Olanlar oldu artık, afsunuma,
Kendi gücümle, kalakaldım.[1]
Prospero
Latinler doğum anında her insanın koruyucusu olan ilaha Genius derlerdi. İtalyancada sözcüğün etimolojik kökeni açıktır ve günümüzde de genio[2] ve generare[3] sözcükleri arasındaki yakınlıkta görülebilir. Genius’un generare ile ilgisinin olduğu, Latinler için her şeyden önce mükemmel bir ‘’evlilik’’ nesnesi olarak yatak, yani genialis lectus adlandırılmasından anlaşılmaktadır, çünkü üreme eylemi yatakta gerçekleşir. Doğum günü Genius için kutsaldır ve bu nedenle İtalyanlar bugün bile doğum gününü hala genetliaco[4] diye adlandırırlar. Doğum gününü kutlamak için hazırladığımız ziyafet sofraları ve verdiğimiz hediyeler, nefretlik ve sevimsiz olmasına rağmen, artık kaçınılmaz bir şekilde bütün doğum günü kutlamalarına eşlik eden Anglosakson etkili Happy Birthday nakaratına rağmen Romalı ailelerin üyelerinin doğum günlerinde Genius’a sundukları kurbanları, doğan hayrına verdikleri şeyleri ve yaptıkları kutlamaları hatırlatır. Horatius tanrılara armağan olarak sunulan katıksız şaraptan, iki aylık bir domuz yavrusundan, ‘’kurban olarak sunulmuş’’, yani kutsanmak için üzerine sos serpilmiş bir kuzudan söz eder ama bu kutlamaların kökeninde, yani özgün halinde güzel kokular yayan tütsüler, leziz ballı çörekler ve şaraptan başka bir şey kullanılmamış gibi gözükmektedir çünkü doğumu yöneten ilah Genius kanlı kurbanlar almaktan hoşlanmamaktadır.
‘’Benim Genius’umdur o, çünkü
beni dünyaya getirdi (Genius meus nominatur, quia me genuit)’’. Ancak,
mesele bundan ibaret değildir yani Genius cinsel enerjinin
kişiselleştirilmesinden ibaret değildi. Tabii ki, her erkeğin kendi Genius’u,
her kadının da kendi Iuno’su[5] vardı, her ikisi de dünyaya getiren ve
yaşamı sürekli ve ebedi kılan doğurganlığın belirtileridir. Ama varlık haline
gelen herkesin doğuştan getirdiği moral ve fiziksel özelliklerin tamamını
anlatan ingenium teriminde apaçık görüldüğü gibi Genius bir
şekilde kişinin yüceltilmesi, ilalaştırılmasıydı, kişinin tüm varlığını ifade
eden ve ona hâkim olup yol gösteren ilkeydi. Bu nedenle Genius için kutsal
sayılan vücut bölgemiz cinsel organların bulunduğu bölge değil, alındır;
kafamız karıştığı anlarda, neredeyse kendi kendimizi unutmuşuz gibi
hissettiğimiz anarda, farkına bile varmadan yaptığımız bir hareket olan elimizi
anlımıza götürme hareketi (unde venerantes deum tangimus frontem),
Genius kültünün ritüel hareketini hatırlatır. Tam da bu nedenle, bu ilah, belli
bir anlamda, bize en yakın ve en özel ilah olduğundan onu hoşnut edip
sakinleştirmek ve hayatın her anında ve her alanında ona ne isterse vermek
gerekir.
Herkesin kendi
Genius’unu eğlendirip hoş etmeyi bilmesi gerekir, bu nedenle Genius ile kurulan
gizli ilişkiyi mükemmel bir biçimde ifade eden Latince bir deyim vardır:
Indulgere Genio[6]. Genius’un isteklerine boyun eğmek, onu hoşnut etmek,
kendimizi onun ellerine bırakmak gerekir. Bizden istediği her şeyi ona vermemiz
gerekir çünkü onun gereksinimi bizim gereksinimimizdir, onun mutluluğu bizim
mutluluğumuzdur. Hatta bizim gereksinimlerimiz ve talepleriniz akıl dışı ve
kapristen öte şeyler değilmiş gibi göründüğünde bile, onun taleplerine hiç
itiraz etmeden kabul etmek en iyisidir. Eğer yazmak için o özel kağıda, o özel
kaleme, sol taraftan belli bir eğimle gelen o loş ışığa ihtiyacınız varsa
-Genius’un ihtiyacı varsa- her çeşit kalemin, kağıdın ve ışığın iyi olduğunu,
aynı işi görebileceğiniz söylemek faydasızdır. Eğer gök mavisi keten gömlek
olmadan (Tanrı aşkına! Memur yakalı beyaz gömlek asla olmaz!) yaşamaya
değmezse, eğer o siyah kağıtlı uzun sigaralar olmadan hayatınıza devam
edemeyecekmişsiniz gibi geliyorsa, bunların manilerden (manias),
takıntılardan ibaret olduğunu, artık büyüyüp olgunlaşmak, akıl yaşına ermek
gerektiğini tekrarlayıp durmak hiçbir işe yaramaz. Genium suum
defraudare yani kendi genio’muzu kandırmak, aldatmak, Latincede yaşamı
hüzünlü hale getirmek, kendi kendimizi zora sokmak anlamına gelir. Gözünü
ölümden ayıran yaşam genialis, yani dahice bir şeydir ve onu dünyaya getirmiş
olan genio’nun iteklenmesine, teşvikine hiç duraksamadan yanıt verir. Ancak, bu
çok yakın, kişisel ve mahrem ilah, aynı zamanda bizim içimizdeki en
kişiselleşmemiş şeydir, bizde bizi aşan ve bize fazla gelen şeyin
kişiselleşmesi olarak görülür. ‘’Genius bizden kaynaklanmayıp bize kaynaklık
etmiş olduğundan yaşamımızın ta kendisidir’’ Genius bizimle özdeşleşmiş gibi
görünüyorsa, bunun tek nedeni, kendimizden daha fazlası olmadığımızı anlamamız,
bize kendimizin, aşağı yukarı kendimiz olduğunu göstermek içindir. Genius’ta
örtük olarak bulunan insan anlayışını kavramak, insanın sadece Ben ve bireysel
bilinç olmadığını, doğumundan ölümüne kadar kişiselleşmemiş ve bireysellik
öncesi bir öğe ile birlikte yaşadığını anlamak demektir. İnsan iki aşamalı tek
varlıktır, karmaşık bir diyalektiğin sonucudur, bu diyalektik bir aşamada
(henüz) özellikleri bilinmeyen ve yaşanmamış bir taraf, öteki aşamada bireysel
deneyim ve yazgının etkisindeki bir taraf bulunur. Ancak, kişiselleşmemiş ve
özellikleri bilinmeyen taraf bir zamanlar, ilelebet ardımızda bıraktığımız ve
belleğimiz ile yeniden anımsayabileceğimiz kronolojik bir geçmiş değildir. O
her şeye rağmen, her zaman oradadır, bizim içimizdedir, bizimle birliktedir,
kötülükte ve iyilikte bizden ayrılamaz. Genius’un genç çehresi, uzun titrek
kanatları; onun tıpkı çocukken olduğu gibi, çok yakınımızda, içimizde soluk
aldığını ve hatırlanması çok güç bir şimdi gibi şakaklarımızda zonkladığını
hissettiğimiz, bizi ürpertip duran zamanı bilmediği anlamına gelir. Bu nedenle
doğum günü, geçmiş bir günün anması ve kutlanması olamaz. Tam aksine her gerçek
kutlama gibi, zamanın ortadan kaldırılması, kutsallığın görkemli bir şekilde
görünüşü ve Genius’un mevcudiyeti olabilir. Bu kaçınılmaz mevcudiyet, kendi
kendimizi tözsel bir kimliğe kapatmamızı engeller ve Genius Ben’in kendi
kendine yetme talebini ikiye böler.
Tinselliğin, her şeyden önce,
bütün özellikleriyle bireyleşmiş varlığın, tamamıyla bilinebilir olmadığı;
sadece muhafaza edilmesi değil, aynı zamanda da saygı duyulması gereken, bir
bakıma, tıpkı verdiğimiz taahhütleri yerine getirmemiz, borçlarımızı zamanında
ödeyip bitirmemiz gibi, gönlü hoş edilmesi ve onurlandırılması gereken,
özellikleri tam bireyleşmeyen belli bir gerçeklik yükü içerdiğinin farkında
olmamızı sağlayan bu bilinç olduğu söylenir. Ancak, Genius tinsellikten ibaret
bir şey değildir, sadece en soylu ve en yüksek olarak değerlendirmeye
alıştığımız şeyleri kontrol etmez. Bizde kişisel olmayan her şey yaratıcı
gücümüzle ilgilidir, yaratıcı gücümüzle ilgili olan, her şeyden önce,
damarlarımızdaki kanı hareket ettiren ya da uykuya dalmamızı sağlayan
kuvvettir, vücudumuza belli belirsiz bir ılıklık yayan hoşluğu düzenleyip
dağıtan ve kaslarımızın kasılıp gevşemesini sağlayan bilinmez güçtür. En
kendine özgü olanın aynı zamanda en yabancı ve en kişisel olmayan olduğu, en
yakın olanın en uzak ve en denetlenemez olduğu fizyolojik yaşantımızın
mahremiyetinde, belli belirsiz bir biçimde gösterdiğimiz şeydir Genius.
Kendimizi Genius’un ellerine bırakmasaydık, eğer sadece ben ve bilinçten ibaret
olsaydık işememiz bile mümkün olamazdı. Bu anlamda Genius ile yaşamak, yabancı
bir varlığın mahremiyetinde, onunla yakın ve samimi bir ilişki içinde yaşamak
demektir, bunun anlamı sürekli olarak bilinmeyen bir bölgeyle ilişki içinde
olmaktır. Ancak, bu bilinmeyen bölge bir bastırma, bir bilinçdışına atma
bölgesi değildir, bir deneyimin yerini değiştirmez, bir deneyimi bilinçten
alıp, onu, tedirgin edici bir geçmiş gibi tortusunu bırakacağı ve semptomlarda
ve nevrozlarda yeniden yeşereceği yer olan bilinç dışına yerleştirmez. Bu
bilinmeyen bölgeyle kurulan mahremiyet günlük gizemli bir pratiktir. Bu
pratikte Ben, bir çeşit özel, neşeli ezoterizm içinde, gülümseyerek kendi
mahvoluşuna, harap oluşuna yardım eder ve ister yediklerimizin hazından ister
aklın aydınlanmasından ibaret olsun, durmak bilmeden mahvoluşuna inançsızca
tanıklık eder. Genius bize ait olmadığı sürece bizim hayatımızdır.
O halde özneye bir gerilimler
alanı olarak bakmamız gerekir, öznenin karşıt kutupları Genius ve Ben’dir. Bu
alan iki karşıt güç tarafından kat edilmiş bir alandır, biri bireysel olandan
kişisel olmayana, diğeri kişisel olmayandan bireysel olana hareket eden
birleşen ama birbirine karşıt olan iki güç söz konusudur. Bu iki güç bir arada
yaşarlar, birbirlerinin içine geçerler, birbirlerinden ayrılırlar ama
birbirlerinden tamamen ayrılıp özgürleşmeleri, ya da birbirleriyle tamamen
özdeşleşmeleri mümkün değildir. O halde Ben için Genius’a tanıklık etmenin en
iyi yolu hangisidir? Ben’in yazmak istediğini varsayalım. O ya da bu yapıtı
yazmak değil, sadece ve sadece yazmak istediğini, başka bir şey istemediğini.
Bu şu anlama gelir: Ben bir taraftan Genius’un var olduğunu hissederim. Benim
içimde kişisel olmayan bir güç olduğunu ve beni yazmaya ittiğini hissederim. Ancak,
eline (bırakın bir bilgisayar) bir kalem bile almamış olan Genius’un ihtiyaç
duyduğu en son şey bir yapıt yazmaktır. Kişisellikten uzaklaşmak, yaratıcı
olmak için yazarız, yazarak şu ya da bu yapıtın yazarı olarak tanınır hale
geliriz, böylece bırakın bir yazar olmayı, asla bir Ben biçimine sahip
olamayacak Genius’dan uzaklaşırız. Ben’in, kişisel öğenin, Genius’un
sahiplenilmesine, onu kendi adına yapıt imzalamaya zorlanmasına yönelik her
türlü girişimi zorunlu olarak başarısızlığa yazgılıdır. Genius’un varlığının,
mevcudiyetinin eseri mahvederek, onu yıkıma uğratıp harap ederek gerçekleştiği
avangard ve benzeri akımlarda olduğu gibi ironik işlemlerin başlaması ya da
yetkinliği Ben’e aittir. Ancak, eğer sadece kendi kendini tahrip eden ve
geçersiz kılan bir yapıt Genius’a layıksa, eğer gerçek dahi sanatçı yapıtı
olmayan sanatçıysa, o zaman, Duchamp’ın[7] Ben’i asla Genius ile
örtüşmeyecektir ve dünya üzerinde kendisine duyulan genel hayranlık içinde,
kendi var olmayışının melankolik kanıtı gibi, tıpkı kendi yapıt veremezliğinin
ünlü taşıyıcısı gibi dolaşıp durulur.
Tam da bu nedenle Genius ile
karşılaşma korkunçtur. Eğer kişisel ve kişisel olmayan, Ben ve Genius
arasındaki gerilimi ayakta tutan yaşam, şiirsel yaşam ise, panik, Genius’un
bizi her taraftan aştığı ve bize fazla geldiği duygusudur, bu da bizim tahammül
edebileceğimizi sandığımızdan çok daha kötü şeylerin durmadan başımıza geldiği
duygusudur. Bu nedenle insanların büyük bir bölümü kendi kişiselleşmemiş
taraflarıyla karşılaştıklarında dehşete kapılıp kaçarlar ya da ikiyüzlü bir
biçimde onu kendi küçük boyutlarına indirgemeye çalışırlar. O halde kişisel
olmayanın bastırılması durumunda, onun daha da kişisel olmayan tik ve
semptomlar biçiminde, daha da abartılı ağız yüz hareketleriyle yeniden ortaya
çıkması mümkündür. Ancak, aynı ölçüde gülünç, boş ve yüzeysel bir başka şey
daha vardır, bu da Genius ile karşılaşmayı bir ayrıcalık gibi yaşayan kişinin
durumudur, bir takım pozlar takınan ve havalara giren ya da daha da kötüsü
sahte bir alçakgönüllülükle sahip olduğu nimet için şükredip duran şairin
durumu böyledir. Genius’un karşısında büyük adamlar yoktur, herkes aynı ölçüde
küçüktür. Ama bazıları, kendilerini Genius tarafından sarsılıp altüst olmaya
bırakacak kadar bilinçsizdir, öylesine bir bakış söz konusu olur ki, sonunda
paramparça olurlar. Kimileri ise, daha ciddi ama daha mutsuzdur, üçüncü tekil
özne formu kişileştirilmeyi, kendilerine ait olmayan bir sesi kendi dudaklarına
ödünç almayı reddederler.
Genius ile ilişkilerin etiği
vardır, bu etik her varlığın seviyesini, ait olduğu toplumsal sınıfını da
gösterir. En aşağı seviyede ya da toplumsal sınıfta olanlar, kendi dehasına
tıpkı bir kişisel büyücüye güvenirlermiş gibi güvenenlerle yarışırlar. Aşırı
güven sahipleri (‘’Her şeyin üstesinden nasıl da kolayca geliyorum!’’, ‘’Eğer,
benim deham, eğer sen beni terk etmezsen…’’) çoğu kez ünlü mü ünlü yazarlardır.
Oysa bu kirli suç ortağını dikkate almayan o şairin hareketi ne kadar sevgi
dolu ve ölçülüdür, çünkü o şair ‘’Tanrı’nın yokluğunun bize yardım
ettiğini’’bilir!
Çocuklar saklanmaktan çok
özel bir keyif alırlar. Üstelik sonunda biri onları bulsun diye saklanmazlar.
Kirli çamaşır sepetine, bir dolabın içine, bir koltuğun köşeciğine neredeyse
gözden yitecek ölçüde saklanıyor olmakta, benzersiz bir keyif, özel bir yürek
çarpıntısı vardır ve herhangi bir nedenle yaşadıkları bu duygudan vazgeçmeyi
asla istemezler. Walser’in kendi okunamazlığının koşullarını temin eden hazzı
kadar, Benjamin’in tanınmamak için duyduğu inatçı arzu da bu çocuksu yürek
çarpıntısından kaynaklanır. Bir gün gizli sığınağını çocuğa açmış olan o
münzevi şanın bekçileridir onlar. Çünkü şair, tıpkı korku ve iç sıkıntısıyla
kendi gizli sığınağının genius loci’lerini keşfeden çocuk gibi,
zaferini tanınmamışlıkta kutlar.
Simondon’a göre, heyecan
bireysel öncesiyle ilişkiye girmemizi sağlayan şeydir. Heyecanlanmak içimizde
kişisel olmayanı hissetmek, Genius’u iç sıkıntısı ya da keyif, güven ya da
korku olarak deneyimlemek anlamına gelir.
Bilinmeyen, bilinç-olamayan
bölgesinin eşiğinde Ben kendi özelliklerini bırakmak, sevgi, hayranlık ve
merhamet gibi duygularla dolup taşmak zorundadır. Tutku Genius ve bizim
aramızda gerilmiş bir iptir, bu ipin üzerinde yürüyen de ip cambazı yaşamdır.
Bunlardan çok daha önce bizi dışımızdaki dünya karşısında şaşırtan ve ona
hayranlık duymamızı sağlayan şey, içimizde hiçbir zaman olgunlaşmayan, her
türlü bireyleşmenin eşiğinde tereddüt eden, sonsuza kadar ergen kalan bu
(bölümün) mevcudiyetidir. Bu ele avuca sığmayan ergen, bu inatçı çocuk bizi
başkalarına doğru itekleyip durur, başkalarında aradığımız tek şey kendimizde
anlaşılmamış kalan heyecandır, onun bir mucize eseri başkasının aynasında açığa
çıkmasını ve anlaşılır olmasını umarız. Eğer başkasının tutkusuna, aldığı zevke
bakmak en üst heyecan ise, izlenmesi gereken siyaset buysa, bunun nedeni,
Genius ile kurulacak ilişkiyi, kendi başımıza kuramamamız, o ilişkiyi, gizli
zevkimizi ve ölüm öncesi yaşadığımız duyguyu başkasında aramamızdır.
Zamanla Genius ikiye bölünür
ve etik bir nitelik kazamaya başlar. Kaynaklar, belki de her insandaki
melek/şeytan temasını işleyen Yunan kaynaklarının da etkisiyle, bir iyi dehadan
bir de kötü dehadan, bir iyi cinden bir kötü cinden, bir beyaz Genius’tan ve
bir siyah Genius’tan söz ederler. İlki bizi iyiye yöneltir ve bize iyi olanı
öğütler, ikincisi ise ahlakımızı bozar, bizi kötüye yönlendirir. Horatius,
büyük bir ihtimalle, haklı nedenlerle sadece bir Genius’tan söz etmeyi önerir,
ama bu Genius değişkendir, bazen saf, masum, lekesiz, bazen karanlık ve
gizlemli, kimi kez bilge ve aklı başında, kimi kez de ahlaksız ve yoldan
çıkmıştır. Dikkatlice bakarsak, bu durum değişenin Genius değil de, bizim
onunla ilişkimiz olduğunu gösterir. Bazen ışıl ışıl ve açık seçik bir ilişki
kurarız, bazen de belli belirsiz ve karanlık bir ilişki. Yaşam ilkemiz,
varoluşumuzu yönlendiren ve sevilesi kılan yoldaş, aniden garip, gizemli,
sessiz bir kaçak haline gelir, bizi her adımımızda bir gölge gibi izler ve bize
karşı gizli saklı komplolar kurar. Roma sanatı, biri diğerinin yanı başında
duran iki Genius figürüne sahiptir, birinin elinde yanan bir meşale, ölüm ulağı
olan diğerinin elinde ise tersine çevrilmiş bir meşale bulunur.
Bu geç dönem hermeneutik
yorum açısından bakarsak, Genius’un açmazı tamamıyla gözler önüne serilir:
Genius bize ait olmadığı ölçüde bizim yaşamımızsa eğer, sorumlu olmadığımız bir
şeylere yanıt vermemiz gerekir, kurtuluşumuz ve mahvoluşumuz çocuksu bir yüze
sahiptir ve bu yüz bize ait değildir.
Genius’un Hristiyanlıkta bir
karşılığı vardır: koruyucu melek –hatta iki melek söz konusudur, biri iyi ve
aziz bir melektir, bize selamete ermemiz için yol gösterir, diğeri ise kötü ve
yoldan çıkmıştır, bizi günaha iter. Ancak, İran melekbiliminde Genius, en açık
ve en inanılmaz, en sıra dışı açıklamaya sahiptir. Bu öğretiye göre, her
insanın doğumuna eşlik eden, güzeller güzeli bir genç kız görünümünde Daene
isimli bir melek vardır. Daena göksel bir arketiptir, her birey ona benzer
biçimde yaratılmıştır, yanı zamanda bu melek, bizi sürekli takip eden,
yaşamımızın her anında bize eşlik eden sessiz tanıktır. Bu yolculukta, meleğin
yüzü zamanla değişir, tıpkı Dorian Gray’in portresinde olduğu gibi, belli
belirsiz bir biçimde her hareketimizle, her sözcüğümüzle, her düşüncemizle
dönüşür. Böylece ölüm anında, ruh, kendisini karşılamaya gelen meleğini,
hayatta nasıl bu davranışına uygun bir biçimde değişmiş halde görür, bazen daha
da güzel bir varlığa, bazen de korkunç bir şeytana dönüşür ve şu sözleri
fısıldar: ‘’Ben senin Daena’nım, düşüncelerinin, sözlerinin, davranışlarının
oluşturduğu şeyim ben’’. Baş döndürücü bir yer değiştirmeyle, yaşantımız,
sürdürmüş olduğumuz hayat, suretine göre yaratıldığımız arketipe şekil verir,
onu biçimlendirir.
Hepimiz Genius ile, yani
içimizde bulunup bize ait olmayan şeyle bir ölçüde uzlaşırız. Herkesin
Genius’tan uzaklaşma, ondan kaçma biçimi karakterini ortaya koyar. Genius
karşılaşmaktan kaçınıldığı ve ifade edilmeden bırakıldığı için Ben’in yüzüne
damgasını vurur, ağız yüz hareketlerinde kendini gösterir. Bir yazarın biçemi,
tıpkı her canlının zarafeti gibi, onun dehasına çok da bağlı olmayabilir, ama
onda dehadan yoksun olan şeye, karakterine bağlıdır. Bu nedenle, birini
sevdiğimiz zaman, onun ne dehasını, ne de karakterini sevmiş oluruz (onun Ben’i
de değildir sevdiğimiz), asıl sevdiğimiz şey, onun her ikisinden de kaçmak için
takındığı özel tavırdır, deha ve karakter arasında gidip gelen uyanıklığı,
çabukluğunu severiz (Örneğin şairin Napoli’de dondurmaları gizlice yalayıp
yutarken yaptığı çocuksu hareketi ya da o filozofun konuşurken odada bir ileri
bir geri gidip durmasını ve aniden durakalıp gözlerini tavanın uzak bir
köşesine dikiyor olmasını severiz).
Yine de herkes için
Genius’tan ayrılma vakti gelir. Bu geceleyin aniden gerçekleşebilir, tam da sokaktan
geçen şamatacı bir grubun seslerini duyduğunda, neden olduğunu bilmeden
ilahının seni terk ettiğini hissedersin. Ya da onun gitmesine biz izin veririz,
( tıpkı onu terhis edermiş gibi), hem de için de kurtuluşun bulunduğu nurlu mu
nurlu bir anda göndeririz onu, çünkü biz artık kurtulmak istemiyoruzdur. Çek
git Ariele! Prospero’nun ‘’büyülerini bir kenara bıraktığı ve kaldığı kadarıyla
gücünün kendisine ait olduğunu’’[8] bildiği bu an şimdi onundur, son
mevsimdir, geç olmuştur artık, bu anda sanatçı fırçasını bir kenara bırakır ve
hayranlıkla bakar. Neye mi? Hareketlere: Onlar ilk kez her türlü büyüden
tamamıyla kurtulmuşlardır, büyü bozulmuştur. Tabii ki Ariele olmadan hayat
gizemini kaybetmiştir, ama öte yandan da hayat şimdi sadece bize aittir, şimdi
sadece tamamıyla insani ve dünyevi bir hayat yaşamaya başlayacağımızı, şimdiye
kadar verdiği sözleri tutmamış olan hayatın bundan sonra bize sonsuza kadar
daha fazlasını vereceğini biliriz. Zaman tükenmiş ve askıya alınmıştır, aniden
çöken yarı gölgede Genius’u unutmaya başlarız, gecenin dileği yerine gelmiştir.
Ariele hiç var oldu mu? Zayıflayan ve uzaklaşan bu müzik de ne? Sadece ve
sadece son veda hakikidir, ancak o zaman kendimizle ilgili anlamış olduğumuz
her şeyi unutmamızı sağlayacak uzun mu uzun süreç başlar. Bu süreç tam da yavaş
hareket eden çocuğun, ardında bıraktığı utangaçlıkları ve tereddütleri
kararlılıkla birer birer ele alıp, hatalarını düzeltmek için geri dönmesinden
önce başlar.
Giorgio Agamben - Dünyevileştirmeler s.9-27
*Bu metinde yazara ait dipnot bulunmamaktadır. Aksi
belirtilmedikçe tüm dipnotlar çevirmene aittir.
[1]William Shakspeare, Fırtına, Çeviren:
Haldun derin, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 1964.
[2]Türkçede cin, deha, zevk, memnuniyet sözcükleriyle
karşılanabilecek bu sözcük Latince geniu(m) kökünden
gelmektedir. Gignere yani ''generare'' (üretmek, doğurmak) fiiliyle
bağlantılıdır. Her insanın ve her mekanın (yerin) koruyucusu ilahi gücü
anlamında kullanılır. Tekil olarak kullanıldığında ''doğal eğilim'' anlamına
gelir. Antik dönemden itibaren insanlara yaşamlarında yol gösteren ya da bir
kenti, bir halkı, bir bölgeyi koruyan iyi ya da kötü ruhu anlatmak için
kullanılır. Bazen yaşamın belli olaylarını etkileme kapasitesine sahip hayali
bir varlığı ya da gerçek bir kişiyi anlatmak için de kullanılır, cin sözcüğünü
düşünürsek, iyi cin, kötü cin örneği bir fikir verebilir. Bir başka kullanımı
da resim, müzik, şiir gibi sanatların merkezinde yer alan sembolik ve soyut
varlığı anlatırken gözlenir, bu sanatların kişiselleştirilmesinde de
kullanılır. Kuzey mitolojisinde cin cin yerine kullanımı daha belirgindir,
orman cinleri, hava cinleri gibi. İkinci en önemli anlamı ise doğal bir yatkınlık,
yetenek, eğilimi anlatmakta kullanılırken görülür, sanat yeteneği (dehasına)
sahip olmak, iş kafasına (dehasına) sahip olmak gibi. En sık kullandığımız
anlamı yaratıcı yetenek, üstün zekayı anlatmak kullanılan dehadır. Bir başka
anlamı da zevk, tat, memnuniyet durumlarını anlatırken kullanıldığında
belirginleşir.
[3]Doğurtmak, hayat vermek, dünyaya getirmek, üretmek,
neden olmak.
[4]Bu sıfat birisinin doğumuyla ilgili olan anlamına
gelir. İsim olarak doğum günü anlamında da kullanılır. italyancada doğum günü
yaygın olarak ''compleanno'' sözcüğüyle ifade edilirken, özellikle önemli
kişilerin doğum günü söz konusu olduğunda ''genetliaco'' sıfatı
isimleştirilerek kullanılır.
[5]Giugono yani Haziran ayına adını veren Roma
tanrıçası, dişiliğin ve doğurganlığın sembolü.
[6]Genio'nun gönlünü hoş etmek.
[7]Marcel Duchamp, 1887-1968 yılları arasında yaşamış
bir Fransız ressam, heykeltıraş ve satranç oyuncusudur. 20.yy'ın en önemli
sanatçıları arasında sayılmış, özellikle de kubizm, dadaizm, sürrealizm ve kavramsal
sanat ile ilgilenmiştir.
[8]Bkz. Shakspeare, Fırtına, ed.n.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder