9 Mart 2011 Çarşamba

Nietzscheci Anarşizmin Düşündürdükleri

Postyapısalcı anarşizm olarak da adlandırılan, Nietzsche’nin düşüncesinin özgürlükçü yorumuna dayalı bir anarşizm yaklaşımı son birkaç on yıl içerisinde yeni radikal sol olarak tanımlanabilecek çevrelerde geniş bir ilgi gördü. Esas olarak Deleuze ve Foucault’nun kısmen de Lyotard’ın görüşlerine yakın olan bu yaklaşım büyük ölçüde pozitivist ve bilimci olan XIX. yüzyılın klasik anarşizminden farklıydı (bu konuda Virgül’ün 33. sayısında yer alan “Klasik Anarşizmden Postyapısalcı Anarşizme” adlı yazıma bakılabilir). Yeni anarşizm XIX. yüzyıl ve XX. yüzyılın ilk yarısında egemen olan disiplin toplumuna karşıydı ve devlet eleştirisine saplanıp kalan eski anarşizmden farklı olarak iktidar ilişkilerinin üretildiği toplumsal alanları, kurumları sorguluyordu. Daha geniş bir planda kapitalizm öncesinin de tüm baskıcı pratikleri ve ideolojileri eleştirilmekteydi.
Nietzsche’ci anarşizme göre hâkim ideolojiler insandaki yaşamsal gücü, hayatiyeti körelten ölümcül içgüdülerden beslenir. Yaşamı olumsuzlama, kastrasyon, kendini köreltme, bedeni hor görme, dünyadan el etek çekme, acı çekme, ciddiyet, katılık, haset ve suçluluk duyguları, tutkuların ve içgüdülerin bastırılması, nihilizm, kötümserlik, kendini unutma, kadercilik, fedakârlık, kendini adama ve kurban etme eğilimleri tarih boyunca egemen güçler tarafından desteklenmiştir. Anarşist kuramcı Onfray bütüncü ideolojilerin bireyin özgürlüğünün önündeki en büyük engel olduğunu söyler. Toplumsal sözleşme teorileri, pozitivizm, bilimcilik, ulus, din, sosyalizm, devlet, faşizm, toplum, sınıf ve ırk bireyi baskı altında tutmayı amaçlayan disipliner rejimlerin kullandığı araçlardır. Kolektif yapılar her dönemde bireysel bedeni kırıp büküp hizaya getirmeye çalışmışlardır. Devlet, okul, hapishane, akıl hastanesi, kışla, fabrika vb. kurumlar bireyi otoriter bir toplumsal makinanın parçaları olmaya zorlamaktadırlar. Çalışmayı ve üretimi birinci sıraya koyan kapitalist toplum gerçeklik ilkesi adına hazzı ertelemekte, ölüm içgüdüsünü güçlendirmektedir. Kapitalizmin tek boyutlu birey tipi beyaz, yetişkin, Batılı, Hıristiyan, heteroseksüel ve evlidir. Sağ ideoloji bütüncü ve tekçidir, çoğulculuğa karşıdır, toplumu homojenleştirmek, bireyleri otoriter bütünlere tabi kılmak ister. İş, aile, vatan muhafazakâr sağ ideolojinin kavramlarıdır.
Nietzsche’ci anarşizm toplumsal kurumlara karşı özgür, otonom, kendiyle barışık bireyi ön plana çıkarır. Hayata, canlılığa, enerjiye, sağlığa, güce, iradeye, arzuya, kendini sakınmamaya, zevk almaya, coşkuya, dansa, hareket halinde olmaya önem verir. Ölüm içgüdüsü karşısında yaşamın kutsanması, erosu sahiplenen bir hazcılık, bireyin yaşamsal enerjisini sınırsızca tükettiği coşku halleri, karnavallar, ayinler bu yaklaşımın önemli temalarıdır. Bedenin politikası çerçevesinde içgüdüsel, libidinal, moleküler, psişik, göçebe, tutkusal, iradî olan öne çıkarılır. Aykırılık ve başkaldırı temelinde bir araya gelen bireyler arasındaki iletişim, tarihi noktalayacak bir toplumsal devrim düşüncesinin karşısına konur. Stirner’in radikal bireyciliğinin bir parçası olan “egoistler birliği” önerisi, Bakunin’in özgürlükçü Diyonizosçuluğu bu yaklaşımın klasik anarşist literatürdeki referans noktalarıdır. Öte yandan mevzisel sınıf savaşının yerine gündelik yaşamda bir tür “gerilla savaşı”nın önerilmesi hız ve harekete, yer değiştirmeye özel bir önem verilmesini beraberinde getirir. Anarşist teorisyen Perez’e göre yavaşlık statik durumlara, noktalara, yapılara götürür. Anarşistler ise sürekli hareket halinde, göçebe bir varoluşu sürdürürler. Hız, noktaları çizgilere, akışlara, kaotik yoğunluklara dönüştürür. Anarşistler hiçbir yerde yurttaş vasfı kazanacak kadar uzun süre kalmazlar.
Yukarıda bahsedilen türden eleştiriler daha çok eskinin katı, merkezî olarak örgütlenmiş, görece hareketsiz kapitalist toplumunu hedef alır. Foucault’nun teorisinin konusu olan toplum eski disiplin toplumudur. Günümüzün postmodern toplumu ise Nietzsche’ci anarşizmin eleştirdiği birçok konuda esnek, liberal, özgür bir görünüm sergilemektedir. Onfray hazcılığın, güç istencinin yeni tüketim kapitalizmine eklemlenebileceği riskinden bahseder. Aynı şekilde sağlıklılık, enerji, etkinlik, performans kapitalist üretkenlikle pekâlâ bir arada var olabilecek olgulardır. Perez ise yeni toplumda arzunun üzerindeki baskının önce bilinçli olarak kaldırılarak arzunun tüketim alanlarına yönlendirildiğini, sermayenin kodlayabildiği ve kontrol altında tutabildiği sürece arzu akışlarına izin verdiğini, hatta teşvik ettiğini söyler. Böylece sermaye arzuyu sonra lokalize etmek hedefiyle önce yersizleştirir. Marjinal, aykırı olan konumlar medya tarafından egemen bir anlam çerçevesi içine yerleştirilerek sunulur. Bu nedenle anarşistler özgürlükçü arzularının aile, kilise, ordu, iş, okul vb. kurumlar tarafından denetim altına alınmasına izin vermemeli, kendilerini  ifade biçimleri tanımlanır hale gelir gelmez konumlarını bozmalıdırlar.
Postmodern toplumu tüketimsel asimilasyonculuk bağlamında eleştirmesine karşın Nietzsche’ci anarşizm esas olarak eski disiplin toplumunu hedef alır. Bu yaklaşımın üç klasikleşmiş eserine bakıldığında (Deleuze-Guattari, “Anti Ödipus”; Foucault,  Gözetim Altında Tutma ve Cezalandırma: Hapishanenin Doğuşu; Lyotard, “Libidinal Ekonomi”), bu kitapların katı, bürokratik yasakçılığa karşı çıkan 1968 ruhunu içlerinde barındırdıkları görülür. 1968 hareketi XIX. yüzyıldan kalma bürokratik üniversite modeline, merkezî, hantal, katı, kuralcı siyasî kurumlara, arzunun, cinselliğin baskı altında tutulmasına, geleneksel aile modeline karşıydı. 1968 her ne kadar eskinin bürokratik komünist partilerine karşı olsa da kendini geleneksel ortodoks söylemden kurtaramamış uç solun (Leninistler, anarşistler, Maocular) öncülüğünde gerçekleşen bir postmodern demokratik devrimdi. 1968 hareketi tüketim ve dolaşımın sınırsızca genişlemesinin önünde bir engel haline gelen eski bürokratik üretim toplumunun yerine ademi merkeziyetçi, esnek postmodern tüketim toplumunun geçmesi sürecinde bir katalizör işlevi görmüştür.
Çekirdek ailenin parçalanması, üretimin ‘düşgücü’ üreten sektörlere kayması, katı cinsel rollerin sarsılması, kadınların özerk bireyler olarak üretim ve tüketime kitlesel olarak katılması ve birçok ‘demokratik’ gelişme postmodern dönemde gerçekleşmiştir. Bu dönüşümün ekonomik temeli 1950’lerden başlayarak kapitalizm tarafından hazırlanmaktaydı. Süreci politik/kültürel olarak hızlandırmak ise 1960’lı yılların yeni sosyal hareketlerine, hipilere, 1968’lilere nasip oldu.
Şimdi postyapısalcı düşünürlerin vaktiyle özgürlükçü çevreleri derinden etkileyen temalarına bir göz atabiliriz. Eros, libido, cinsel enerji bir dönem Marksist Freudçuluğun, Reich’ın, Marcuse’nin gözde konularıydı. Baudrillard’ın da belirttiği gibi o dönemde arzu ve iktidar birbirlerine karşıt olgular olarak ele alınır, ölüm içgüdüsünü destekleyen, cinsel içgüdüleri bastıran kapitalizm karşısında erosun demokrasinin ve özgürlüğün yandaşı olduğu düşünülürdü. Arzuya neredeyse metafizik bir anlam yükleyen, ona devrimci, yıkıcı bir misyon atfeden postyapısalcı düşünürlerin görüşleri de eskinin cinselliği baskı altına alan kapitalist toplumu hedef alınarak oluşturulmuştur. Oysa 1960’ların cinsel devrimini çoktan gerilerde bırakan postmodern kapitalizm bugün cinselliğin yok olmakta olduğu bir evreye ulaşmıştır. Cinselliğin bir simülasyona dönüştüğü günümüzde bireyden beklenen cinsel ve libidinal enerjisini (elbette ilgili ürünler ve psişik hizmetlerden de yararlanarak) sonuna kadar kullanmayı öğrenmesi ve bedeninin bir zevk aracı olduğunun bilincine vararak onu optimum bir biçimde yönetmesidir. Arzu mu? Ama artık o kendine ait gönderenlerin yok olduğu bir efekt haline gelmiştir. Bilinçaltı mı? Çoktandır teknik olarak tanımlanan bir katmana indirgenmiştir. Eskinin bedeni mengene içinde tutan kapitalizminden farklı olarak postmodern kapitalizm hızlandırılmış dolaşım ve değişim ağı içinde sürekli hareket halindeki bir tüketici bedeni teşvik etmektedir. Bu beden zihinsel üretime dayalı yeni kapitalizme ait psişik, duygusal, libidinal, içgüdüsel, arzusal, cinsel bir toplumsallaştırma modeline denk düşmektedir. Sermaye nasıl hareket halinde ve sonsuz biçimler altında var oluyorsa sermayenin izdüşümü olan beden de kendini çeşitli dışsal ve içsel ifadelerin çoğulluğu içinde ortaya koymaktadır. Yine eski kapitalist toplumdan farklı olarak postmodern toplum yaşamı olumsuzlama, bedeni hor görme, çilecilik, katılık, ciddiyet, içgüdülerin bastırılması, kendini adama, aile, heteroseksüellik gibi konumları kategorik olarak desteklemiyor. Hatta tersine “bedenin dışa açılması” politikası çerçevesinde gülmeyi, eğlenceyi, festivalleri, farklı cinsellikleri, tek başına yaşamayı tüketimsel çoğulculuğun birer parçası olarak değerlendirip onaylıyor.
Tüm bunlara karşın Nietzsche’ci anarşizmin postmodern kapitalizmin ihtiyaç duyduğu türden bir özgürlük ideolojisine hizmet ettiğini söylemek yanlış olur. Bunu yapmak “sağ postmodern teorilere” düşecektir. Bu bağlamda postyapısalcılık ve onu takip eden postmodernizm arasındaki ilişki dadacılık ile sonraki sürrealizm arasındaki ilişkiye benzer. Birincisinin isyankârlığı ve aykırılığı ikincisinde bir hoşluğa ve sistemle uzlaşmaya dönüşür. Postmodern topluma denk düşen ideoloji neoliberal bir bireycilik, tüketime ilişkin bir çeşitlilik ve çoğulculuk ve hümanist bir insan hakları söylemidir. Nietzsche’ci anarşizmin önerdiği bireysellik ise radikal, otorite karşıtı bir bireyselliktir. Bu anarşizmin yetersizliği kendini eski disipliner topluma karşı olma ekseninde tanımlamış olmasında yatar. Oysa bu toplum son birkaç on yıllık süreçte merkezî, monolitik iktidarın binlerce mikro iktidar ilişkisi içinde dağıldığı ve böylece iktidarın ‘görünmez’ hale geldiği esnek postmodern topluma dönüşmüştür. Gerçi postyapısalcı düşünürler bu yeni toplum üzerine eleştirel yazılar yazmışlardır, ama örneğin mikro iktidarların/direnişlerin teorisini yapan Foucault 1970’lerin başlarında yazdığı yazılarda mikro direnişlerin proletaryanın mücadelesinin bir parçası olduğunu söyleyebilmekte, halkın kendiliğinden mücadeleyle doğruyu bulabileceğini iddia etmektedir.
Oysa 1960’larda postmodern toplumun kurulmasıyla birlikte büyük siyaset bitmiş, yeni toplumun kurulması sürecinde yükselen mikro siyaset ise 1970’lerin sonundan itibaren iyice zayıflayarak artık bir işlevi kalmayan parlamenter sistem içinde merkeze yakın bir konuma yerleşmiştir. Foucault hayatının son döneminde Baudrillard’ın ‘cool’ bir biçimde, büyüsüne kapılarak anlattığı postmodern toplumun siyasetsizleştirici siluetini gördü ve bunun acısını hissetti; bunun yükünü dostluk ve sempati ilişkilerine sığınarak hafifletmeye çalıştı.
Postyapısalcı anarşizm hâlâ postmodern toplumun radikal eleştirisine yönelik en önemli kuramlardan biri olma özelliğini sürdürüyor. Yapılması gereken arzu, bireysellik, göçebelik, mikro politika vb. konularda radikal özgürlükçülük ile postmodern tüketimsel özgürlük arasındaki farkları tanımlayabilmektir. Gerçeği söylemek gerekirse bugün tüketim ideolojisinin nüfuz etmediği bir özgürlük alanı bulmak çok zordur. Yine de bireysel, moleküler olandan yola çıkan mikro politika, bugün çok zayıflamış olsa da, eleştirel duruşların/yaklaşımların yeşerebileceği tek alandır. Öte yandan mikro politikayı bugün yok olma noktasına getiren süreç makro politikayı imkânsızlaştıran süreçtir aynı zamanda. Nietzsche’ci anarşizmin atması gereken bir diğer adım Nietzsche ile açık bir şekilde hesaplaşmaktır. Nietzsche siyasî anarşiye karşıdır; ezilenleri, güçsüzleri sevmez; efendileri, seçkin bir yönetici eliti savunur; bireyselliği benmerkezci, otoriter tonlu, kadınları dışlayan ve aşağılayan bir bireyselliktir.
Mikro politika büyük politikanın sona ermekte olduğu 1960’larda bireysel, gündelik yaşam alanlarını iradî bir biçimde değiştirmek isteyen muhalif aydınlar için bir cazibe kaynağıydı. Güç istenci ve kendini her şeyi yapmaya muktedir görmeye dayalı bir bireysellik bu koşullarda gelişti. Ama güç ancak özgürlükçü bir atmosfer içinde ve yüksek sesle söylenmesine gerek olmadığında demokratik bir işleve sahip olur. 1980 sonrasında olduğu gibi kapitalizmin mikro muhalefet alanlarını asimile edip bireyi hiçleştirdiği bir ortamda muzafferane bir psikoloji içinde bireysel alanlardaki girişimleri büyük bir toplumsal dönüşümün merkezi olarak görmek bireyler arasında otorite ilişkilerinin güçlenmesine yol açar. Sadece kendi yıkımlarının içinden konuşan titrek seslerin birlikteliği, çaresizliklerini gizlemeye gerek duymayan kaybetmişlerin birlikteliği özgürlükçü ilişkilerin kurulması yolunda bir umut ışığı olabilir. Onun için Nietzsche’ci anarşizmin yüzünü, coşku ve neşenin yanı sıra, hatta bunlardan daha çok acıya dönmesinde yarar vardır.
 Yaşar Çubuklu
DEĞİNİLEN KİTAPLAR
Rolando Perez On an(archy) and Schizoanalysis Autonomedia, 1990.
Michel Onfray “Les vertus de la foudre” Journal hédoniste II Éditions Grasset & Fasquelle, 1998.
Michel Onfray Politique du rebelle Traité de résistance et d’insoumission Éditions Grasset & Fasquelle, 1997.
Jean Baudrillard Foucault’yu Unutmak çev. Oğuz Adanır Dokuz Eylül Yayınları, 1998.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder