyi gösteriyor. Bu anayasayı benimseyen partilerden biri doğru sloganı
bulduğunu düşünüyordu: “Liberalizmin”, diyordu, “anayasalara ihtiyacı yoktur”.
İstemeden doğruyu söylüyordu: “Liberalizm”in, daha doğrusu
gerçek adıyla kapitalizmin böyle bir iddiası yoktur.[2] Çarklarını döndürmesi için “bozulmamış rekabete”, yani
sermayenin özgür ve sınırsız dolaşımına dayandığını ilan eden bir anayasal
düzene ihtiyacı yoktur. Sınırsız dolaşıma imkân verilmesi yeterlidir. Sermaye
ve ortak iyi arasındaki bu mistik halayları sermaye için faydasızdır. Her
şeyden önce devlet oligarşilerinin peşinde düştüğü amaçlara, popüler ve ulusal
meşruiyete duyulan ihtiyaç esaretinden kurtulmuş devletlerarası mekânların
inşasına hizmet ederler.
Kaçınılmaz tarihsel zorunluluk, iki özgül zorunluluğun bir araya
gelmesinden başka bir şey değil: Bu zorunluluktan biri zenginliğin sınırsız
büyümesi, diğeri oligarşik gücün büyümesidir. Ulus devletlerin Avrupa veya
dünya sahnesinde gücünün zayıflaması sadece bir göz aldatması[ii] perspektifidir. Uluslararası
kapitalizm ile ulus-devletler arasındaki yeni güç paylaşımı, devletleri
zayıflatmaktan ziyade onları tahkim etmeye meyillidir.[3] Serbestçe dolaşan sermayenin ihtiyaçları karşısında kendi
ayrıcalıklarından feragat eden aynı devletler, gezegenin yoksullarının iş
arayışı içinde serbest dolaşımına sınırlarını kapatmak için bu ayrıcalıkları
hemen yeniden keşfederler. “Refah devleti”ne
karşı ilan edilen savaş, aynı muğlaklığa delalet eder. Bunu yardıma muhtaç olma
durumuna son verme ve bireylerin sorumluluklarına ve sivil toplumun
inisiyatifine dönüş olarak sunuyorlar. Emek ve demokrasi mücadelelerinden
doğmuş, aidat ödeyen kesimlerin temsilcilerinin birlikte veya tek başına
yönettikleri dayanışma ve yardım kuramlarını, kolları dört bir yana yayılan
himayeci devletin aşırı armağanlarıymış gibi gösteriyorlar. Dahası, bu mitsel
devlete karşı mücadele ederken, tam da devlet temelli olmayan dayanışma
kurumlarına saldırılıyor. Bu kuramlar aynı zamanda başka niteliklerin
şekillendiği ve tatbik edildiği, hükümet seçkinlerininkilerden farklı bir ortak
gelecek ve müştereklik alanlanydılar. Bunun sonucu, bireylerin yaşamından ve
sağlığından doğrudan doğruya sorumlu olan devletin tahkim edilmesidir. Refah
devletinin kurumlarına karşı mücadele veren aynı devlet, kalıcı olarak bitkisel
hayatta olan bir kadının gıda borusunun yeniden bağlanması için harekete
geçiyor. Bu sözde refah devletinin tasfiyesi, devletin geri çekilmesi değildir.
Doğrudan devlet yönetimi ile kapitalist sigorta mantığı arasında, ikisinin
arasında yer alan kurum ve faaliyetlerin yeniden dağıtımıdır bu. Devlet yardımı
ile bireysel girişimler arasındaki basitleştirici karşıtlık, bu sürecin iki
politik sonucunu ve yol açtığı çatışmalan maskelemeye hizmet eder. Bu iki
politik sonuç, kâr mantığından kaçan toplumun maddi yaşam örgütlenmesi
biçimlerinin varlığı ve uzman hükümetin tekelinden kurtulan kolektif çıkarların
tartışıldığı mekânların varlığıdır. Bu sonuçların, 1995 sonbaharında Fransa’da
patlak veren grevlerde nasıl ortaya çıktığını biliyoruz. Greve giden meslek
gruplarının kendi çıkarlarının ve hükümetin bütçe hesaplarının ötesinde, fitili
yakılan “toplumsal” hareket, demokratik bir hareketti; çünkü temel politik
sorunu merkezine yerleştiriyordu: “Yetkisizler”in yeterliliği; herhangi bir
kişinin, bireyler ile topluluk arasındaki şimdi ve gelecekteki ilişkilerini değerlendirebilme
kapasitesi.
“Cumhuriyetçilerin”
siyasal olanla toplumsal olan arasındaki ayrımı
tekrarlayıp durmalarında olduğu gibi, ortak çıkarı ayrıcalıklı meslek
birliklerinin geriletici bencilliğine karşı çıkarma kampanyasının sönüp
gitmesinin nedeni de buydu. Politik bir hareket daima toplumsal ile politik
olanın sınırlarını ve bireysel ile kolektif arasındaki verili ayrımı
muğlaklaştıran bir harekettir. Oligarşi ve âlimleri, mekânlar ve vasıfların
dağılımını sabitleme teşebbüslerinde bunu yaşayıp dururlar. Lâkin, oligarşiyi
sıkıntıya sokan aynı zamanda demokratik mücadelenin önüne de engeller çıkartır.
Politik bir hareketin daima verili sınırları değiştiren, toplumun şu veya bu
noktasında yaşanan bir özel çıkar ihtilafından tamamen politik, evrenselci
parçayı çekip çıkaran bir hareket olduğunu söylemek, aynı zamanda onun daima
tekil mücadeleler içinde hapsolmak, özel grup çıkarlarını savunmaktan daha
fazlasını yapamamak tehdidiyle karşı karşıya olduğunu da söylemektir. Bu
sürekli veri, çatışmaların inisiyatifi oligarşinin elinde olunca ve oligarşi
bunu iki çehresiyle birden, egemen devlet ve “güçsüz” devlet çehreleriyle
yürüttüğünde, geçmişte dağınık mücadelelere bir ortak umut ufku veren tarihsel
gerekliliği şimdi kendi safına yerleştirdiğinde, daha da ağırlaşır. Şu veya bu
mücadelenin meşruiyetini iddia etmeye devam edilebilir, ama her defasında bu
meşruiyetin diğer mücadelelerin meşruiyetiyle ilişkisini kurmak, eylem ve anlam
yakınlıklarının demokratik alanını inşa etmek konularında zorluk yaşanır. Bir
kamu hizmetini, çalışma hayatıyla ilgili yasaları, işsizlik ödeneği sigortası
ya da emeklilik sistemini korumak için savaşanlar, bu mücadeleleri özel
çıkarlarının ötesine geçse bile, sınırlan ulusal uzama mahkûm bir kavga
vermekle ve devletten dışa kapanmayı talep ederken, bu devleti güçlendirmekle
hep suçlanacaklardır. Aksine, şu andan itibaren demokratik hareketin bu çerçevenin
ötesine taştığını ilan edip bu savunmacı mücadelelere karşı göçebe çokluğun
ulus aşırı niteliğini öne çıkaranlar, sonuçta devlet oligarşileriyle mali
oligarşilerin ittifakının güvence altına alındığı teritoryal dokunulmazlıkları olan mekânlar, devletlerarası kurumlar tesis edilmesi için uğraşırlar.
Hem oligarkların
ikilemi hem de demokrasinin güçlükleri, demokrasi karşıtı entelektüel öfkenin
tezahürlerini anlamamızı sağlar. Bu öfke, kendilerini bir aydın grubu olarak
ilan edenlerin var olduğu Fransa’da özellikle canlıdır. Bu grubun medyada sahip
olduğu yer, ona gün be gün hâkim kanaatin oluşumu için ve çağdaş olayların
yorumlanmasında, başka ülkelerde bilinmeyen bir güç verir. 1968 sonrasında,
ellerindeki entelektüel araçların anlamakta başarısız kaldıkları bir hareket
karşısında kanaat yöneten çevreler sarsılıp, toplumun karanlık derinliklerinde
ve zamanın şaşırtıcı yeniliğinde neler olduğunu yorumlayacak insanları
hararetli bir telaşla aramaya başladıklarında, bu gücün kendini nasıl gösterdiğini
biliyoruz.[4] Sosyalistlerin 1981’de
iktidara gelmesi, ele geçirilecek makam sayısının bazılarının hırsını tatmin
etmeye yetersiz kalması ve diğerlerinin de yöneticiler tarafından tezlerine
gösterilen ilginin somut önlemlere dönüşmemesine rağmen, bu yorumcuların
kamuoyunu şekillendirmekteki ağırlıklarını arttırdı. Bu grup, o günden beri,
hâkim kanaatin yönetimine dahil edilerek ve medyada aşırı varlık göstererek ama
yöneticilerin kararları üzerinde bir etkileri olmadan, hizmetleri karşılığı
onurlandırılarak, asil veya basit istekleri karşısında aşağılanarak, bu
pozisyonunu sıkı sıkıya koruyor.
Bunların bazıları bu tamamlayıcı işlevlerle yetiniyor. Kamuya sürekli
olarak ne olup bittiğini ve bunlar üzerine ne düşünülmesi gerektiğini
açıklamaya çağırırlarken, hâkim entelektüel uzlaşının oluşmasını bilimleriyle
destekliyorlar. Ne bilimlerini ne de ilerlemeci inançlarını reddetmek zorunda
kalmadıkları ölçüde, bunu çok daha rahat gerçekleştiriyorlar. Uzlaşının anahtar
düşüncesi, küresel ekonomik gelişmenin alışmamız gereken bir tarihsel
zorunluluğa dalalet ettiği ve bu zorunluluğu sadece arkaik çıkarların ve zamanı
geçmiş ideolojilerin temsilcilerinin reddedebileceğidir. Halbuki bu tarihsel
zorunluluk söz konusu isimlerin kanaatlerinin ve bilgilerinin de dayanağıdır.
Bu insanlar ilerlemeye inanır. Dünya sosyalist devrime gideceği varsayıldığı
zamanlarda tarihin hareketine iman ederlerdi. Bu hareket piyasanın küresel
zaferine götürdüğünden beri, ona iman etmeye devam ediyorlar. Eğer tarih
yanıldıysa, bu onların kabahati değildir. Sonuçta, istiflerini bozmadan,
geçmişte öğrendikleri dersleri bugünün koşullarına yeniden uyarlamaya
girişebilirler. Şeylerin hareketinin akılcı olduğunu, ilerlemenin ilerici
olduğunu ve sadece geçmişte kalanların ve zekâsı az gelişmiş olanların buna
karşı çıkacaklarını ispatlamaya çalışabilirler. Diğer yandan da, ilerlemenin
ileri yürüyüşünün geri kalmış olanları sürekli geçmişe doğru ittiğini ve
bunların da ileriye doğru yürüyüşü geciktirdiğini göstermeye çabalarlar.
Marksist tarihsel izahın bu temel ilkeleri “modernleşme”nin zorluklarına
mükemmel biçimde uyum sağlar. Bu ilkeler, 1995 sonbaharındaki grevler esnasında
entelektüel kanaatlerin geniş bir kesiminin Alain Juppé hükümetine destek
vermesine meşruiyet sağladı. O günden beri de, sürekli yeni arkaizmler
üretmekten geri kalmayan, kaçınılmaz modernleşmeyi geciktiren arkaik
ayrıcalıkları eleştirme işine yardımcılık yapmaya devam ediyorlar. Bu
eleştiriyi harekete geçiren hükümran kavram, popülizmdir ve Leninist cephanelikten ödünç alınmıştır. Depolitizasyona karşı tarihsel zorunluluk adına
yürütülen her mücadeleyi, nüfusun geri kalmış bir kesiminin veya miyadı dolmuş
bir ideolojinin tezahürü olarak yorumlanmasını mümkün kılar. Ne var ki, geri
kalmışlar var olmaya devam ettikçe, onların geriliğini açıklamak için
ilerlemelere ihtiyaç olacaktır. İlerlemeciler bu dayanışmayı hisseder ve bu
nedenle demokrasi karşıtlıkları yumuşar.
Diğerleriyse, bu konuma daha az uyum sağlarlar. İlerlemeci iman
onlara göre pek naiftir, uzlaşı da çok tozpembedir. Onlar da ilk derslerini
Marksizmden aldılar. Lâkin, onların Marksizmi tarihe ve üretici güçlerin
gelişimine imana dayanmıyordu. Teorik olarak, onların Marksizmi şeylerin öteki
yüzünü, ideolojinin üstü kazındığında altından çıkan yapının hakikatini ya da
demokrasi ve hukuk görünümü altındaki sömürünün gerçek yüzünü gözler önüne
seren bir eleştiridir. Pratik açıdan konuşursak bu, karşıt sınıfların veya
dünyaların, tarihiyi ikiye bölen bir kopuşun Marksizmidir. Marksizmin
beklentilerini yanıltmış olmasına, tarihin -kötü olan, durmadan devam eden bir
tarihin- hükümranlığını dayatmasına çok daha zor dayanırlar. Marksizm ve onun
Batı’daki son parlayışı olan ‘68 yıllarına yönelik heyecanları bir hınca
dönüşür. Buna rağmen, işaretlerin okunması, suçlama ve kopuştan oluşan üçlü
ilhamdan vazgeçmediler. Sadece suçlamanın hedefini kaydırdılar ve dönemsel
kopuş değiştirdiler. Bir anlamda eleştirdikleri hep aynı şey: Tüketimin
hükümranlığı metaların hükümranlığından başka bir şey midir? Sınırsızlık ilkesi
kapitalizmin ilkesi değil midir? Ne var ki hınç, sebep sonuç mantığını tersine
çevirerek, makineyi aksi yönde çalıştırır. Daha önceden bireysel davranışları
bir toplu tahakküm sistemi açıklardı. Nezih ruhlar, at yarışlarının ve elektrikli
ev eşyalarının cazibesine kendini kaptıran proleterle bir yandan hülyalarını
beslerken, diğer yandan onu sömüren sistemin baştan çıkarılmış mağduru olarak
ona acırlardı. Ne var ki, Marksist kopuş bu eleştirinin talep ettiğini
gerçekleştirmekte aciz kalınca, suçlama tersine döndü: Bireyler toplu tahakküm
sisteminin kurbanı değildir. Aksine bu sistemden onlar sorumludur. Tüketimin
“demokratik tiranlığı”nı onlar egemen kılar. Kapitalist birikim yasaları ve
bunların emrettiği meta üretimi ve dolaşımı türleri, bu metaları tüketenlerin
ve özellikle en az tüketme olanağına sahip olanların kötü alışkınlıklarının
sonucuna dönüşür. Demokratik insan bir aşırılıklar yaratığı, metaların, insan
haklarının ve televizyon gösterilerinin doymak bilmez bir tüketicisi olduğu
için, kapitalist kâr yasasının dünyaya hükmettiğini iddia ederler. Ne var ki
yeni peygamberler bu hükümranlıktan şikâyet etmezler. Ne de finansal
oligarşilerden ya da devlet oligarşilerinden şikâyetçidirler. Şikâyet ettikleri
ilk şey bunları eleştirenler, suçlayanlardır. Bunun nedeni kolayca
anlaşılabilir: Ekonomik sistemi ya da devlet sistemini suçlamak, bunların
dönüşümü talep etmektir. Ne var ki, bu dönüşüm talebini, ekonomik sistemin veya
devlet sisteminin iştahlarını doyurmaya yetecek kadar vermediği için sitem eden
demokratik insandan başka kim talep edebilir? O halde mantık silsilesini sonuna
kadar götürmek gerekiyor. Sistemin kötülükleri, bu sistemin hayatlarını
düzenlediği bireylerin kötülükleri olduğu gibi, en büyük suçlular, kötülüğün
örnek temsilcileri de bu sistemi değiştirmek isteyenler, sistemin değişebileceği
yanılsamasını yayanlardır. Kötülüklerini, sefahatlerini çok daha ileriye
götürmek için bunu yaparlar. Özellikle doymak bilmez biri olan demokratik
tüketici, devlet ve finans oligarşilerinin egemenliğine karşıdır. Burada, Mayıs
68’in yeniden yorumlanmasının büyük iddiası, tarihçilerle sosyologlar
tarafından sürekli tekrarlanan ve çok satan romancılar tarafından uzun uzadıya
anlatılan iddia karşımıza çıkar: Mayıs 68 hareketi, cinsel
özgürlüğe ve yeni yaşam tarzlarına susamış bir gençlik hareketinden başka
bir şey değildir. Gençlik ve özgürlük arzusu, tanımı gereği, ne ne
istediklerini ne de ne yaptıklarını bildiği için, ilan ettiğinin tersini yaptı
ama peşinde koştuğunun hakikatini üretti: Bu hakikat, kapitalizmin yenilenmesi
ve piyasanın sınırsız egemenliğine karşı direnen aile, eğitim ve diğer
kuramların yok edilmesi, piyasanın hep daha derin biçimde bireylerin kalplerine
ve bellerine nüfuz etmesi demekti.
Politika
bütünüyle unutulunca, “demokrasi” sözcüğü, hem
kimsenin artık adıyla çağırmak istemediği bir tahakküm sisteminin edeb-i
kelamı, hem de bu silinen sözcüğün yerini alan şeytani bir ad oldu. Söz konusu
tahakküm sistemine maruz kalanla bunu eleştirip teşhir eden bireyin birbirine
karıştığı bir karma özne çıkar karşımıza. Bu polemik demokratik insanın robot
resmini karmaşık çizgileri içinde çizer bize. Patlamış mısır, reality-shovv, güvenli seks, sosyal
güvenlik, farklılık hakkı, anti-kapitalist ve alternatif küreselleşme
yanılsaması budalası genç tüketicidir bu. Ellerindeki bu robot portre sayesinde
eleştiriciler ihtiyaçları olan ve dermanı olmayan bir kötülüğün mutlak
suçlusunu bulurlar. Küçük değil, devasa bir suçlu. Yalnızca piyasanın
imparatorluğuna yol açmayan, ki bunu eleştirenler buna uyum sağlamakta hiç
zorluk çekmezler, aynı zamanda uygarlığın ve insanlığın yıkımına da yol açan
bir suçlu.
Böylece, meta
reklamcılığının yeni biçimleriyle metanın yasalarına karşı çıkanların
gösterilerini, “farklara saygı”nın yetersiz kalmasıyla ırkçı nefretin yeni
biçimlerini, dini bağnazlıkla kutsalın yitirilmesini birbirine karıştıran
bedduacıların hükümranlığı yerleşir. İnsanlığı yıkıma sürükleyen demokratik
insanın malum görünümlerinden biri olmaktan paçasını kurtarabilen hiçbir şey
yoktur. Bu bedduacılar, bu yıkım karşısında hayıflanırlar ama hayıflanacak bir
durum olmasaydı buna çok daha fazla hayıflanırlardı. Bu uğursuz bireyin,
aydınlanma uygarlığını mezara sürükleyip onun ölüm sürecini tamamlattığı;
cemaatçi ama cemaatsiz olduğu; aile değerlerinin ve bunları çiğnemenin
anlamını, kutsal ve günah kavramlarım yitirdiği, eşzamanlı olarak gösterilir.
Ders çıkarılacak eski temalar cehennemin ve küfrün boğucu renklerine boyanır:
İnsan Tanrısız yapamaz; özgürlük sefahat değildir; barış karakterleri
yumuşatır, zayıf düşürür; adalet arzusu teröre götürür. Bazıları Sade adına
Hıristiyan değerlerine sahip çıkar. Başkaları Amerikan evanjelistlerinin
tavırlarını punk bir tarzda savunmak için Nietzsche’yle Léon Bloy ve Guy
Debord’u evlendirir. Céline’e tapanlar, anti-semitizm avcılığında en ön safta
yer alırlar ama anti-semitizmden anladıkları sadece kendileri gibi
düşünmeyenlerdir.
Bazı bedduacılar, küçük hazlara aç küçük adamın ve küçük kadının
“düşünceye karşı işledikleri günlük suçlar’’[5] nakaratını koro halinde her gün tekrarlayarak, kazanılan
evcilleştirilemez yalnızlıklarının ve acı bir tadı olan aklı başındalıklarının
ünüyle yetiniyor. Ötekiler içinse bu günahlar, demokrasinin hesabına yazılacak
küçük günahlardır. Ona mal edebilecekleri gerçek suçlara ya da yegâne bir suça,
mutlak bir suça ihtiyaçları vardır. Tarihin akışında gerçek bir kopuşa, yani
gene bir tarih anlatısına, kopuşla gerçekleşecek bir modernlik yazgısına
gereksinim duyarlar. Îşte, Sovyet sistemi çöküşü sırasında, Avrupa
Yahudilerinin kökünün kazınmasının tarihi ikiye bölen bir olay olarak toplumsal
devrimin yerini alan bir konuma gelmesinin nedeni budur. Ne var ki, bu yeri
alabilmesi için suçun gerçek müelliflerinin üstlerinden sorumluluğu kaldırmak
gerekir. Paradoks gerçekte buradadır: Avrupa Yahudilerinin yok edilmelerini modern tarihin merkezî olayı yapmak isteyen birisi için, Nazi ideolojisi uygun bir gerekçe
değildir. Çünkü Nazi ideolojisi, Aydınlanmacıların akılcılık, insan hakları,
demokrasi veya sosyalizm gibi o zamanlar tarihin modern hareketi olarak
görünenlere karşı çıkan tepkici bir ideolojidir. Emest Nolte’nin Nazi
soykırımını, kendisi de demokratik felaketin mirasçısı olan Gulag soykınmına
karşı koruyucu bir tepki yapan savı sorunu çözmez. Bedduacılar dört terimi
doğrudan birbirine bağlamaya çalışırlar: Nazizm, demokrasi, modernlik ve
soykırım. Ne var ki, Nazizmi demokrasinin doğrudan gerçekleşmesi haline
getirmek, “Protestan bireyciliği”ni demokrasinin ve böylelikle de totaliter
terörizmin esas nedeni olarak gören eski karşı devrimci savlar aracılığıyla
yapıldığında bile tehlikeli olabilecek bir tanıtlamadır. Gaz odalarını da,
Heidegger’in modernliğin ölümcül kaderi olarak gördüğü tekniğin özünün
somutlaşması haline getirmek, Heidegger’i “iyi” tarafa koymaya yeterli olur ama
sorunu çözmek için yetersiz kalır: Arkaik fanatizmlere hizmet etmek için modern ve akılcı araçlar kullanılabilir. Bu akıl yürütmenin çalışabilmesi için radikal
bir çözüm bulmak gerekir. Bu çözüm, parçaların birbirine eklemlenmesini
engelleyen terimi, kısaca Nazizmi ortadan kaldırmaktır. Bu sürecin sonucunda Nazizm,
demokratik insanlığı en yakın düşmanından, nesep yasasına sadık kalan halktan
kurtulmasını sağlayarak, onun hayalini gerçekleştiren görülmez ele dönüşür. Bu
hayal, cinsiyetsizleştirilmiş bir insanlığın hizmetindeki suni döllenmedir.
Embriyolar üzerine yürütülen güncel araştırmalardan geriye dönülüp Yahudilerin
kökünün kazınmasının nedeni çıkarılır. Bu yok edişten, demokrasi adıyla
ilişkili ne varsa bunların tek ve aynı cürümün sonsuz devamı olduğu sonucuna
vanlır.
Demokrasiyi insanlığa karşı bitmek tükenmek bilmez bir suç olarak kınamanın çok
yaygın bir sonucu olmadığı doğrudur. Yeniden keşfedilmiş aşkınlığın gölgesinde
seçkinlerin yönetimini eski haline getirme hayali kuranlar, “demokrasilerde
süregiden duruma razı olurlar. Bu duruma itiraz eden “küçük insanlar”ı hedef
tahtasının ortasına yerleştirdikleri için, dekadansa karşı okuduktan lanetler
sonunda ilericilerin azarlarına ilave olur ve, tıpkı Platon’un demokratik kentinin
sokaklarını eşekler ve atların tıkadığı gibi, ilerleme yoluna taş koyan bu
küçük insanların ayak sürümeleriyle mücadele etmeye çalışan yönetici
oligarklara destek olurlar. Aralarındaki uyuşmazlıklar ne kadar radikal olmaya
çalışsa da, söylemleri ne kadar kıyamet tellallığı yapsa da, bedduacılar
uzlaşma düzeninin mantığına ayak uydurmak zorundadır. Bu mantık, demokrasi
gösterenini, bir devlet düzeni türünü, bir toplum yaşam biçimini, bir var olma
biçimleri bütününü ve bir değerler sistemini tek bir bütünde toplayan, belirsiz
bir kavram haline getirir. Resmi söylemin beslendiği muğlaklığı aşırı son
noktasına götürmek, demokratik medeniyet adına evanjelist plütokrasinin askerî
kampanyalarını desteklemek ve bir yandan da bu evanjelist plütokrasiyle
birlikte medeniyetin demokratik çürümesini teşhir etmek pahasına bunu yapar.
Günümüz entelektüellerinin demokrasi karşıtı söylemi, hem devlet oligarşisinin
hem iktisadi oligarşinin gerçekleştirmek için uğraştıkları, demokrasinin
uzlaşma içinde unutulmasına nihai katkıyı sağlar.
O halde, yeni demokrasi nefreti, bir
anlamda, bu terimi etkileyen kafa karışıklığı
biçimlerinden yalnızca birisidir. “Demokrasi” sözcüğünü, kamusal yaşamın
sorunlarını siyasetsizleştiren ve bunları “toplumsal olaylar”a dönüştüren, aynı
zamanda toplumu yapılandıran tahakküm biçimlerini yadsıyan bir ideolojik
operatör haline getirerek, uzlaşmacı kafa karışıklığını ikiye katlar. Yeni
demokrasi nefreti, demokrasiyi bir toplum biçimiyle özdeşleştirerek, devlet
oligarşilerinin tahakkümünü perdeler ve iktisadi
oligarşilerin imparatorluğunu “demokratik bireyler”in iştahlarıyla sadece
özdeşleştirerek, ekonomik oligarşilerin tahakkümünü gizler. Böylelikle, bütün
ciddiyeti içinde, eşitsizliklerin artışını “koşulların eşitliği”nin uğursuz ve
geri dönüşsüz zaferine mal edebilir ve oligarşik girişime ideolojik onur
konusunu sunar: Demokrasiye karşı mücadele etmek gerekir, çünkü demokrasi
totalitarizmdir.
Ne var ki kafa
karışıklığı yalnızca sözcüklerin gayrimeşru kullanımı değildir.
Bunları doğru biçimde kullanmak durumu düzeltmez. Eğer sözcükler şeyleri
bulanıklaştırmaya hizmet ediyorsa, bunun nedeni sözcükler üzerine verilen
mücadelenin şeyler üzerine verilen mücadeleden ayrılamaz olmasındandır.
Demokrasi sözcüğü, toplum türlerini ve yönetim biçimlerini tasnif edecek nesnel
bir ölçüt bulmakla uğraşan birkaç bilgin tarafından yaratılmadı. Demokrasi,
aksine, “ayırt edilemez” şeyleri anlatmak, bir araya gelmiş eşit insanların
gücünün şekilsiz ve gürültücü bir kalabalığın kafa karışıklığından başka bir
şey olmadığım göstermek için icat edilmiş bir terimdir. Kaosun doğa düzenindeki
yeri neyse, sözü edilen kalabalığın gücünün de toplumsal düzendeki yeri
aynıdır. Demokrasinin ne anlama geldiğini anlamak, bu sözcüğün içindeki
mücadelenin sesini duymak demektir. Ona atfedilebilecek öfkenin ve hakir
görmenin ses tonlarını değil sadece; çok daha derinlerden gelen, sözcüğün izin
verdiği veya sözcük nezdinde kendi kendimize bunu yapma izni verdiğimiz,
anlamın tersine çevrilmesi veya kaymasını anlamak demektir bu. Giderek artan
eşitsizlik tezahürlerinin ortasında, entelektüellerimiz eşitliğin neden olduğu
yıkıma karşı öfkelendiklerinde, hiç de yeni olmayan bir göz boyamaya
başvuruyorlar. 19. yüzyıldan beri varolan, ister belli bir vergi verenlerin
seçmen olabildiği monarşi döneminde ister otoriter imparatorluk döneminde
olsun, sayılan iki yüzbin kişiyle sınırlanmış veya bireysel ve kamusal özgürlüklerin hepsini
kısıtlayan yasa ve kararnamelere tabi olan yasal bir Fransa’nın seçkinleri, toplumu
silip süpürecek “demokratik taşkın”dan ciddi endişe duyarlardı. Kamusal yaşamdan
men edilen demokrasinin, ucuz kumaşlarda, toplu taşımada, kürekçilikte, açık
havada yapılan resimlerde, genç kadınların yeni davranışlarında ve yazarların
yeni ifadelerinde zafer kazandığını görüyorlardı.[6] Bu konuda da yenilikçi değillerdi. Hem katı bir yönetim biçimi
hem de gevşek bir toplum biçimi olarak demokrasi İkilisi, Platon’la birlikte
aklileştirilen demokrasi nefretinin özgün halidir.
Bu aklileştirme, daha önce gördük,
aristokratik öfkenin basit bir ifadesi değildir. Bir anarşiden ya da saygısız
çocukların veya inatçı eşeklerin sokakları tıkamasından daha ürkütücü bir
farksızlaşmayı, belirsizleşmeyi savuşturmayı sağlar. Yönetenle yönetilen
arasındaki birincil belirsizlik, en iyilerin ya da iyi ailelerde doğanların
doğal iktidarının besbelliliği tel tel döküldüğünde ortaya çıkar. Bir araya
gelmiş insanların siyasal yönetimi için, bir unvanı olmamak dışında özel bir
unvana gerek olmamasının yarattığı belirsizliktir bu. Demokrasi, her şeyden
önce, politikanın bu paradoksal konumudur. Her meşruiyetin kendi nihai
meşruiyet eksikliğiyle, eşitliksiz olumsallığını destekleyen eşitlikçi
olumsallıkla yüzleştiği noktadır.
Demokrasinin nefreti sürekli kışkırtmasının nedeni budur. Gene bu nedenle bu nefret, Platon’un
çağında eşeklere ve atlara gülenlerin tonu veya yorgun düşmüş Fransız Beşinci
Cumhuriyeti zamanında Loft Story’nin bölümlerine
ve Benetton kampanyalarına yönelen öfkeli küçümsemeler gibi, hep kılık
değiştirmiş olarak ortaya çıkar. Bu eğlenceli veya diş gıcırdatan maskelerin arkasında,
öfkenin çok daha ciddi bir konusu vardır. Eşitsizliğin kendisinin kabul
edilemez eşitlikçi konumunu hedef alır. Öyleyse, demokrasinin düşmanının
olmadığı bir durumdan endişe duyulması gerektiği nutkunu atan profesyonel veya
amatör sosyologların içlerini rahatlatabiliriz.[7] Demokrasi, böylesi bir rahatlığın yarattığı kaygıyı göğüslemeye
hazır değildir. “Herkesin ve hiç kimsenin yönetimi”, insanları yönetmek için
bir unvan, -doğum, zenginlik ya da bilgi- gösterebilenlerin tümünün bitmez
tükenmez nefretinin nesnesi olmaya mahkûmdur. Günümüzde demokrasi şimdiye değin
hiç olmadığı kadar radikal biçimde böyle bir nefret nesnesidir; çünkü
zenginliğin toplumsal iktidarı kendi sınırsız büyümesi önündeki hiçbir engeli
artık hoş görmüyor ve bu iktidarın içgücü, devlet eylemlerinin içgücüne her
geçen gün daha yakından eklemleniyor. Şu sözümona Avrupa Anayasası tersinden
bunu kanıtlar: İndirgenemez “halk iktidarı”nı oligarşik anayasalar içine
kaydetme amaçlı bilgiç hukuki yapıların zamanı değil artık. Bu siyasa ve siyaset bilimi figürü arkamızda kaldı. Devlet iktidarı ve
zenginliğin gücü, eğilimsel olarak, para ve nüfus hareketlerinin biricik
uzmanlığında bir araya geliyor. İkisi birlikte politikanın alanını daraltmaya
çabalıyor. Lâkin bu alanlan daraltmak, politik olanın kabul edilemez ve
vazgeçilemez temelinin “herkesin ve hiç kimsenin yönetimi” içinde olduğunu
unutturmak, başka bir savaş alanı açmak, doğum ve nesep güçlerinin yeni ve daha
radikalleşmiş bir figür altında yeniden ortaya çıkmalarına şahit olmak demektir.
Eski monarşilerin ve aristokratların gücü değil, Tanrı’nın halklarının gücüdür
bu. Bu güç, oligarşik hukuk devletleriyle özdeşleştirilen bir demokrasiye karşı
İslamcı radikalizm tarafından uygulanan terörde
kendini tüm çıplaklığı içinde ortaya çıkarabilir. Amerikalı evanjelistlerin, İncil’in
emirlerine uyan ve mülklerini korumak için silahlanan aile babalarının
özgürlüğüyle özdeşleştirdiği bir demokrasi adına, bu teröre karşı savaş açan
oligarşik devleti destekleyebilir. Fransa’da ise, demokratik sapkınlığa karşı,
bir nesep ilkesinin kurtarılması olarak kendini ifade edebilir. Bu nesep
ilkesini bazıları belirsiz genelliği içinde bırakırken, başkaları ise,
tekellüfsüz, Musa’nın Tanrı’nın kelamından bildirdiği halkın yasasıyla
özdeşleştirir.
Demokrasinin Kur’an adına yıkımı; On Emir’in hayata geçirilmesiyle özdeşleştirilen
demokrasinin savaşçı yayılışı; ilahi çobanın ölümüyle özdeşleştirilen
demokrasiden nefret etmek... Tüm bu çağdaş figürlerin en azından bir meziyeti
var. Demokrasiye karşı veya onun adına sergiledikleri nefret ve demokrasi
kavramını tabi kıldıkları birleşimler vasıtasıyla, bu figürlerin hepsi bizi
demokrasiye özgü olan o tekil gücü yeniden keşfetmeye mecbur bırakıyor.
Demokrasi, ne oligarşiye halk adına hükmetme imkânı veren yönetim biçimidir ne
de metanın gücünün düzenlediği toplum biçimidir. Demokrasi, oligarşik
iktidarların elinden kamusal yaşam üzerindeki tekeli, zenginliğin iktidarının
elinden yaşamlar üzerindeki mutlak gücü sürekli geri alma eylemidir. Bu
iktidarların bir ve aynı tahakküm yasasında birbirine karışmasına karşı,
şimdiye dek hiç olmadığı kadar günümüzde bir mücadele gücüdür. Demokrasinin
tekilliğini yeniden keşfetmek, aynı zamanda demokrasinin yalnızlığının
bilincine varmak demektir. Uzun bir dönem, öğeleri günümüz toplumunun içinde
biçimlenecek bir yeni toplum fikriyle demokratik gereğin üstü kaplandı veya
böyle desteklendi. “Sosyalizm”in ifade ettiği buydu: Üretimin ve değişimin
kapitalist biçimlerinin eşitlikçi bir topluma ve onun dünya çapında genişlemesine
uygun maddi koşulları oluşturduğuna dair bir tarih tasavvuru. Bu
tasavvur, bugün bile bir komünizm ya da çokluğun demokrasisi umudunu diri
tutuyor. Bu tasavvura göre, kapitalist üretimin gayri maddi biçimleri ve
bunların iletişim evreni içinde yoğunlaşması, hemen bugünden itibaren yeni tür
bir göçebe “üreticiler” nüfusu oluşturuyordur. Kolektif zekâyı, imparatorluğun
engellerini havaya uçurmaya uygun bir kolektif düşünce, duygu ve vücut hareketlerini
biçimlendiriyorlardır.[8] Halbuki
demokrasinin manasını kavramak, bu imandan vazgeçmek demektir. Bir tahakküm
sistemi tarafından üretilen kolektif zekâ ancak bu sistemin zekâsı olabilir.
Eşitsiz toplum, böğründe hiçbir eşit toplum taşımaz. Eşitlikçi toplum, yalnızca
tekil ve süreklilik güvencesi olmayan edimler vasıtasıyla, şimdi ve burada izi
güdülen, eşitlikçi ilişkilerin bütünüdür. Zenginliğin gücüyle ve bugün
zenginliği hem destekleyen hem de ona meydan okuyan nesep gücüyle olan
ilişkisinde, demokrasi çıplaktır. Demokrasi, şeylerin doğasına hiçbir şekilde dayanmadığı
gibi, herhangi kurumsal bir biçimin de garantisi altında değildir. Hiçbir
tarihsel zorunluluktan doğmadığı gibi, bünyesinde herhangi tarihsel bir
zorunluluğu da barındırmaz. Demokrasi, sadece kendi edimlerinin süreklilik ve
sebatına emanet edilmiştir. Bu durum, düşüncenin kesin yetkililiğini uygulamaya
alışanlarda korku, hatta nefret uyandırabilir. Ama zekânın eşit gücünü herkesle
ve herhangi biriyle paylaşmaya hazır olanlaraysa, tersine, cesaret, dolayısıyla
neşe verebilir.
Jacques
Ranciére – Demokrasi Nefreti
s.79-105
Dipnotlar
[1] Raymond
Aron, Démocratie et totalitarisme,
Gallimard, 1965, s. 134. [Türkçesi: Demokrasi
ve Totalitarizm, çev. Vahdi
Hatay, Kadim, Ankara, 2011.]
(i)
Ecole nationale d’admistration, kısaca ENA,
bir kamu yönetimi yüksek okuludur ve Fransa’da üniversite sistemi dışındaki
önde gelen yüksek eğitim kurumlarının ortak adı olan Grande Ecole’lerden
biridir. ENA mezunları genellikle
hükümetlerde bakan olarak önemli bir çoğunluğu oluşturur ve kamu hizmetinin üst
kademelerinde yer alanların çok büyük bir kısmı ENA veya başka bir Grandes
Ecoles mezunudur - ç.n.
(ii)
Fransa’da Avrupa Birliği Anayasası’nın oylandığı
referandum 29 Mayıs 2005 tarihinde yapıldı. Katılımın %69 oranında olduğu
referandumda, seçmenlerin %55’i “hayır” oyu kullandı - ç.n.
[2] “Liberalizm”
sözcüğünün kendisi bugün her türden kafa karışıklığına katkıda
bulunmaktadır. Avrupa solu, tabu olan kapitalizm sözcüğünden kaçmak için bu
sözcüğü kullanıyor. Avrupa sağıysa serbest piyasa ve demokrasinin el ele
yürüdüğü bir dünya tasarımını anlatmak için kullanıyor. Liberal sözcüğünün din, aile ve
toplumu yıkan solcu manasına geldiği Amerikan evanjelist sağı, bu ikisinin
farklı şeyler olduğunu neyse ki bize hatırlatıyor. Serbest rekabet piyasasında
ve Amerikan borcunu finanse etmede “komünist” Çin’in sahip olmaya başladığı
ağırlık, özgürlüğün avantajlarıyla ve özgürlüğün olmamasının avantajlarını
faydalı bir biçimde bir araya getirerek, bunu başka bir biçimde kanıtlıyor
(iii) Fransızcada en trompe-Voeiî
göz aldanması anlamına gelir. Ne var ki, yazar burada daha ziyade sanat tekniği
olan haline gönderme yapıyor. Bir dönem Avrupa resminde sıkça kullanılan bu
teknik, iki boyutlu bir görüntünün içinde üç boyutluluk yanılsaması yaratmak
için kullanılıyor. Bu teknikle üretilen resimlerde genellikle çerçeve olarak
bir pencere ya da kapı kullanılır ve kapının/pencerenin içinde üç boyutlu gibi
görünen başka bir görüntü vardır - ç. n.
[3] Bkz. Linda Weiss, The Myth of Powerless State: Governing the
Economy in a Global Era, Ithaca, Polity Press, 1998.
[4] Bu figürün ortaya çıkışı ve evrenselin yanı sıra ezilenlerin sözcüsü olan geleneksel
entelektüel figürüyle bağlantılı olarak bu figürün yeniliği hakkında bkz. D. ve
J. Rancière, “La Légende des intellectuels”, J. Rancière, Les Scènes de peuple içerisinde, Horlieu,
2003.
[5] Maurice Dantec, Le Théâtre des opérations: journal
métaphysique et polémique 1999 ve Laboratoire de catastrophe générale,
journal métaphysique et polémique 200-2001, Gallimard, 2003,
s. 195.
[6] Bu
temalara ilişkin iyi bir antoloji için bkz. Hippolyte Adolphe Taine, Vie et opinions de Frédéric Thomas Graindorge,
Hachette, 1867. “Edebiyatta demokrasi” için bkz. Armand de Pontmartin’in Nouvelles Causeries du samedïdtkï
(Michel Very, 1860) Madame Bovary
eleştirisi.
[7] Krç.
Ulrich Beck, Democracy Without Enemies,
çev. Mark Ritter, Polity, 1998 ve Pascal Bruckner, La Mélancolie démocratique: comment vivre sans ennemis?,
Seuil, 1992.
[8] Bkz.
Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire,
Harvard University Press, 2001 ve Multitude:
War and Democracy in the Age of Empire, Penguin, 2004 [Türkçesi: İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı, İstanbul, 2001 ve Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi,
çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı, İstanbul, 20041.
[Kitap içinde çevirmene ait açıklamalar * ile gösterilmiştir. / Potlaç]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder