Radikal teorik perspektifler bolluğu içinde yeni bir paradigma yavaş yavaş hegemonik bir hal alıyor. Teorisyenler, politik teoriye klasik Marksist, spekülatif ve analitik yaklaşımların açmazlarından bir çıkış yolu bulmak adına, Jacques Lacan’ın çalışmalarından etkilenerek gittikçe “kurucu eksiklik” kavramına doğru dönüyorlar. Ernesto Laclau ve Slavoj Žižek gibi rakiplerin tartışmalarının altında, politik teorinin parametreleri konusunda bir amaç birliği bulunuyor. Žižek, Laclau, Chantal Mouffe, Yannis Stavrakakis, David Howarth, Renata Salecl, Jason Glynos, Aletta Norval ve Saul Newman gibi yazarların çalışmalarının karşısında çağdaş politik düşün ile/içinde ayrıksı bir geleneğin sınırlarını çizen temel motif ve iddialar söz konusu. “Kurucu eksiklik” fikri, ontolojik bir iddia şeklinde yapılanmış olarak, bu teoriler içinde aynı zamanda normatif bir kavram olarak da işler ve normatif iddialar bulmak için kullanılır. Alenka Zupančič ’in en ünlü eseri Ethics of the Real (Gerçeğin Etiği), tüm bu yazarların genel görüntüsünü özetler.
Bu etkili perspektifin ortaya koyduğu meydan okuma görmezden gelinemeyecek kadar önem taşıyor. Paradigmatik yapısı –savunucularını tek bir düşünme ve tartışma tarzında birleştiren paylaşılan, çoğu zaman bilinçsiz ve düşünülmemiş varsayımlar– radikal teori içinde (görünürde) baskın eğilim haline dönüşüyor. Gittikçe sayısı artan okumaya sunulmuş ya da basılmış metinlere neden oluyor; araştırmacılar ve mezunlar arasında gittikçe destek görüyor. Bu perspektif, neredeyse görünmez bir biçimde, teorik edebiyatta etkisini sadece ikinci seviyeye, belki de analitik/Rawlscu gelenek seviyesine çıkaracak kadar önem arz eden bir zemin kazandı. Bu, kısmen radikal iddialarından kaynaklanıyor. Fakat politik etkileri “radikal” teoriyi felçe uğrattığı için ona karşı koymak büyük önem taşıyor. Bu görüş, her türlü politika için oldukça zayıf bir zemin oluşturduğu gibi, radikal ve dönüştürücü düşünceler için de hiçbir temel teşkil etmiyor. Bu, kısaca, verdiği sözleri tutmayan bir vekâleten radikalizm, teorik bir plasebo*.
Bu yazı, söz konusu paradigmayı, ona temel teşkil eden kavramı eleştirerek inceliyor. Laclau gibi klasik politik teorinin “özcülüğünden” kurtuldukları iddiasında olan yazarların aksine, “kurucu eksiklik” fikrinin mit ve özcülüğü politik teoriye geri soktuğunu açımlayacağım. Lacancı politik teorinin “radikal” ve “özcülük-karşıtı” olduğu konusundaki iddialarını karşılayamadığını ve temel argümanlarının analitik anlamda kusurlu olduğunu göstermeye çalışacağım. Yalnız ilk önce bu yeni teorik paradigmanın parametrelerini ana hatlarıyla ortaya koyacağım.**
Yeni bir paradigma: Politik teoride eksiklik kavramı
“Kurucu eksiklik” kavramı birkaç teori içinde ve birkaç başlık altında ortaya çıkar (örn.: Gerçek, Şey, antagonizm ve politik olan). İlk olarak, burada tartışılan yazarların aşırı övgülerinin odağı olan Jacques Lacan’ın çalışmalarında, ontolojik bir kavram olarak ortaya çıktı. Lacan’da (ve Althusser’de) toplumsalolanın kökenindeki eksikliği kabul eden veya bağrına basan bir buyruk (imperative) zaten bulunmakta. Lacan, etik sorusunun “Gerçek ile ilişkideki insanın bulunduğu noktanın bakış açısıyla dile getirilmesi gerektiğini” söyler. Yazımızın ilgilendiği anlamda politikleşmiş Lacancılık için bir başlangıç noktası sağlayan, söz konusu buyruktur.
Lacancı teorinin temel iddiası, –bireysel ya da sosyal– kimliğin eksiklik üstüne kurulu olduğudur. Dolayısıyla toplumsal ilişkiler, indirgenemez biçimde antagonizm, çatışma, fikir ayrılığı ve dışlama ile ilgilenir. Örneğin Chantal Mouffe, toplumsal hayatta çatışmanın öncelikli gerçekliğini yazarken, Slavoj Žižek “simgeleştirmeye direnen travmatik Gerçek’e göre konumlanmış bir etik” görür. ‘Eksiklik’ (“kastrasyon”) orijinaldir; zevk kendisini “çalıntı” olarak yapılandırır. Stavrakakis’e göre, Gerçek, ‘insan deneyiminin doğasında vardır’ ve ‘yazılmamaktan vazgeçmez’. Bu yüzden toplumsal yaşamın birincil unsuru, herhangi bir toplumsal ‘bütün’ün ortaya çıkmasını engelleyen bir olumsuzluktur. Mouffe’un kelimeleriyle, ‘toplum, çatışma ve antagonizmi sahne arkasına saklayan bir illüzyondur’; antagonizmin ‘acı gerçeğini’, ‘koruyucu bir perdenin’ ardına koyar. Newman’a göre, ‘toplum, çatışma ve antogonizmi sahne arkasına saklayan bir illüzyon’ iken, ‘savaş, gerçekliktir’. Stavrakakis için, ‘kişisel travma, toplumsal kriz ve politik anlamda kopuş, insan deneyiminin değişmez özellikleridir’. Bu tip iddiaların politik anlamda bazı sonuçları söz konusudur çünkü bu iddialar, esas olumsuzluğun, yöneldiği herhangi bir alanda (“reformist” ya da “devrimci”, fark etmez) tatmin edici gelişmelere ulaşma olasılığını eler. Antagonizm boyutu, sonuç olarak, ‘kökü kazılamaz bir şeydir’.
Lacancı politik teori, Marksist devrim ve müzakereye dayalı demokrasi gibi farklı biçimlerde bulunabilecek antagonizmin üstesinden gelme buyruğu dışında, merkezi politik buyruk olarak, antagonizmin temel karakterinin ve altında yatan eksikliğin “kabul edilmesi” arzusunu koyar. Birçok yazar, buna ulaşmanın yolları konusunda görüş ayrılığında olsalar da, arzulanabilirliği karşısında fikir birliği içindedirler. Böylelikle Lacancı teori, çatışma ve antagonizm yaratmak için etiksel bir sadakat gerektirir. Bu etik, genellikle kendini ontolojiye çıkan dolambaçlı bir yolla açımlar: etik buyruk, eksikliğin önce geldiği gerçeğini ‘kabul etmek’ ya da ‘kavramak’tır ve buna karşı çıkanlara yöneltilen suçlama da, onların bir tür yanılgıya düştükleridir (yanılsama, aldanma, körlük, kabul etme konusunda başarısızlık, vb.). Bununla birlikte, kimi zamanlar, kişi, kendi içlerinde neredeyse iyi olan doğrudan bir etiksel dışlama ya da çatışma savunması bulur.
Bir örnek ele almak gerekirse, Chantal Mouffe, yapısökümcü etiği, ‘“politik olanı” antagonistik boyutunda kabul edememek’ ile eleştirir; ötekilerle kurulacak diyaloğun politikasında ‘eksik olan şey’, ‘politika alanını karakterize eden’ ve ‘güç ya da şiddet unsuru’ gerektiren bir “karar” anının derinlemesine düşünülmesidir’. Mouffe, görünürde eksik olan bu politikaya, toplumsalın ‘doğasını’ ‘derinlemesine düşünmek’ konusunda bir zorunluluk ekler. Kişi, ‘toplumsalın sınırlarının gerçek doğasını ve bunların zorunlu kıldığı dışlama biçimlerini rasyonellik ve ahlâk perdesinin altına gizlemeye çalışmaktan ziyade, kavramaya yönelen’ bir politika arayışında olmalıdır. Antagonizmi kabullenme başarısızlığı, ‘tehlikeli bir liberal yanılsama’ ve ‘gerçekten kaçmak’tır. O halde Mouffe, toplumsal anlamda dışlamayı bir gereklilik olarak kabul eder ve çatışmayı (kurumsallaştırmak ya da uygarlaştırmak yerine) çözmeye yönelik herhangi bir girişime karşı çıkar. Dost/düşman safları gereklidir; ontolojik ve kökü kazılamaz olan düşmanca duygular, zapt edilebilse de asla yok edilemez. Pratikte, bu doğrudan çatışma ve antagonizmi onaylamak anlamına gelir. Mouffe metnin başka kısımlarında, antagonizmin etiğini kendi doğrusu içinde değerli olarak niteleyerek daha doğrudan bir biçimde açımlar. Dolayısıyla eşitlik ve özgürlük ‘asla ... barışmaz’; fakat bu, Mouffe için tam da ‘liberal demokrasinin değerini’ oluşturan şeydir. O, bölünmeyi de ‘ideal’ ve ‘acil bir ihtiyaç’ olarak niteler. Başka bir tabirle, olumsuzluk ve çatışmaya olumlu bir değer verilmiştir çünkü toplumsal yaşamın özü olarak görülen şeyi temsil ederler: kurucu eksiklik. Aynı görüşün, Lacancı paradigmayı kullanan başka yazarların metinlerinde de ifade edildiği görülür. Ernesto Laclau, örneğin, ‘reformun şiddetsiz bir biçimde vuku bulduğu bir dünya, benim yaşamak isteyeceğim bir dünya olmazdı’ der. Laclau, ayrıca ‘imkânsızlığın simgeleştirilmesini, olumlu değer gibi’ görmek ister.
Žižek’in anti-kapitalizmi, ona solcu çevrelerden arkadaşlar kazandırdı fakat onun karşı çıktığı kapitalizm, klasik Marksist kapitalizm eleştirisi değildir. Aslında, Žižek’in kapitalizme (liberalizme karşı olan kapitalizme) karşı çıkıp çıkılmadığı bile sorgulanabilir. Onun “kapitalizmi”, tam da şiddet ve antagonizm boyutundan yoksun olduğu için tahammül edilemez, boğucu bir İyi’nin dünyasıdır. Žižek der ki, bu dünya ‘sıkıcı’ ve ‘sapkın’dır çünkü ‘politik anlamda doğru dürüst’ bir ‘Onlara karşı Biz’ tavrından yoksundur. Böylelikle erişilemez bir Şey ya da Gerçek’e karşı koşulsuz bir bağlılık içeren unsuru, insanlığın özü olan bir unsuru eler. Bu anlayış, Žižek’in en çok korktuğu şeyi söyler: ‘solgun, cansız, kendi kendini tatmin eden, toleranslı, barışçıl bir gündelik yaşam’. Bu durumu düzeltmek için boğucu İyi’nin, şeytani Kötü tarafından yok edilmesine ihtiyaç vardır. ‘Niçin şiddet olmasın ki?’, diye sorar Žižek, etkili bir biçimde. ‘Kulağa korkunç gelebilir ama, şiddetin tüm o steril, beyhude, politik olarak doğru barışçıllığa yararlı bir panzehir olduğunu düşünüyorum’. Her zaman toplumsal dışlanma, ve ‘halka düşman olanlar’ olmalıdır. Sonuç olarak ortaya çıkan politika, devamlılığını sağlayan fantezilerin altını kazarak toplumsal yapıyı bozan bir Eylem’e ulaşmak için ‘etik bir görev’ içerir. Mouffe’da, bu, hem bir görev hem de gerekliliğin kabulüdür. ‘Özne, fanteziyi çarpıtarak, yokluğunun boşluğunu kabul eder’.
Politik bir seviyede, bu tip bir duruş, kurbanlarına karşı şefkati reddeden bir toplumsal dışlamayı kabul etmeye doğru gider. Sonuç olarak meydana çıkan gayri insaniyetsizlik, açılımını, ‘günümüzün “çılgın dansının”, çözümünü yeni bir Terör biçiminde bekleyen … değişken birçok kimliğin dinamik bir şekilde yaygınlaştığı’ Žižek’in çalışmalarında bulur. Bu, aynı zamanda Mouffe gibi yazarların, tonu yumuşatılmış dışlamalarında da vardır. Dolayısıyla, demokrasi, “ ‘biz’ ve ‘onlar’ arasına bir sınır çizme olasılığına dayanır ve ‘her zaman kapsama-dışlama ilişkilerini gerektirir’. ‘Hiçbir ulus ya da politik düzen’ kurbanları tarafından baskı ya da şiddet olarak deneyimlenen ‘… bir tür dışlama biçimi olamadan var olamaz’; Mouffe ulusun gerekli olduğu görüşünde olduğuna göre, bu, kişinin dışlama ve şiddeti kabul etmesi gerektiği anlamına gelir (ulusun gerekliliğine yönelik varsayım, bireyler ya da toplumlar için, kimliği sabitlemek ve psikozu önlemek adına, efendi-gösteren ya da düğüm noktası ihtiyacı yönünde varsayılan ihtiyaçtan doğar). Lacancı politik teorideki bu iki eğilim arasındaki ayrımda tehlikede olan şey, Vaneigem’in “aktif” ve “pasif” nihilizm arasında çizdiği fark ile aynıdır. Laclaucu eğilim, arızası konusundaki farkındalığını koruyan, bununla birlikte tüm “söylenenleri” fazla şifreleyen bir kurumsal arabuluculuk konusunda ısrar göstererek mutabakatı pekiştiren, herhangi belirli bir projeden imalı, ironik bir uzaklık içerir. Žižekçi versiyon, daha şiddetli ve tutkulu, fakat nihai olarak çok az değişime uğrayan bir olumsuzluk onayına adanmıştır. Žižekçi “Eylem”in işlevi, benliği kaybetmek, tarihi bir olay üretmektir. Bununla birlikte “devrimden sonra” her şey neredeyse aynı kalır. Tüm radikal iddialarına karşın, Žižek’in politikaları, neo-liberalizme karşı tavrı içinde özetlenebilir: ‘Eğer işe yarıyorsa, niçin bir doz denemeyelim ki?’. Lacancı teoride aleyhinde olunan fenomenler, “küçük nüshalarında” değişmez bir şekilde yeniden kabul edilir; bu da hem etkinlikten, hem de politik radikallikten feragat eden bir teoriye doğru götürür.
Lacancı politik teorinin ait olduğu belirsizlik, bahsi geçen pragmatizmdir; çünkü teorik bir katmandayken, illüzyonlarla suç ortaklığı ve şimdiye dair suçluluk duygusu için, var olan her şeyin aleyhinde olarak neredeyse bağnaz bir “radikalliğe” dayanır, çünkü sunduğu “alternatifin”, karşı durduğu şeyden pek bir farkı yoktur (belli ki varsayım, gerçeklikteki bağlılıkların psikolojik koordinatlardaki “simgesel” değişimlerinin doğrudan etkin olduğu; toplumsal gerçekliğin tutarsız bir biçimde oluşturulduğu iddiasını –yanlış bir şekilde– takip ederek öne sürülen bir iddia). Tıpkı psikanalitik şifa süreci gibi, hiçbir şey belirli nitelikler boyutunda gerçekten bir değişim geçirmiyor. Tek değişim, kişinin bu niteliklerle nasıl bağ kurduğu konusundadır; Žižek bu süreci gerçeklik içinde “i’leri noktalamak” olarak adlandırır; bu, gereksinimin farkına varıp onu yerleştirmektir. Başka bir tabirle, değişen tek şey yorumdur: eski politikalar, kurucu eksikliğin ifadeleri şeklinde kavrandığı sürece kabul edilebilir durumdadırlar. Böylelikle Žižek, de Gaulle’in “Eylem”i, onun ‘ötekilerin başarısız bir biçimde takip ettiği gerekli pragmatik ölçütlerin etkili bir biçimde farkına varmasını’ sağladığı için başarılı olduğunu iddia eder. Žižek’in en yeni pragmatizm örnekleri, Afganistan’daki Amerikan savaşına sunduğu ‘sorumlu olanların cezalandırılması’nın ‘coşkulu bir misilleme’ şeklinde değil, ‘üzüntü verici bir görev’ ruh haliyle yapılması gerektiği alternatifi ve Filistin-İsrail krizine, işgal altında olan toprakların NATO tarafından kontrol edilmesi yönündeki “çözümü”dür. Eğer Žižek’e –ultra-“radikal” “Marksist-Leninist” Lacancıya göre– sorun bundan ibaretse, onun daha makul muhalifleri için olay çok daha büyüktür. Jason Glynos, örneğin, sıra dışı olanların şeytanlaştırılmasından vazgeçilmesini talep ederek, anti-“suç” retoriğinde vicdan azabı ve masumiyetin yapılandırılmasının ödün vermeyen bir eleştirisini sunar; sonradan akla gelen bir düşünce üzerinde durarak da şöyle der, ‘tabii bu … demek değildir ki verdikleri zararlar cezasız kalmalı’. Öyleyse Lacancı teori, “her şey uyar” şeklinde bir tavır üretmeye meyillidir: çünkü her şey olasılıklıdır, hiçbir şey baskın elitin taktiklerinin pratik anlamda değerlendirilmesini sınırlandıramaz.
Eksiklik miti: Lacancı politik teorinin Barthescı eleştirisi
Politik Lacancılığın teorik anlamda destekleyici unsurları, tipik şekilde özcülüğün, temellerin ve teleolojinin “postmodern” küçümsenişine dayanır ve olumsallığa karşı daha geniş bir inancı telaffuz eder (örneğin çağdaşlık üzerinde durur). Olumsallığa inanç, “kurucu eksiklik” kavramını gerektirmez mi? Burada üstünde durulması gereken nokta, “kurucu eksikliğin” olumsallığın bir açıklaması değil, iddialar için kullanılan olumlu bir temel, özün yeni bir kavrayışı olduğudur. Olumsuzluk olarak da konumlandırılabilir, ancak o, belirli bir nesneyi niteleyen bir isimmiş gibi, teorik söylemin sentaksı içinde işler.
Tam olarak yapmak istediğim, “kurucu eksikliğin” Barthescı mitin bir örneği olduğu üzerinde durmak. Sonuçta mitin işlevi, tam manasıyla bu kavramın yaptığı şeyi yapmak: belirli bir ideolojik tasarının, ileri sürdüklerini tartışmaya dair ihtiyaçları reddederek, boş olgusallığını varsaymak. ‘Mit, şeyleri inkâr etmez; tam aksi, onun amacı, şeyler hakkında konuşmaktır; basit bir söylemle onları katıksızlaştırır, masum bir hale dönüştürür, onlara sonsuz ve doğal bir gerekçe kazandırır, o, bir açıklamanın değil, bir söylemin ya da gerçeğin berraklığıdır. Bu, tam da “kurucu eksiklik” durumudur: Tanımlamanın üstünde ve altında, kendisini kabul edebilecek cesarete sahip olanlar için aniden ulaşılabilir olan bir ontolojik seviyede işlemesi beklenen bir varsayımsal gerçek. Mitler, kendilerini kullananlar için öforik bir zevk yapılandırmaya yarar; fakat işlevleri, etkileşimde bulundukları toplumsal bağlam ile çatışma halindedir. Bu, işlevlerinin ima edici olmasından kaynaklanır: onlar “okunmak” yerine “algılanırlar”, ve “yazınsal” değil “okumaya dayalı” bir yoruma açıktırlar. Bir mit, hali hazırda yapılandırılmış bir ‘gösteren’ (denotative) işarete eklenmiş olan ikinci derecede bir anlamlandırmadır, ve bu işarete yansıtılan ideolojik mesaj, gösterilenin bağlamı dışında inşa edilir. Dolayısıyla bir mit, Alfred Korzybski’nin kastettiği anlamda maksatlıdır: Anlamı, dünyayla karmaşa içindeki etkileşiminden değil, daha önce gelen bir dilbilimsel tasarıdan doğar. Üstüne üstlük, mitler, bastırıcı bir toplumsal işleve sahiptirler; Barthes’in kelimeleriyle, ‘düşünmek için bir düzen’ taşırlar. Bu düzenin sureti ardından, muhakkak gerçek insan ve olaylara yansıtılır ya da dayatılırlar. Dominici yargılamasındaki “edebiyat zaferi”, tamı tamına kişinin anlamadığı bir şeyle ilişkiyi engellemenin bir yolu olarak, dışsal anlamda yapılandırılmış mitsel bir tasarının yansıtılmasına dayanır.
Lacancı teori, Barthescı mitler gibi, uygulandığı durumların ışığında değişime açık olmayan öncelikli bir yapısal matris fikrini içerir. Žižek, ‘gerçekliğin yapısından önce gelen ve ondan yakayı sıyıran bir pre-ontolojik boyuttan’ bahsederken Laclau, hegemonya mantığını gerekli kılan her tür denklik zincirinin resmi bir yapısı olduğunu öne sürer. Kimi analizler, altta yatan bu yapıya, gerekli ifadeleri gibi, onu değiştiremeden geri dönerler; örneğin, ‘Doğu Avrupa’da demokrasileşme sürecini tetikleyenler… bugün meyvelerini toplayanlar değildir; basit bir hükümet darbesi yüzünden değil, daha derin yapısal bir mantık yüzünden’. Birçok durumda, “kurucu eksiklik” fikrinin mitsel işleyişinin üstü kapalıdır, ancak bir açığa vurma retoriği ile aydınlanır. Örneğin Žižek, Butler’ın “sıkıntıyı” (trouble), “cinsiyet’in kurucusu olarak algılamaktaki başarısızlığı nedeniyle eserlerinde bir ‘boyut’un ‘kayıp’ olduğunu iddia ederken Mouffe, liberalizmi ‘antagonizmin azımsanamayacak karakterini anlamak konusunda kapasitesiz’ olarak suçlar. Eleştirileri susturmak için başvurulan bu “red” dili, Barthes’ın “düşünmeme emri” fikrinin açık bir örneğidir: kişi “kurucu eksiklik” kavramı üstüne düşünmeyecek, sadece geçersiz kalmanın acısı altında, basit bir şekilde “kabul edecek”. Eğer biri çıkıp aynı fikirde olmazsa, ona basitçe teorisinde ölümcül bir şeyin eksik olduğu söylenebilir. Gerçekten de eleştirmenler, yanlış olmakla değil, “tehlikeli” olmakla suçlanmaya yatkındırlar.
Mitin işlevlerinden biri, Trevor Pateman’ın analitik kavramların “orta seviyesi” olarak isimlendirdiği, yüksek seviyedeki genellemeler ile ultra-belirli (sözde) somut durumlar arasında bir kısa devre oluşturan şeyi kesip atmasıdır. Barthes’ın Fransız bayrağına selam duran siyahi asker imgesindeki klasik örneğinde bu bireysel eylem, durumunun özellikli olduğu düşüncesinden yoksun bir şekilde, ulusçuluk gibi bir takım oldukça soyut kavramlarla üstü kapalı bir şekilde bağlantıdadır. (Bu özellikli olma durumu, açığa çıktığında miti baltalayabilir. Belki de adam ekonomik sebeplerle orduya kayıt olmuştur, ya da tehdit almıştır). Dolayısıyla mitler türlerin analizini sağlarken; kendi temel işlevleri anti-analitiktir: analitik tasarı önceden halledilir ve bu tasarı ile organize ettiği durumlar arasındaki ilişki, tasarının özel avantajına göre hiyerarşik bir biçimde düzenlenir. Bu, tam da belirli politik ve kültürel fenomenlerin Lacancı analizinde meydana gelen şeydir. Žižek özellikle, “orta seviye”den kurtularak belirli olaylarla yüksek-seviye soyutlamalar arasındaki “yayılan genellemeleri” ve kısa yolları savunur. ‘Doğru diyalektik prosedür… en doğru şekilde, özel olma durumunun orta-düzeyini atlayarak tekilden genele doğrudan bir sıçrayış olarak tasvir edilebilir’. Žižek, özel bağlamlara değinmeden, ‘tekilden genele doğrudan bir sıçrayış’ istiyor. Aynı zamanda herhangi bir göndergenin üstünde ya da altında bir gerçekliği olan bir kavram ‘mefhumuna’ da sahip; böylelikle eğer gerçeklik uymazsa, durumu kötü. Gerçekten olan biteni görme konusundaki başarısızlık daha çok görmektir, daha az değil; çünkü libidinal algı, sinir bozucu gerçekler tarafından engellenemez. Žižek, fenomenler üzerine dışarıdan bir öz algısı yansıtma jestinin gerekliliği üzerinde ısrarcıdır; hatta bu gerekliliği, Reich’ın absürdlüğünü açıkladığı konu üzerinde (anti-Semitizm) bile iddia eder. Bu, Kelvin McKenzie benzerlerinin “diyalektik” dehasını gösterdiği gibi, mitlerin Barthescı mantığıyla onaylanması anlamına gelir.
Lacancı analiz, temel olarak bir yansıtma uygulamasından oluşur. Sonuç olarak, Lacancı “ifadeler” açıklayıcı olmaktan çok propagandist ve pedagojik görünür. Belirli bir olay, yapabileceği ölçüde, sadece hali hazırda formüle edilmiş yapısal teoriyi onaylamak için ele alınır. Judith Butler, Žižek’in metodunu, ‘teori, örneklerine uygulanıyor’ savıyla eleştirir; ‘sanki örneklemesinden önce zaten doğruymuş gibi’. ‘Teori, kendi kendine yeterliliği üzerine açımlanmış ve sonra hali hazırda ulaşılmış bir doğruyu betimlemek gibi pedagojik bir sebep için başa sarar’. O halde bu, ‘kendi ortaya çıkış koşullarını inkâr eden teorik bir fetiştir’. Butler, Lacancı felsefenin ‘teolojik bir proje’ ve belirli olguları çalışırken meydana gelen oldukça karmaşık psişik ve toplumsal zorluklardan kaçınmak için bir yol’ haline geldiğini iddia eder. Benzer bir şekilde, Dominik LaCapra, kurucu eksiklik fikrine itiraz eder çünkü bazı “kayıplar, aşırı derecede genellenmiş bir eksiklik söylemi içinde sarmalandıklarında, yeterli şekilde açımlanamazlar… Tam tersi, “kurucu” bir seviyedeki yokluk, basit bir şekilde tarihi kayıplardan elde edilemez’. LaCapra, ‘tarihi bir hale gelmektense kurucu hale gelen yokluğun kayıpla bağlanmasına dair uzun hikayeye’ saldırarak, bir çok teorisyeni yokluk ve kayıp arasındaki farkı, ‘kayıplar dahil olmak üzere tarihi meseleleri yeterince belirli bağlamlarda açımlamaktan kaçınma eğilimi’ gibi ‘kafa karıştırıcı ve belirsiz sonuçlarla’ aradan çıkarmak ve bu kavramları ‘genellenmiş bir eksiklik söylemi içinde gizlemek ve hatta şeffaflaştırma eğilimi’ ile suçlar. Daniel Bensaid, mutlakların politikaya yansıtılmasının politik sonuçlarını açıklar. ‘Mutlak olgunun fetişizmi… tarihi anlaşılabilirliğin, onun depolitizasyonuna yarayan bastırılmasını içerir’. Politika çıkarıldığında kalan boşluk, ‘soyutlamalar, yanılgılar, ve varsayımlar için uygun bir alana dönüşür’. Gerçek toplumsal güçler yerine, artık ‘gölgeler ve hayaletler’ vardır.
Yansıtmanın mantık işleyişi tahmin edilebilir bir şey. Lacancılara göre, tüm toplumsal fenomenlerin kaynaklandığı temel bir yapı bulunur (bu yapı zaman zaman ‘temel’ ya da ‘matris’ olarak adlandırılır); ve her olasılıkta sabit kalan bu yapı, özel olguların gözlemlendiği referans noktasını oluşturur. Teori ve kanıt arasındaki “uyum”, kanıtın teoriye monolojik bir şekilde indirgenmesiyle ya da kapsama açısından seçicilik ve örnekleri okumakla yapılandırılır. Lacancı mit, en basit tabirle, özel bir durum ile “tüm”, “daima”, “asla”, “gereklilik” vb. kelimeleri içeren söylemler arasındaki kısa devre ile işler. “Deneyime” olumsal bir örnek ya da genel bir referans, yanlış yönlendiren bir şekilde, varsayılan bir evrensel geçerlilik bulmak için kullanılır. Örneğin, Stavrakakis, var olan inanç sistemlerinin dışlamaya dayandığı gerçeğini, tüm inanç sistemlerinin ister istemez dışlamaya dayandığını iddia etmek adına bir temel olarak kullanır ve bir takım travmaların ‘nihai bir imkânsızlık’ ifade ettiğini öne sürer. Benzer bir şekilde Laclau ve Mouffe, antagonizmin belirli bir sabit kimliği altüst edebileceği olgusunu, bu tip bir toplumsalın, bu tip bir antagonizm tarafından etkisi altına alındığını ve yapılandığını öne sürmek için kullanır. Fenomenler genellikle burada sorgulanan durumun dışında kalan bir şeyin akıbetleri olarak analiz edilir. Örneğin, Žižek’in “toplumsal semptom” kavramı, belirli bir grup insanın (“toplumsal anlamda dışlanmışlar”, “tutucular”, Sırp paramiliter birlikler, vb.) eylemlerinin, farklı bir grubun (batılılar) psişizminde psikolojik bir işleve indirgenmesine dayanır. “Gerçek”, durumlar arasındaki tüm sayısal farkları, bir resmi eşitlik ilişkisine indirgemekte kullanılan sözüm ona bir kendine benzer prensiptir. Bu, mitsel özelliklerin nasıl dışarıdan yansıtılabildiğini gösterir; tabii yine de farklı problemler üretir: bireysel akıllar, Lacancı teorideki kolektif fenomenler arasındaki ilişkinin alt-kavramsallaştırılması ve psikolojik kavramların Marksist fetişteki gibi bir yapay aracı elde etmesine yönelik, bağlantılı bir eğilim. “Gerçek” ya da “antagonizm”, bir şey yaptığı ya da bir şeye yol açtığı ifadelerde meydana gelir.
Barthes’ın gösterdiği ettiği gibi, mit, ampirizmin psikolojik yararlarını, epistemolojik bedellerden yoksun bir şekilde ortaya sürer. Totoloji, örneğin, ‘olumlu herhangi bir doğru arayışının engellenemez bir şekilde içerdiği riskleri varsaymak zorunda olmadan… küçük çapta etik bir kurtuluş, doğrudan yana olmanın sağladığı tatmindir’. Bu feragat haline katı ahlak olarak yaklaşırken, fikirlere sahip olmayı gereksiz kılar. Totoloji, ‘dilin kazara başarısızlığının objenin doğal direnişi ile büyüsel bir şekilde bağdaştırıldığı’, kendini eş zamanlı olarak inkâr ettiği bir rasyonelliktir.
Bu paragraf, zihindeki ‘Lacancı Gerçek’le de yazılmış olabilirdi. Gerçek’in özelliği, kişinin tam da onu tanımlamadan ona başvurabilmesi (çünkü o, “simgeleştirmenin ötesinde”dir) ve dilin kazara başarısızlığı ya da toplumsal pratikte olumsal bir başarısızlığın, Varlık’ın kendisine yansıtılan simgeleştirmeye karşı ontolojik bir direniş ile özdeşleştirilmesidir. Örneğin, Žižek’in, Şey olarak Ulus değerlendirmesi, ‘tanımlamanın tek yolunun boş totoloji’ olduğu ‘semantik boşluk’ iddiası üzerine kuruludur. Benzer şekilde, önvarsayımları geçmişe dönük bir biçimde sonuçlara çeviren boş bir edimsellik olan ‘Efendi-Gösteren’in totolojik işaretinin’ gerekli olduğunu ve totolojinin, tarihi değişimin meydana gelmesi için tek yol olduğunu iddia eder. Hatta Žižek, (söz konusu durumda, “ölüm içgüdüsü” olarak isimlendirilen) kurucu eksikliğin, bir totoloji olduğunu bile iddia eder. Olumsal bir başarısızlığın sebebi olarak “Gerçek”e ya da antagonizm”e yönelik Lacancı referanslar Robert Teflon’un Tanrı tanımına benzer: “ ‘Hiçbir açıklamam yok’ manasına gelen bir açıklama”. Bir “Gerçek etiği”, olumlu anlamlarda pek az şey söyleyen, fakat maço terimlerle korkutucu gerçekleri “acı” şekilde kabullenmiş süsü veren, küçük bir etik kurtuluştur. Mevcut riskler olmadan, doğruluk iddialarını (Laclau’nun diliyle ‘gözümüzün önündeki’ bir ‘gerçek’, ya da Newman’ınkiyle, koruyucu bir perdenin ardına gizlenmiş bir ‘acı gerçek’) onaylar. Bazı Lacancı teorisyenler aynı zamanda, Barthes’ın mitlerle özdeşleştirdiği tarzda bir “öforik” zevke dayanan bağlılık belirtileri gösterirler. Özellikle Laclau, aynının tekrarlanması üzerinden üretilen öforik kuşatımlara bağlılık duyduğunun ipucunu vererek, şimdinin ‘coşku verici’ önemine karşı inancının altını çizer.
“Anti-özcülük” olarak kurucu eksiklik mi?
Fakat burada bir problem yok mu? Lacancı “kurucu eksiklik” tam da bu tip bütünlük illüzyonlarına karşı durmak ve post-yapısalcı anti-özcülük için (Žižek bir yana) telaffuz edilirken, Barthescı mitler, toplumsal bütünlük ya da açıkça dile getirilmiş bir özü ifade etmek için yapılmış iddialardır. Post-yapısalcılar arasında, olumsallık ve açıklık kabul edildiğinde dünyanın sabitlenmiş özler sistemine indirgenmesine karşı durulması gerektiği geniş şekilde kabul görür. Lacancılar, bu çevrede destek kazanmak için özcülüğe karşı durma gösterisi yapmalılar, ortaya koymaktan oldukça mutlu olacakları bir gösteri. Örneğin, Stavrakasis, ‘bir belirsizliğin temsil ile/birlikte gerçeğin izi olarak muhafaza edilmesi gerektiğini’söyler; Newman, Lacan’ın eksiklik teorisinin ‘özcü ya da temelci olmadığını’ öne sürer. Laclau, bir temele inandığını reddeder ve Mouffe, ‘anti-özcü’ olduğunu iddia eder. Özcülüğe karşı bu düşmanlık, benim analizimin belirleyici eleştirisi değil mi? Bu, gerçekten de Lacancı teorinin eleştirel teorik / kültürel incelemeler bağlamında “anti-özcülük”, olumsallık ve belirsizliğe başvurarak kendisini kabul edilebilir kılma durumudur; fakat bu tip sözel incelemeler, onun mitsel yapısını temelde değiştirmez. Lacancıların, “özcülük” gibi kavramları nadiren tanımlama gereği duymaları, Lacancı “özcülük” kavramının basitçe “Lacancılık olmadığı” açıklayıcıdır, çünkü diyelim ki bir “öz” ile “kurucu unsur” ya da bir “temel” ya da “ilkel özellik” arasında olması mümkün olan herhangi bir ayrım, aşırı derecede açık, teknik ve tekrarlanan bir önerme olduğundan, metnin kimi parçalarında yorucu olacaktır. Lacancılar, aktif, tanımlanamaz, değişen ve/veya eksik bir şekilde kurulmuş bile olsa, özerk bir olumlu ya da olumlayıcı bir güce dair her fikrin özcü olduğunu öne sürerken, temel bir olumsuzluk fikrinin özcü olmadığını varsayarlar.
Lacancıların “anti-özcü” olduklarını iddia edebilmelerinin nedeni, Lacancı teorinin biçim ve içeriği arasında radikal bir kopukluk olmasıdır. “Kurucu eksiklik” etrafında yapılandırılmış “olumsallığı kabullenmek”, açılışı değil, kapanışı yapan bir harekettir, ve bu hareketin kendisi “özcü” ve “olumsal-olmayan”dır. Birçok Lacancı iddia, hiç de olumsal değildir; tarih dışı mutlaklar olarak konumlandırılmışlardır. Mouffe’un çalışmalarından bir örnek verecek olursak, ‘güç ve antagonizm’, ‘herhangi bir toplumsal nesnellik güç eylemleri üzerinden yapılandırılsın’ diye ve dışlanma izleri göstermesi için ‘köklü bir karaktere’ sahip olmalıdır. ‘Oluş’un belirlenmiş temel yapısına dair bir iddiayı içeren daha açık bir örnek zor bulunur. Kişi, Lacancı kelime hazinesinde “tüm” ve “daima” gibi kelimelerin sıklığını da fark eder. Ludwig Wittgenstein, ‘Eğer biri “Tüm bu yapılarda ortak bir şey var –tüm ortak özelliklerinin parçalanması”’ dese, ben de ona şöyle yanıt vermeliyim: “Şu an yaptığın tek şey kelimelerle oynamak” der. Lacancı teori, gerçekten de parçalanmaya, benzerlik için bir temel gibi davranıyor; dolayısıyla da “kelimelerle oynuyor”.
Lacancı teorinin bağrına bastığı “olumsallık”, belirlenebilir olumlulukları aşan bir açıklık değil, kendisini olumsuzluk olarak gösteren bir olumluluktur. Olumsallık ve “kurucu eksiklik” arasındaki ilişki, Barthes’ın çalışmalarındaki Almanlar ve “Alman-olmak” (German-ness) ya da masalar ve “masa-olmak” (table-ness) arasındaki ilişkiye benzer. Dolayısıyla, Lacancı politik teoride “eksiklik-olmak” (lack-ness) ya da “olumsallık-olmak” (contingency-ness) ya da “antagonizm-olmak” (antagonism-ness) hakkında konuşulabilir, ve bu teoriyi, tamlık (fullness) içindeki olumlu öğelerden biri olarak, bu somutlaşmış “eksiklik-olmak” ile tamlık iddiası olarak görülebilir. Kişi zaman zaman bu tip doğrudan mitsel bir kelime dağarcığına rastlayabilir, tıpkı Stavrakakis ‘olay-olmak (event-ness) ve olumsuzluk’ hakkında açıklama talep ederken olduğu gibi. Gerçekten de bu, temel fikirleri sorgulanamaz dogmalar olarak konumlanmış olduğu, tüm yapının aslında çarpıtmaya bağışık olan, özellikle kapalı bir bütünlük çeşitliliğidir. Butler’ın öne sürdüğü gibi, Gerçek, ‘güvende tuttuğu aynı olumsallık mantığına asla maruz kalmaz’. Lacancı teorinin sabit yapısı, Lacancı teorisyenlerin teorik iddialarına dair meta-iletişimsel diyaloglarla meşgul olmaları yüzünden, açık bir tereddüt tarafından bir noktaya kadar perdelendiği halde, kapanışı yapan argümanlar içinde güçlü bir şekilde etkindir. Bu, çağdaş olaylar ve belirli analiz konularını kapsayabilecekleri, yumuşak ve akıcı bir retoriği mümkün kılar. Bununla birlikte, bu retoriğin altında, özcü temel yapı ile “kurucu eksiklik” miti inisiyatifi alır.
Zaman zaman kişi, eksikliğe, açıkça bir öz gibi yaklaşıldığını da görebilir. Örneğin, Laclau ve Mouffe olumsuzluk ve antagonizmi kurucu ve temel olarak görür. Newman, ‘mekânın kalbindeki boşluk’tan bahseder ve kendi özcülüğünü itiraf etmeye kadar varır. Stavrakakis, ‘Gerçek’e ‘insan deneyiminin tabiatında olan’ olarak bakar ve Laclau, ‘olumsuzluk anına ayrıcalık tanıma’yı itiraf eder. Žižek, açıkça, ‘bir olumlu eksiklik mefhumundan, “üretken” bir yokluğa duyulan ihtiyaçtan bahseder. Lacancılar kimi zaman, insan doğasında, çatışmayı gerekli kılan bir unsurun varlığını ima ederler. Mouffe, ‘insanlar arasındaki bir düşmanlık unsurundan’ bahseder ve şiddetin insan doğasında doğuştan var olan bir şey olduğunu reddedenlerin karşısında durur; Newman ise, Lacan’ın eksikliğin ‘neredeyse doğal’ olduğu konusundaki görüşünü alıntılar. Genelde kişi, “kurucu eksiklik”in özcülüğünün, basit kelime değişikliklerinin ardında perdelenmiş olduğunu görür. Kişi, “Öz yerine “radikal”, “kurucu”, “ilkel”, “asli”, “temel” ya da “bölünmez” diyebilir, ve bu, biçim seviyesindeki bir özcülükle, içerik seviyesindeki bir anti-özcülüğün birleşmesine izin verir. Örneğin Žižek, ‘kurucu’ kavramını, ‘herkesin hikâyesi’, yani az çok bir evrensel öz anlamına gelecek şekilde kullanır.
Lacancı teorisyenlerin kendilerini “özcülükten” ayrıştırma yollarından birisi “kurucu eksiklik” fikrine olumsuzluk olarak göndermede bulunmaktır. Örneğin Laclau, teorisini objektifliğin tam bir farkındalığı olarak konumlamaz çünkü ‘antagonizm, tüm objektifliğin limitidir’ ve kendi başına herhangi bir objektif anlama sahip değildir. Bu tip iddialar, yanlış yönlendiren cinstendir. Mesela Derrida ya da Korzybski’nin argümanlarına uygulanabilirler, fakat Lacancı teorinin sentaks ya da grameri, bu tip bir açılmaya izin verecek cinsten değildir. Kurucu eksiklik, Lacancı retorikte, ‘Gerçek’ gibi olumlu isimli bir varlık olarak ortaya çıkar ve eksiklik durumları, sıkça ona başvurularak isimlenir ya da “açıklanır”. Butler’ın sorduğu gibi, toplumsallığın ve kavramsallaştırmanın bir sınırı olduğunu varsayarsak, ‘bu sınıra neden “Gerçek” gibi teknik bir isim vermek ve öznenin bu peşin tercih tarafından kurulduğunu iddia etmek zorundayız? Teknik terimleme, çözdüğünden daha çok problem yaratır’. Gerçekten de, bu kendi hakkı için söylemsel bir jest bile olabilir. ‘Fenomenleri anlamak için kategorileri mi kullanıyoruz? Yoksa fenomenleri “babanın adı için” desteklemek adına sıraya mı koyuyoruz? Her durumda, gerçeğin simgeleştirmeyi reddettiğini söylemek, zaten onu simgeleştirmektir.
Teknik kavram, bir ismin kullanımının gözlemlenen bir dizi “gerçeği”, “kanuna” dönüştürdüğü pozitivist teorilerde olduğu gibi işler. Eksiklik (“eksiklik duymak” fiilindeki mantık gibi), isimlendirilmiş bir eksiklik (örneğin antagonizm gerçeği tarafından başarısız bırakılan toplum) ile açıklanır, ve isimlendirilmiş eksikliğin birçok versiyonu, içinde “olmak” fiilini bulunduran cümleler içinde düzenlenir. O, basit bir altüst olma (ayrılma-bölünme) ilişkisi değil, kendi yetisi içinde teorik bir varlıktır. Örneğin “sınıf çatışması”, her doğrudan evrensellik başvurusunun “taraflı” olmasından dolayı, kendi kelime anlamı ile bağlantılı olarak altüst edilir. “Sınıf çatışması”, bu temel “altüst etme operatörü”nün Marksist ismidir. Bu formül, şu söylem ile karşılaştırılabilir, “Altüst etmeye yol açan şey nedir, bilmiyorum”. Žižek, tarihi de ‘aynı “tarihi olmayan”, travmatik öz ile başa çıkmaya dair nihayetinde başarısızlıkla sonuçlanmış girişimler serisi olarak’ niteler. Dallmayr, Laclau ve Mouffe’un antagonizm kavramı hakkında benzer bir şekilde, ‘olumsuzluk, sadece bir eksiği değil, “hiçleştirici bir yetkiyi’, gerçek etkilerle hiçleştirici bir karışıklığı işaret eder’ diye yazar; ve Newman, ‘yaratıcı ve kurucu eksiklik’ üzerine tartışır.
Butler, bir “kaya” ya da “öz” ya da bazen bir “madde” olan “gerçek”in, aynı zamanda ve bazen aynı cümlede, “bir kayıp”, bir “olumsuzluk” olduğunu ifade eder. Kurucu eksiklik, Lacancı kelime dağarcığında, bir olumluluktur –bir “altüst etme operatörü”, bir “hiçleştiren” unsurdur. Eksikliğin tamı tamına betimlenebilmesini sağlayan ve dolayısıyla da örneğin Newman’a ait olan, Derrida’nın eksiklik kavramına nazaran ‘radikal anlamda daha az betimlenmiş’ olduğuna dair kriterle uyumlu olan bu mitsel kurgu sürecidir. Kişi, az-betimlenmiş bir “Ben-bilmiyorum”dan, ancak mitsel olarak yanlış sunumla kaçınabilir.
Lacancılar, aynı zamanda, “Gerçek” i olumlama ile özdeşleştiren imgeleri de kullanır. Örneğin, Ridley Scott’ın Alien’ındaki canavar, Žižek için Lacancı anlamda “gerçek”tir; Alfred Hitchcock’un Psycho’sundaki seri katil Norman Bates de öyle. Açıkça, bu tür Hollywood “canavarları”, kişiselleştirilmiş ya da bireyleştirilmiş bir kötülük özü anlamında, olumlanmış bir olumsuzluk ifade ederler. Bu, bir radikal olumsallık durumu değil, Hıristiyanlığın kimi versiyonlarındaki Şeytan’a benzer bir figürdür. Gerçekten de, Lacancılar bazen kendilerini ya kötü ya gaddar olan ‘üstün bir varlık’ fikri ile bağdaştırırlar; Žižek’i Alfred Hitchcock ve Nicholas Malebranche’a çeken fikir budur. Bu bağlamda, Wilhelm Reich’ın Şeytan figürünü, bastırılmış arzunun kötü olarak yanıltıcı bir biçimde sunumunun somutlaştırılmış ifadesi olarak açıklamasını belirtmek ilginç olacaktır. ‘Algı, biyo-enerjik uyarımdan koptuğunda, bedensel duyumlar, “doğaüstü güçler” tarafından “yabancı”, “kötü”, “şeytani” etkiler olarak deneyimlenir (kişinin kendi benliğinin “ötesinde” olarak “doğaüstü”). Bu rahatsız edici karmaşada biyo-sistem, kendisini Şeytan’dan korumak için yıkıcı tepkiler oluşturur’. Genelde şizofrenler tarafından doğrudan deneyimlenen sonuçta ortaya çıkan kopuş, ‘nevrotiklerin gizliden gizliye yaşadığı ya da suratına güldüğü’ bir şeydir; fakat insandaki sapkın doğa sunumu olarak “Şeytan” figürünü içerir. Bu figür, bastırma sonucu ortaya çıkar. ‘İçgüdüler, yapıdaki kopuş nedeniyle daha “aşağı” (hafif) hale gelir. Aslen “yüksek”, “tanrısal” olan, erişilemez hale gelir ve ancak “Şeytan” olarak geri döner. Kopuş, kendi psikolojik temelinin devamlılığına dayanır ve ‘Tanrı ile Şeytan arasındaki acı veren ikilem, kişi onu mekanik-mistik düşünce çerçevesinin ötesinde gördüğünde, acı ya da terör olmadan çözümlenir. Bu, Lacancı teorideki “analizcinin arzusu”nun yapısında bulunan benzer bastırma ve yanlış sunma mantığının işleyişini akla getirebilir.
Olumsallık ve “kurucu eksiklik” arasındaki fark, ilkinin ifade edilebileceği farklı yollar hayal edildiğinde, açık hale gelir. Bir olumsallık farkındalığının önemli bir ifadesi, “Bilmiyorum” demek için hazır olma durumudur. “Bilgi”yi çabuk yanıtlarla bağdaştıran çağdaş batılı toplumlarda üzücü bir şekilde aforoz edilmiş olan fakat Sokrates’e dek uzanan asil bir geleneği anlatan bu kelime, dünyanın belirli bir açısının kişinin kendi simgesel tasarısından kurtulmasına ve (Lacancı tabirle) Simgesel olanın kendisinin tamamlanmamış olduğuna dair “olumsal” bir farkındalık ifade eder. Postman ve Weingartner’ın tarif ettiği gibi, ‘iyi öğrenciler, her probleme dair mutlak, son, kesin bir çözüme sahip olmaya ihtiyaç duymazlar. “Bilmiyorum” kelimesi, onları bunaltmaz; bu kelimeyi pek tabii ki, henüz hiçbir çözümü olmayan –ve belki de hiçbir zaman bir çözümü olmayacak– sorulara yanıt yerine geçen çeşit çeşit semantik saçmalığa tercih ederler. Hatta onlar, öğretmenlerin “Bilmiyorum” kelimesini, araştırmaya teşvik için pedagojik bir taktik olarak kullandıklarını bile savunurlar. Trevor Pateman, ‘insanların aslında bilmedikleri halde bir cevap vermeleri çok önemlidir çünkü kolektif seviyede, anlamaya karşı gerçek bir engel olarak işlev görebilecek bir bilgi yanılsaması yaratırlar. Kişinin bilgisinde, “Bilmiyorum” gibi meta-iletişimsel bir söylem üzerinden bir boşluğa işaret etmek, “o” ya da “olmak” gibi kelimeleri içeren ifadelerin daha acil bir biçimde iletişimsel ve açıkça olumlayıcı kullanımından çok daha direkttir. “Kurucu eksiklik” fikri, “Bilmiyorum” deme jestine eşit midir? Bu, “Bilmiyorum” anlamına gelen bir açıklama (yukarıda belirtildiği gibi) olsa bile, bununla birlikte bir açıklama gibi durur; dolayısıyla da Pateman’ın ana hatlarıyla belirttiği sorunun bir parçasıdır. Pek tabii ki, kişinin “Bilmiyorum” demesi durumunda onun “bilgisinde bir boşluk” olduğu düşünülebilir ve akabinde bu duruma, Lacancı teoriye benzer bir dil kullanılarak, “boşluk” denilebilir. Korzybski’nin dilin çoklu-sırasallığı olarak nitelediği şeye göre mümkündür: kişi, bilmediği şeyle ilgili olarak bir yorum yapamasa da, bununla birlikte, yorum yapma konusunda kapasitesizliği hakkında yorum yapabilir; çünkü bir yorum hakkında (ya da onun eksikliği hakkında) yorum yapmak her zaman mümkündür. Bu tip bir “ikinci-düzen” nominalizasyon (adlandırmacılık), gerçekten de bir olanaksızlığı, onu simgeselleştirmeden ifade edebilir (herhangi bir yolla kişinin bilmediği doğayı varsaymaksızın). Bununla birlikte kişi, bu tip bir “ikinci-düzen” kavramını, Lacancı teorideki kimi ifadelerde cisimleştiremez. “Kurucu”, “ilkel” ve “indirgenemez” gibi kelimeler söz konusu olduğunda belirli bir problem vardır. Kurucu bir “Bilmiyorum” fikri, hemen hemen anlamsızdır. Eğer anlamlı bir hale getirilebilse, sorgulama ve yaratımın, bilgi içindeki boşluklar tarafından motive edildiği fikrine yakın sınırlarda bir şeymiş gibi görünürdü. Örneğin kişinin bilmediği şeyi öğrenmesini engellemezdi ve dolayısıyla da bu fikir, “kurucu eksiklik” fikrinin indirgeyici ve sınırlayıcı etkilerine sahip değildir (tüm toplumsal organizasyonların antagonizme indirgenebileceği fikri gibi). Bu, Lacancı teoride “Bilmiyorum” jestinin başka bir şeyde somutlaştığını öne sürer: sonunda sessiz bir “-lik” vardır ve “Almanlık” birey Almanlarla nasıl bir bağlantı kuruyorsa, o da “Bilmiyorum” meseleleriyle o şekilde bağlantı kurar.
Guattari’nin psikanalize dair eleştirisi onun altında yatan mitleri berraklaştırır. ‘Psikanaliz, bilinçaltını, yazım ve sunum sisteminin örgüsünden geçmek için zorlayarak değiştirir ve deforme eder. Psikanaliz için bilinçaltı her zaman zaten oradadır; genetik olarak programlanmış, yapılandırılmış, ve toplumsal normlara ayak uydurma amaçları üzerinde sonlanmıştır’. Benzer biçimde, Reich, “kurucu eksiklik” fikrinin öncesini –Freudcu “ölüm içgüdüsü”nü– bir “Bilmiyorum” reddi olarak hali hazırda göstermişti. Reich der ki, bu, açıklanamaz fenomenleri açıklamaya yönelik metafizik bir teşebbüstür; bu fenomenler hakkında gerçekleri bulma yolunda engel şeklinde çıkan bir teşebbüs. Lacancılara (Reich’ın müdahalesinden haberi yokmuş gibi görünen Lacancılara) karşı bir saldırı olmaya yatkın olan “ölüm içgüdüsü” fikrini detaylı ve klinik bir şekilde çürütür. Reich’a göre, Freud’un “ölüm içgüdüsü” ile bağdaştırdığı mazoşist eğilimler, anksiyeteden meydana gelen ikincil güdülerdir ve ‘biyofizik düzenek üzerindeki toplumsal şartların feci etkisi’ne yüklenir. Bu, nevrozları yaratan toplumsal şartları eleştirme gerekliliğini zorunlu kılar – acı çekmek için biyolojik bir istek hipotezinin engellendiği (circumvented) bir gereklilik. “Ölüm içgüdüsü” fikri, acı çekmenin önlenemez olduğu bir kültürel felsefeye doğru götürür; oysaki Reich’ın alternatifi –nevrozu, toplumsal sistemden çıkan hayal kırıklıklarına bağlamak-, eleştirel bir sosyolojik görüşe doğru götürür.
Reich’ın eleştirisiyle kurucu eksikliğin politik teorisi arasındaki bağ sarsıcıdır. “Ölüm içgüdüsü”, “aphanisis” ya da “subjektif mahrumiyet” biçiminde, Lacancı politik teoride tekerrür eden ilkel mazoşizm fikri ile bağlantılıdır. Mazoşist jest, her Lacancı düşünürde bulunsa da, özellikle Žižek, “ateş etmek” ya da kişinin kendisini “dövmesi” kılığındaki mazoşizmi, benliğin özünü açığa vuran ve baskıcı gerçeğin sınırlamalarını kıran radikal bir jest olarak savunur. Ölüm içgüdüsü, Žižek tarafından, (Kantçı mantıkta) kendini tıkama sürecinde tatmin bulan patolojik ve olumsal bir davranışı simgeler. Bu, Lacan’ın jouissance (haz) ya da zevk kavramıyla benzerdir. Ona göre, ‘ (jouissance) hazla eşit sayılamaz: zevk tam da “hazsızlıkta haz almak” tır; haz ilkesinin dengesini alt üst eden bir Şey ile acılı bir karşılaşma ile elde edilen paradoksal tatmini gösterir. Başka bir deyişle, zevk, “haz ilkesinin ötesinde” konumlanmıştır. Aynı zamanda zevk, benliğin merkezidir; çünkü zevk, ‘psikanalistlerin kabul ettiği tek “gerçek” tir’ ve ‘özne sadece zevk üzerinden tam olarak “var olur”’. İlkel mazoşizm, o halde, –zaman zaman “haz ilkesi” gibi yanlış yönlendiren bir isim verilen– aktif arzunun daha büyük ya da ertelenmiş bir haz için değil, hazsızlık için doğrudan bir arzu için (birincil reaktif bir arzu, örneğin) askıya alındığı, evrensel bir an olduğuna dayanan Lacancı Gerçek kavramı için merkezde yer alır. Üstüne üstlük, bu reaktif arzunun, ontolojik olarak aktif arzudan önce gelmesi gerektiği varsayılır. Dominick LaCapra, Lacancı ve benzeri teorilerin post-travmatik tekrar ya da ‘bitmez tükenmez melankoliden ayırt edilemez bir sonsuz, yarı-doğaüstü kederlenme’ ye sebep olduğunu öne sürerek, benimkine benzer fakat yine de farklı bir eleştiri sunar.
Reich, hali hazırda, paradoksal biçimde Žižek’in radikallik iddialarını vererek geleneksel Freudcular tarafından komünist propaganda olarak karşı çıkılan “ilkel mazoşizmin” çürütülmesini sunmuştu. Reich’a göre, mazoşizm, altta yatan bir travma için anksiyeteye karşı zırhlanmış bir şekilde işlev gören daha az bir acı içinde rahatlama olarak işler. Reich’ın mazoşizmin kökeni üzerine söylemleri hakkında ne düşünülürse düşünülsün, can alıcı olan, onun ölüm güdüsü fikri üzerine eleştirileridir. ‘Burada eleştirilen benzeri hipotezler, genelde sadece terapötik anlamda başarısızlığı işaret eder. Çünkü eğer kişi mazoşizmi ölüm güdüsü üzerinden ifade ederse, hastanın acı çekme isteğini onaylar. Dolayısıyla Lacancı metafizik, Lacancıların baskıcı toplumsal gerçekler ile suç ortaklığı içindeki çeşitli nevrozları cesaretlendirmesini gizler. Politik olarak, ilkel mazoşizm tezi, mazoşist bağlılıkların (sadist güç düzenekleri gibi) olumsal şekilde ortaya çıkışına sebep olan ve ondan yararlanan toplumsal güçler için mistikleştirilmiş bir örtü şeklinde görünür. Bu görüşü, Butler’ın Žižek’in ‘gerçeğin travmasını başka bir tehdite karşı savunduğu’ iddiasıyla karşılaştırılabilir.
“Kurucu eksiklik” fikrinin mitsel karakteri için daha çok kanıt, onun indirgenemez ve önlenemez (ya da Žižek’in favori lafıyla, “bölünemez bir kalıntı”) olduğu savından gelir. Bastırıldığında ya da engellendiğinde, muhakkak geri döner (semptomlarda, “toplumsal semptomlarda”, yanılgılarda, halüsinasyonlarda, vb.). Bu iddia, Lacancı teorinin kendisinde bastırılmış bir şeye dayanır: psikoz. Lacan psikozu, babanın adının engellenmesi olarak tanımladığında, Blackadder’in klasik bölümünde Baldrick’in “kedi” kelimesinin “köpek olmayan” olarak tanımlanması konusundaki önermesine benzer bir jest ortaya koyar. Lacancı teorideki merkez nevroz söyleminin mitsel işleyişi sebebiyle, psikozu ancak “nevroz olmayan” olarak tanımlayabilir. Psikozun olumlu bir tartışmasının eksik oluşu –nevrotik öznelliği yapılandırmada başarısızlığa indirgemesi– merkez bir yapının mitsel modelinin yayılmacı işleyişine delildir. Aynı zamanda, psikoz Lacancı teorinin kendisinde bastırılmış unsur olarak geri döner –teorik bir yapı olarak yaşamına devam etmesi için kaçınması gereken bir unsur. Deleuzecü “şizo”, radikal bir “kaçış çizgisi” için psikolojik temel olarak, Lacancı mazoşistle olumlu anlamda tezat oluşturur.
Bir efendi-gösterene (ya da “düğüm noktası”na) yönelik “ihtiyaç” üzerindeki Lacancı ısrar iki çeşit olumsallık arasındaki boşluğu akla getirir; yani evrensellik konumunu dolduran belirli bir gösteren ya da ‘sadece kendi ifade eylemine dayanan simgesel bir emir’ gibi. Kişi, böyle bir jest üzerinden bir aynılık mantığı geliştirebilir, ve bu tip bir mantık Lacancılar tarafından arzulanıyor gibi görünüyor. Butler, Žižek’in metninin ‘efendilik projesi’ ve dilin ‘“olumsallığının”, ‘kanun gibi konuşan metinsel bir pratik tarafından yönetilen’ bir kanun söylemi olduğunu söyler. Žižek, yeni ortaya çıkmış Efendi-Gösteren tarafından ayakta tutulan bir “Yeni Uyum” talep eder. Bir efendi-gösteren üzerinde bu ısrar, olumsal karşıtı bir jesttir; özellikle de dilin çoklu-sırasallığını reddetmesi açısından. Sonuçta, dili kapalı değil de açık bir sistem haline çeviren bu çoklu-sırasallıktır (herhangi bir söylem hakkında bir söylem yapabilme olasılığı). Bir efendi-gösteren “ihtiyacı”, bir kapanış yanılsamasını tekrar oluşturma “ihtiyacı”, meta-iletişimin açık değil de baskıcı bir şekilde işlemesi “ihtiyacı” gibi görünür. Bu “ihtiyaç”, “kurucu eksiklik”, diğer soyutlamalara bağlandığı tamamen mitsel bir anlatım içinde yerleştiği için ortaya çıkar. Laclau ve Mouffe’un çalışmalarında bu, kendini toplumsal düzen fikrini “bu şekilde” olumsal olarak ifade eden “hegemonyacı” bir birim talebi ile ifade eder.
Kişi, bu tip bir düzenin imkansız olduğunu, –çünkü antagonizm, toplumsal ilişkilerin kurucusudur– dolayısıyla hegemonyacı jestin bir dışlama gerektirdiğini hatırlamalıdır. Böylece, bir hegemonyacı efendi-gösteren ortaya çıkarmak, sadece yararlı bir yanılsamadır. Bir efendi-gösteren talep etmenin alternatifi –hiçbir efendi-gösterenin olmadığı bir düzen yanılsaması– emir veren işlev arayışının kendisini geri çevirmek ve bu arayışın ötesine geçen rizomatik bir politikaya kucak açmak olur. Bununla birlikte, Laclau ve Mouffe’un çalışmalarında toplumsal düzen “ihtiyacı” ve onu somutlaştırma hali hiç sorgulanmaz, ve hatta Žižek’in metinlerinde, toplumsal düzeni dağıtan “Eylem”, düzenin gerekli şekilde restore edilmesi ile devam eder. Bu gereklilik, ontolojik olarak ortaya çıkar: insanlar, der Žižek, ‘sağlam kökler ihtiyacı içindeler’. Bir objenin şartlarını, onu oluşturanlar gibi retrospektif bir şekilde konumlandıran ve böylelikle de ortaya çıkardığı şeyin ‘toplumsal anlamı hakkında her tür ileri sorgulamayı bloke eden’ efendi-gösteren totolojik jesti, yapısal bir gerekliliktir. Çünkü ‘söylemin kendisi temel yapısı içinde “otoriterdir”’. Analistin rolü, efendinin yerine meydan okumak değil, altında yatan olumsallığı açığa çıkararak o yeri doldurmaktır. Efendi-gösteren –aynı zamanda Tek olarak da isimlendirilir–Lacancı teoride bir yer mantığının merkeziliğini gösterir. Lacancılar, kurucu eksikliğin bir birimin doldurabileceği (fakat olumsal olarak), bu tip bir boşluk/olumsuzluk barındıran bir olumlu alanın yapılandırılmasını gerekli kıldığını varsayarlar. Dolayısıyla, efendi-gösterenler ve devlete bağlılık, “eksikliğin” yapısal olarak Lacancı teorinin kendisinin efendi-gösteren olarak işlev gördüğü, özcü bir olumluluk imgesinin devamlılığını içerir (olumluluğun altüst edilmesi değil, belirli bir olumlu unsur olarak).
“Kurucu eksiklik” fikri, yansız ve evrensel bakış açılarını reddetmeyi gerektirmelidir, ve onu “anti-özcü” bir pozisyon gibi yapılandıran bu reddediştir. Bununla birlikte pratikte Lacancılar, evrensel çerçeve fikrini arka kapı üzerinden restore ederler. “Hiçbir yansız evrensellik olmadığı” fikrinin altında, tam da bir “yansız evrensellik” bilmeye dair bir iddia, bu temel üstünde ayrıcalıklı bir pozisyon iddiası gizlenir. Olumsallık ve “anti-özcülüğe” yönelik tutarlı bir inanç, kurucu eksiklik fikri hakkında şüphe duymayı gerektirir. Sonuçta, insan ‘deneyim’in gösterdiği görünümün, eksikliği kurucu göstermesinin, olumsal olana karşı olarak, hatta belirli bir söylem ya da epistem olarak, altta yatan bir evrensellik yansıttığını nereden bilebilir? Karşıtlarının yanında Lacancı teori de kendi yanılma payı ve tamamlanmamışlığıyla yüzleşemez mi? Radikal seçim fikrinde bir paradoks var, çünkü Lacancıların bunun refleks olarak uygulanması gerektiğine inanıp inanmadığı açık değildir. Lacancı teorinin seçiminin kendisi temelsiz bir Karar mıdır? Eğer öyleyse, teori, üstü kapalı olarak iddia ettiği evrensel statüyü kaybeder. Eğer öyle değilse, saldırdığı yapısal teorinin benzeri bir şey gibi görünür. Tam bir yapısal teori, yapı, kurucu eksikliğe bir gönderme içeriyorsa bile, fazladan olumsal bir bakış açısı varsayıyor gibi görünürdü. Bu tip bir teori, “Bilmiyorum”un tamamlanmamasının radikal bir olumsuzlaması gibi görünürdü.
Kurucu eksiklik miti, tüm mitler gibi, içe kapayıcı bir role sahiptir: “düşünmeme emri” üzerinden söylenebilecekleri sınırlar. Diğer yandan, yaratıcılığın, “Bilmiyorum” söylemi ile motive olduğu fikri, dışarı açan bir etkiye sahiptir. Callinicos’un dediği gibi, ‘Badiou ve Žižek’in bir örnekte “boşluk” olarak isimlendirdiği şey, aslında dönüşümünkini de içeren, kapsadığı kesin olasılıklar topluluğudur. Eğer her tıkanmanın ya da eksikliğin altında indirgenemeyen bir “Gerçek” varsa, bunların üstesinden –bilimlerde paradigma değişimindeki anormalliklerin yaratıcı gücüyle, ya da Deleuze ve Nietzsche’ninkiler gibi “psikotik” felsefelerin yaratıcı gücüyle olduğu gibi– yaratıcı eylemle gelinir. Lacancı teorideki buyruk –bir mitsel olmayan olumsallık fikri mantığı, açıklık için fırsatları yaratıcılık adına bir temel olarak kullanmak demekken– eksikliği “kabul etmek”tir.
Üstüne üstlük Lacancı teori, köle ahlakına güçlü bir bağlılık içerir; aynı Laclau’nun her eşitlik zincirinin dışsal bir tehdite karşı bir birliği içerdiği ısrarı gibi. Norval’ın “ırk ayrımı”nı Güney Afrika politikasındaki öcü olarak kullanması, Mouffe’un kurallara teslimiyeti talep etmesi, ve tabii ki Žižek’in mazoşist benlik-alçaltması, bir Efendi ve Sebep ile ‘öznel mahrumiyet’ ve özdeşleşmek üzerindeki “devrimci” ısrarını, onun benlik-farkındalığının, herhangi bir aktif özdeşleşme ya da telaffuzdan önce olumsuzluk, ölüm ve travma farkındalığına eşit olduğu üzerindeki direkt reaktif ısrarını söylemeye gerek bile yok. Bu, benliğin karar verici bir kurucu olarak düşünüldüğü, ‘umutsuz olarak tespit ettiğimiz şartlar altında, kendimizi –şartları değil– düzeltmemizin söylendiği’ kapitalist ideolojinin işlevine yakın bir şekilde uyum sağlayan yeniden bölgeselleştiren “olumsallık”tır. Alternatif, “olumlu” bir olumsuzluğun içinde somutlaşmış bir farklılıktır. Deleuze’e göre, iki tip olumsallık vardır: şairin yaratıcı gücü ve politikacının, kurulmuş bir düzeni devam ettirmek için farklılığı reddetmesi. Olumsuzluk (eksiklik), ikincisi için önceliklidir; ‘sanki evet diyebilmek için ayrılık ve bölünmenin talihsizliklerinden geçmek gerekirmiş gibi’. Öte yandan şair için farklılık, ‘hafif, havai ve olumlayıcıdır’. ‘Çatışma içinde yanlış bir derinlik bulunuyor, fakat çatışma altında farklılıkların oyunu’; olumlu olarak olumlayıcı olması gereken ve olumsuzluk tarafından üst-kodlanmış olmayan farklılıklar bulunuyor.
Deleuze ve Guattari, radikal bir şekilde Lacancı arzu modeline karşı çıkar. ‘Arzu, hiçbir şeyin eksikliğini çekmez; objesinin eksikliğini çekmez. Arzuda eksiklik yaşayan öznedir; sabit bir öznenin eksikliğini çeken arzudur… Arzu ve objesi, bir bütündür… Arzu bir makinedir, objenin nesnesi de bağlantılı bir makinedir’. ‘Bizimki, bozma sanatı değil, taşkınlık, bolluk, şaşkınlık sanatıdır’, der Hâkim Bey. Dünyada ‘gerçekten de korkunç şeyler’ varsa, belki üstelerinden de gelinebilir; tabii ‘korku üzerine değil de üstesinden gelmek üzerine bir estetik kurabildiğimiz takdirde’. Kurucu bir “Bilmiyorum” –tabii eğer böyle bir kavram düşünülebilirse– tam da böylesine farklılıkların özgür oyununu içerirdi; bu özgür oyunu sendeletmesi kesin –Žižek’in tabiriyle– ‘iyi terör’ü değil. Lacancı teori, “kurucu eksiklik”in mitsel olarak yapılandırılması üzerinden olumsallığın başlama noktasından “emir” güdüsü çıkarabilir.
Kapanış: Lacancı politikada radikalliğin kurucu eksikliği
“Kurucu eksiklik” kavramının mitsel işleyişi ile Lacancıların muhafazakar ve pragmatik politikaları arasında kazara bir ilişkiden çok daha fazlası vardır. Mit, düşünceyi şimdiye indirgemek için bir yoldur: mitsel jest içine dahil olan izole işaretler, böylelikle ekstra-tarihi soyutlamalara bağlıdır. Analitik bir seviyede, Lacancı teori, resmi olarak izin verilmiş söylemler ardına gizlenmiş varsayımlar ve altta yatan ilişkileri ahlaksızca açığa vurarak oldukça “radikal” olabilir. Bununla birlikte bu radikallik, asla politik sonuçlarda ifade bulamaz: yukarıda sunulduğu gibi, “suç” karşıtı retoriğin radikal anlamda reddedilişi, cezanın onaylanmasına, neoliberalizmin radikal eleştirisi de pragmatist anlamda yapısal ayak uydurmaya dönüşür. Sanki teori ve politika arasında, ikincisini birincisinden ayıran sihirli bir bariyer varmış gibi. Akla Wilhelm Reich’in bir zamanlar söylediği bir şey geliyor: ‘Yaşamdan mutluluk diliyorsun, fakat güvenlik senin için daha önemli’. Lacancıların mutluluğa doğru odaklanmış “radikal” bir teorileri var fakat politik anlamda önemsedikleri öncelikli şey güvenlik. Politik olarak geçerli olmayan bir eleştiri ile meşgul oldukları sürece Lacancılar toplumsal sistemi eleştirecek ve onun karşısında olacaklar; fakat iş bir kere pratik sorunlara geldi mi, “düşünmeme emri”, işlev kazanacak.
Bu “sihirli” bariyer, mitin mazeret işlevidir. Belirli durumlar ve yüksek seviye soyutlamalar arasındaki kısa devre, politik olarak sonuçlar doğurucu türdendir. Var olan bir kötülük, “ortak seviye” ile bir analiz içine yerleştirildiğinde karşı çıkılabilir, yıkılabilir durumdadır, fakat Lacancı teori, pratikte, değişimi engelleyen bir “daima” ekleme eğilimine sahiptir. Bu tip bir değişim, Lacancı teorinin konumlandırdığı temel matrisi etkilemez çünkü bunun tarih-üstü işlediği varsayılır. Bu yolla, Lacancı teori bir mazeret gibi hareket eder: politikleşmiş radikalizmin birçok tehdidi karşısında sistemi aşılamak için pek az teorik radikalizm önerir. Laclau ve Mouffe’un versiyonunda, bu, klasik Barthescı biçimi alır: “evet, liberal demokrasi, şiddetli dışlamaları içerir, fakat kendi dışındaki gerçeğin çölü ile karşılaştırıldığında bu nedir ki?” Žižekçi versiyon daha karmaşıktır: “evet, devrim olabilir fakat devrimden sonra kişi, şimdinin pragmatik görevlerine dönmelidir”. Žižek’in metinlerinde güzel bir örnek vardır. Yazar, eski Yugoslavya’da devletin bir askere, gönüllü yemin etmesi için doğudan, mecburi emir verdiği –başka bir deyişle ittifaka zorladığı– olayın mükemmel bir Kafkaesk analizini yapar. Sonra da, daima böyle bir “zorunlu seçim” anı olduğu ve kişinin kendisini sonunda psikoz ve totaliterlik içinde bulmaması için bu andan kaçmaya kalkışmaması üzerinde ısrar ederek, bu örneğin etkisini mahveder. Lacancı teorinin politik işlevi, şimdiyi mit gibi kodlayarak eleştiriyi imkânsız hale getirmesidir.
Lacancı teoride, Deleuze’ün tarihin olumsuzluğa her indirgenişinde aktif olduğunu söylediği ‘korkunç muhafazakarlık’ı çağrıştıran, çıkmaza sokan bir muhafazakarlık tehlikesi vardır. Çağdaş kötüye bir “daima” eklenmesi, bir “irade kötümserliği”ne, “düşüncenin şimdiye baskıcı bir şekilde indirgenişi”ne denk düşer. Žižek bir şeyi engelliyormuş gibi görünen bir nesnenin hali hazırda işlevsel olan kurucu eksikliği materyalleştirmekten başka bir şey yapmadığını söylerken, örneğin Stavrakakis, sebepler bulmaya, dolayısıyla da problem çözmeye kalkışmanın her zaman fantazmatik olduğunu öne sürer. Bu, kesin bir şekilde belirli bir reform olasılığı için muhafazakar bir tutumun gerekliliğini şart kılmazken, muhafazakar sonuçlar doğurabilecek “ütopyacılığa” karşı düşmanlık ve tutarsızlık tehlikesi yaratır. Lacancılar kurucu yoksunluğa inandıkları gibi artı değer ve olumsallığa da inanıyorsa, ikisini ayrıştırmak için bir standart yok. İnsan hangi toplumsal engellemelerin kurucu eksiklikten, hangilerinin olumsallıktan kaynaklandığını söyleyemiyorsa, hepsinin ikincisinin türünde olmadığını nereden bilebilir ki? Ve kurucu eksiklik diye bir şey varsa bile, Lacancı teori, neo-fobisi ve hatta reaksiyonel etkisi olan “yanlış tanı” riski içerir. Hayali bir örnek verirsek, 1788’de Fransa’da yaşayan bir Lacancı, büyük olasılıkla demokrasinin ütopyacı, fantazmatik bir ideal olduğunu düşünecek ve ancién regime’in pragmatik bir yeniden yorumuna razı gelecekti. Laclau ve Mouffe’un işçi meclislerine karşı düşmanlığı ve Žižek’in devletin ve bir Partinin gerekliliği konusundaki ısrarı, bu neo-fobi eğilimini örnekler. Lacancı teorinin bu yaygın olumsuzluk ve kinizmi, kurucu eylem için pek bir temel sunmaz. Radikal dönüşüm dışında, kişi, statükonun en kötü yanlarının muhafazakarca problem olmaktan çıkarılmasını içeren bir “sınırlama” pragmatiği ile baş başa kalır. Başvurduğu eylemsizlik, öne sürdüğü şeyleri, dönüşümcü eyleme karşı bir bariyer gibi hareket ederek kendini gerçekleştiren bir kehanet kılardı.
Sonuç olarak, “kurucu eksiklik”in politik teorisi, analitik bir proje tutarlılığı göstermez; teorik ve politik anlamda, radikal teoriler anlamında iddiaları için yeterlilik sunmaz. Barthescı mantıkla mitsel söylem işlevi üzerinden kurulmuş merkezi kavramlara dayanır ve sonuçta karmaşık meselelerle meşgul olmak için yeterli açıklığı sunmaktan acizdir. Eğer politik teori post-yapısalcı olumsallık kavramlarından yararlanacaksa, olumsuzlama kavramları aktif ve olumlayıcı olan Deleuze ve Guattari’nin öne sürdüğü örneklere bakmak onun için daha iyi olacaktır. Tam tersi bir şekilde, “kurucu eksiklik” fikri, Lacancı teoriyi, sesi en çok çıkan destekçisi Žižek’in “fanteziler vebası” olarak yargıladığı şeye dönüştürür.
Andrew Robinson
Çeviri: I. Y.
* placebo: ilaçmış gibi verilen fonksiyonsuz madde, yalancı ilaç. (-ç.n.)
** Bununla birlikte, okuyucu için iki uyarı ekleyeceğim. Öncelikle, “Lacancı” tabiri, Lacan’ın kendisini yorumlamak ile ilgili değil, paradigmanın parametrelerini nitelemek için kullanıldı. İkinci olarak, “paradigma” ifadesi, kendi çerçevesinde içsel olan anlaşmazlıkların varlığını dışarıda bırakmıyor. Dolayısıyla (örneğin) Žižek ve Laclau arasındaki büyük görüş ayrılıklarının varlığını reddetmiyor, görüş ayrılıklarının bu kişilerin ortak olarak sahip olduğu temel metodolojik ve metateorik paradigmalar çerçevesinde yer aldığını öne sürüyorum.
Referanslar
Zupančič, Alenka, The Ethics of the Real: Kant, Lacan (London: Verso, 2000).
Lacan, Jacques, Le Séminaire VII (London: Routledge, 1988), 11.
Mouffe, Chantal, The Return of the Political (London: Verso, 1993), 113.
Žižek, Slavoj. The Plague of Fantasies (London: Verso, 1997), 213.
Žižek, Slavoj. "Eastern Europe's Republics of Gilead," New Left Review 183 (1990), 50-62, 54.
Stavrakakis, Yannis, Lacan and the Political (London: Routledge, 1999), 87.
Mouffe (1993), 51, 53.
Newman, Saul, From Bakunin to Lacan. Anti-Authoritarianism and the Dislocation of Power (Lanham, MA: Lexington Books, 2001), 51. (Türkçesi Bakunin’den Lacan’a Anti-otoriteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu, Çev. Kürşad Kızıltuğ, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2006.)
Stavrakakis, Yannis, "Re-Activating the Democratic Revolution: The Politics of Transformation Beyond Reoccupation and Conformism," Parallax 9: 2 (2003): 56-71, 56.
Mouffe, Chantal, The Democratic Paradox (London: Verso 2000), 21. (Türkçesi Demokratik Paradoks, çev. A. Cevdet Aşkın, Ankara: Epos Yayınları, 2002)
Mouffe, Democratic Paradox, 129-30.
ibid., 105.
Mouffe, Return of the Political, 127, 149.
ibid., 3-4.
ibid., 110.
ibid., 113, 118.
Laclau, Ernesto, Emancipation(s) (London: Verso, 1996), 114. (Türkçesi Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, Çev. Ertuğrul Başer, İstanbul: Birikim Yayınları, 2003)
Butler, Judith, Ernesto Laclau and Slavoj Žižek, Contingency, Hegemony, Universality (London: Verso, 2000), 199.
Žižek, Slavoj, Did Somebody Say Totalitarianism? (London: Verso, 2001), 237-8. (Biri Totalitarizm mi Dedi? Çev. Halil Nalçaoğlu, Ankara: Epos Yayınları)
Žižek, Slavoj, "Repeating Lenin" online (2001), http://www.lacan.com/replenin ; Žižek, Slavoj, and Renata Salecl, "Lacan in Slovenia", in Peter Osborne (ed.), A Critical Sense: Interviews with Intellectuals (London: Routledge 1996), 21-44, 41-2. (“Slovenya’da Lacan”, Eleştirel Bakış: Entelektüellerle Söyleşi, Elçin Gen, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 1999 içinde).
Žižek, Slavoj, The Fragile Absolute (London: Verso 2000), 122. (Kırılgan Mutlak, çev. Mehmet Öznur, İstanbul: Encore Yayınları: 2003)
Žižek, Slavoj, interview with Doug Henwood, in Joel Schalit (ed.), The Anti-Capitalism Reader. Imagining a Geography of Opposition (New York: Akashic Books 2002), 80.
Butler et. al., 92.
Žižek, Plague of Fantasies, 74.
Žižek, Slavoj, The Ticklish Subject (London: Verso 1999), 281. (Gıdıklanan Özne, Şamil Can, Ankara: Epos Yayınları 2005)
Butler et. al., Contingency, 326.
Mouffe, Democratic Paradox, 43.
Mouffe, Return of the Political, 145.
Vaneigem, Raoul, The Revolution of Everyday Life (London: Left Bank/Rebel Press, 1994), 178-9. (Gündelik Hayatta Devrim – Gençler İçin Hayat Bilgisi, Çev. Ali Çakıroğlu – Işık Ergüden, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996)
Žižek and Salecl, 32.
Žižek, Slavoj, "Identity and its Vicissitudes", in Ernesto Laclau (ed.), The Making of Political Identities (London: Verso 1994), 40-75, 57, 61. (Siyasal Kimliklerin Oluşumu, çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Sarmal, 1995)
Žižek, Slavoj, The Abyss of Freedom (Ann Arbor, MI: Michigan University Press, 1997), 72-3.
Žižek, Slavoj, "Afterword: Lenin's Choice", in V.I. Lenin and Slavoj Žižek, Revolution at the Gates: Selected Writings of Lenin from 1917 (London: Verso 2002), 167-336, 244.
Žižek, Slavoj, Welcome to the Desert of the Real (London: Verso 2002), 129.
Glynos, Jason, "There is no Other of the Other: Symptoms of a Decline in Symbolic Faith, or, Slavoj Žižek's Anti-Capitalism," Paragraph 24: 2 (2001), 78-110, 98, 109.
Barthes, Roland, Mythologies (London: Vintage 2000), 143, my emphasis. (Çağdaş Söylenler, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Metis Yayınları, 3. Basım: Mayıs 2003)
Barthes, Roland, The Fashion System (London: Jonathan Cape 1985), 232.
Korzybski, Alfred, Science and Sanity (fifth ed., Englewood: Institute of General Semantics, 1994).
Barthes, Roland, The Eiffel Tower and Other Mythologies (Berkeley: University of California Press, 1997), 59.
Barthes, Mythologies, 43-6.
Žižek, Plague of Fantasies, 208.
Laclau, Emancipation(s), 57.
Žižek, Slavoj, "Eastern European Liberalism and its Discontents", New German Critique 57 (1992), 25-49, 27.
Žižek, "Vicissitudes", 71.
Mouffe, Return of the Political, 1-2.
Butler et. al., 239-40.
ibid., 244.
ibid., 248.
Žižek, "Identity", 62-3.
ibid., 74; Reich, Wilhelm, Listen, Little Man! (New York: Farrar, Straus and Giroux, 1974), 30-1. (Dinle, Küçük Adam! Çev. Yüksel Pazarkaya, İstanbul: Cem Yayınları, 2006)
Butler et. al., 26-7.
ibid., 155-6.
LaCapra, Dominick, "Trauma, Absence, Loss," Critical Inquiry 25 (1999), 696-727, 698.
ibid., 719.
ibid., 700.
Bensaïd, Daniel, "Operation 'Bullshit Unlimited'", International Viewpoint 343 (2002), 7-9, 7.
Stavrakakis, Lacan and the Political, 63-4.
ibid., 84-5.
Laclau, Ernesto, and Chantal Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy (London: Verso, 1985), 125-9. (Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev. Ahmet Kardam, Doğar Şahiner, İstanbul: İletişim Yayınları, 1992)
Barthes, Eiffel Tower, 61.
ibid., 152-3.
Žižek, "Republics of Gilead", 53.
Žižek, "Vicissitudes", 43, 59.
ibid., 50.
cited in Bufe, Chaz (ed.), The Heretic's Handbook of Quotations (expanded ed., Tucson, AZ: See Sharp Press, 1995), 188.
Laclau, Ernesto, New Reflections on the Revolution of our Time (London: Verso 1990), 97.
Newman, 53.
Laclau, "New Reflections", 98.
Stavrakakis, Lacan and the Political, 12.
Newman, From Bakunin to Lacan, 10.
Laclau, New Reflections, 27.
Mouffe, Return of the Political, vii.
e.g. Laclau, New Reflections, 186.
e.g. Newman, From Bakunin to Lacan, 77, 149.
Mouffe, Democratic Paradox, 21.
Wittgenstein, Ludwig, Philosophical Investigations (Oxford: Basil Blackwell, 1967, orig. 1953), part 1 section 67, 32e. (Felsefi Soruşturmalar, çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis 2007).
Stavrakakis, 'Re-activating the Democratic Revolution', 69.
Butler, Judith, Bodies that Matter (New York: Routledge, 1993), 196.
Laclau, Ernesto, and Chantal Mouffe. Hegemony and Socialist Strategy (London: Verso, 1985), 145, 193; c.f. Newman, From Bakunin to Lacan, 153.
Newman, From Bakunin to Lacan, 50-1.
Stavrakakis, Lacan and the Political, 87.
Laclau, New Reflections, 17.
Žižek, Slavoj, Organss Without Bodies: On Deleuze and Consequences (New York: Routledge 2004), 35.
Mouffe, Democratic Paradox, 130-2; Newman, From Bakunin to Lacan, 144.
Žižek, Slavoj. Enjoy Your Symptom: Jacques Lacan in Hollywood and Out (New York: Routledge, 1992), 74.
Laclau, New Reflections, 17.
Butler in Butler, Laclau and Žižek, Contingency, Hegemony, Universality, 152.
Butler, Bodies that Matter, 207.
Žižek, Plague of Fantasies, 217.
Žižek, Enjoy Your Symptom, 81.
Dallmayr, Fred., 'Hegemony and Democracy: A Review of Laclau and Mouffe', Philosophy and Social Criticism 13 (1987), 283-96, 287, 292-3.
Newman, From Bakunin to Lacan, 142.
Butler, Bodies that Matter, 198.
Newman, From Bakunin to Lacan, 142.
Žižek, Plague of Fantasies, 199.
Žižek, Slavoj, "In His Bold Gaze my Ruin is Writ Large", in Slavoj Žižek, ed., Everything you Always Wanted to Know about Lacan (but were Afraid to ask Hitchcock) (London: Verso, 1992), 211-72, esp. 248-9.
Žižek, "In His Bold Gaze", 212-13; Žižek, Plague of Fantasies, 78-80.
Reich, Wilhelm, Character Analysis (London: Vision Press, 1948), 459, 461, 398, 427. (Kişilik Çözümlemesi, Çeviren Bertan Onaran, İstanbul: Payel Yayınları, 1997).
Postman, Neil, and Charles Weingartner, Teaching as a Subversive Activity (Harmondsworth: Penguin, 1969), 42.
Postman and Weingartner, Teaching as a Subversive Activity, 103.
Pateman, Trevor, Language, Truth and Politics (Newton Poppleford: Trevor Pateman and Jean Stroud, 1975), 14.
Korzybski, Alfred, Science and Sanity, 5th ed. (Englewood: Institute of General Semantics, 1994, orig. 1933).
Guattari, Félix, The Guattari Reader, ed. Gary Genosko (Oxford: Basil Blackwell, 1996), 206.
Reich, Character Analysis, 336.
Reich, Character Analysis, 209.
Reich, Character Analysis, 214.
e.g. Žižek, "Lenin's Choice", 253; Žižek, Did Somebody Say 'Totalitarianism?', 149-50.
Žižek, in Butler, Laclau and Žižek, Contingency, Hegemony, Universality, 244.
Žižek, "Eastern Europe's Republics of Gilead", 51-2.
Žižek, "Eastern Europe's Republics of Gilead", 53.
LaCapra, Dominick, "Trauma, Absence, Loss", Critical Inquiry 25, 626-727, 699, 721.
Reich, Character Analysis, 221-2.
Reich, Character Analysis, 246-7.
Butler, Bodies that Matter, 206.
Žižek, Slavoj, "What can Lenin Tell Us about Freedom Today?", Rethinking Marxism 13:2 (2001), 1-9, 6.
Žižek, Ticklish Subject, 154.
e.g. Žižek, Sublime Object of Ideology, 211-12.
Žižek in Butler, Laclau and Žižek, Contingency, Hegemony, Universality, 250.
Žižek, Slavoj, Tarrying with the Negative (Durham, NC: Duke University Press, 1993), 49.
Žižek, Enjoy Your Symptom!, 103.
Callinicos, Alex, "Review of Slavoj Žižek, The Ticklish Subject, and Judith Butler, Ernesto Laclau and Slavoj Žižek, Contingency, Hegemony Universality", Historical Materialism 8 (2001), 373-403, 394.
Laclau, Emancipation(s), 57.
"Letter to Ernesto", in Laclau, New Reflections, 157.
Mouffe, Return of the Political, 66-9.
E.g. Žižek, Slavoj, "Postface: Georg Lukács as the Philosopher of Leninism", in Georg Lukács, A Defence of "History and Class Consciousness". Tailism and the Dialectic (London: Verso 2000), 251-82, 253-4; Žižek, Did Somebody Say Totalitarianism?, 77-8; Žižek, The Ticklish Subject, 212, 375-8.
Žižek, in Butler, Laclau and Žižek, Contingency, Hegemony, Universality, 256-7.
Nielsen, Kai, "Morality, Marxism and the Ideological Functions of Morality", Occasional Review 8 (1978), 165-82, 168-70.
Deleuze, Gilles, Difference and Repetition (London: Continuum Press, 1994), 50-4.
Deleuze, Gilles, and Félix Guattari, Anti-Oedipus, trans. Richard Hurley et al. (New York: Viking Press, 1977), 26.
Bey, Hakim, T.A.Z., Temporary Autonomous Zone: Ontological Anarchism, Poetic Terrorism (New York: Autonomedia 1991), 37, 78. (T.A.Z, Geçici Otonom Bölgeler, Çeviren: Rahmi G. Öğdül, Stüdyo İmge Yayınları, 2002)
Žižek in Butler, Laclau and Žižek, Contingency, Hegemony, Universality, 326; Žižek, "Lenin's Choice", 311.
Reich, Wilhelm, Listen, Little Man!, 27.
c.f. Barthes, Roland, Eiffel Tower, 41-2.
Žižek, Sublime Object of Ideology, 165-6.
Deleuze, Difference and Repetition, 53.
Stavrakakis, Lacan and the Political, 87.
Žižek, Enjoy Your Symptom!, 89.
e.g. Laclau and Mouffe, Hegemony and Socialist Strategy, 178; Žižek, "Lenin's Choice", 296-7; Žižek, Plague of Fantasies, 157.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder