22 Nisan 2012 Pazar

GENIUS*

Olanlar oldu artık, afsunuma,
 Kendi gücümle, kalakaldım.[1]
Prospero
     
     Latinler doğum anında her insanın koruyucusu olan ilaha Genius derlerdi. İtalyancada sözcüğün etimolojik kökeni açıktır ve günümüzde de genio[2] ve generare[3] sözcükleri arasındaki yakınlıkta görülebilir. Genius’un generare ile ilgisinin olduğu, Latinler için her şeyden önce mükemmel bir ‘’evlilik’’ nesnesi olarak yatak, yani genialis lectus adlandırılmasından anlaşılmaktadır, çünkü üreme eylemi yatakta gerçekleşir. Doğum günü Genius için kutsaldır ve bu nedenle İtalyanlar bugün bile doğum gününü hala genetliaco[4] diye adlandırırlar. Doğum gününü kutlamak için hazırladığımız ziyafet sofraları ve verdiğimiz hediyeler, nefretlik ve sevimsiz olmasına rağmen, artık kaçınılmaz bir şekilde bütün doğum günü kutlamalarına eşlik eden Anglosakson etkili Happy Birthday nakaratına rağmen Romalı ailelerin üyelerinin doğum günlerinde Genius’a sundukları kurbanları, doğan hayrına verdikleri şeyleri ve yaptıkları kutlamaları hatırlatır. Horatius tanrılara armağan olarak sunulan katıksız şaraptan, iki aylık bir domuz yavrusundan, ‘’kurban olarak sunulmuş’’, yani kutsanmak için üzerine sos serpilmiş bir kuzudan söz eder ama bu kutlamaların kökeninde, yani özgün halinde güzel kokular yayan tütsüler, leziz ballı çörekler ve şaraptan başka bir şey kullanılmamış gibi gözükmektedir çünkü doğumu yöneten ilah Genius kanlı kurbanlar almaktan hoşlanmamaktadır.
     ‘’Benim Genius’umdur o, çünkü beni dünyaya getirdi (Genius meus nominatur, quia me genuit)’’. Ancak, mesele bundan ibaret değildir yani Genius cinsel enerjinin kişiselleştirilmesinden ibaret değildi. Tabii ki, her erkeğin kendi Genius’u, her kadının da kendi Iuno’su[5] vardı, her ikisi de dünyaya getiren ve yaşamı sürekli ve ebedi kılan doğurganlığın belirtileridir. Ama varlık haline gelen herkesin doğuştan getirdiği moral ve fiziksel özelliklerin tamamını anlatan ingenium teriminde apaçık görüldüğü gibi Genius bir şekilde kişinin yüceltilmesi, ilalaştırılmasıydı, kişinin tüm varlığını ifade eden ve ona hâkim olup yol gösteren ilkeydi. Bu nedenle Genius için kutsal sayılan vücut bölgemiz cinsel organların bulunduğu bölge değil, alındır; kafamız karıştığı anlarda, neredeyse kendi kendimizi unutmuşuz gibi hissettiğimiz anarda, farkına bile varmadan yaptığımız bir hareket olan elimizi anlımıza götürme hareketi (unde venerantes deum tangimus frontem), Genius kültünün ritüel hareketini hatırlatır. Tam da bu nedenle, bu ilah, belli bir anlamda, bize en yakın ve en özel ilah olduğundan onu hoşnut edip sakinleştirmek ve hayatın her anında ve her alanında ona ne isterse vermek gerekir.
      Herkesin kendi Genius’unu eğlendirip hoş etmeyi bilmesi gerekir, bu nedenle Genius ile kurulan gizli ilişkiyi mükemmel bir biçimde ifade eden Latince bir deyim vardır: Indulgere Genio[6]. Genius’un isteklerine boyun eğmek, onu hoşnut etmek, kendimizi onun ellerine bırakmak gerekir. Bizden istediği her şeyi ona vermemiz gerekir çünkü onun gereksinimi bizim gereksinimimizdir, onun mutluluğu bizim mutluluğumuzdur. Hatta bizim gereksinimlerimiz ve talepleriniz akıl dışı ve kapristen öte şeyler değilmiş gibi göründüğünde bile, onun taleplerine hiç itiraz etmeden kabul etmek en iyisidir. Eğer yazmak için o özel kağıda, o özel kaleme, sol taraftan belli bir eğimle gelen o loş ışığa ihtiyacınız varsa  -Genius’un ihtiyacı varsa- her çeşit kalemin, kağıdın ve ışığın iyi olduğunu, aynı işi görebileceğiniz söylemek faydasızdır. Eğer gök mavisi keten gömlek olmadan (Tanrı aşkına! Memur yakalı beyaz gömlek asla olmaz!) yaşamaya değmezse, eğer o siyah kağıtlı uzun sigaralar olmadan hayatınıza devam edemeyecekmişsiniz gibi geliyorsa, bunların manilerden (manias), takıntılardan ibaret olduğunu, artık büyüyüp olgunlaşmak, akıl yaşına ermek gerektiğini tekrarlayıp durmak hiçbir işe yaramaz. Genium suum defraudare yani kendi genio’muzu kandırmak, aldatmak, Latincede yaşamı hüzünlü hale getirmek, kendi kendimizi zora sokmak anlamına gelir. Gözünü ölümden ayıran yaşam genialis, yani dahice bir şeydir ve onu dünyaya getirmiş olan genio’nun iteklenmesine, teşvikine hiç duraksamadan yanıt verir. Ancak, bu çok yakın, kişisel ve mahrem ilah, aynı zamanda bizim içimizdeki en kişiselleşmemiş şeydir, bizde bizi aşan ve bize fazla gelen şeyin kişiselleşmesi olarak görülür. ‘’Genius bizden kaynaklanmayıp bize kaynaklık etmiş olduğundan yaşamımızın ta kendisidir’’ Genius bizimle özdeşleşmiş gibi görünüyorsa, bunun tek nedeni, kendimizden daha fazlası olmadığımızı anlamamız, bize kendimizin, aşağı yukarı kendimiz olduğunu göstermek içindir. Genius’ta örtük olarak bulunan insan anlayışını kavramak, insanın sadece Ben ve bireysel bilinç olmadığını, doğumundan ölümüne kadar kişiselleşmemiş ve bireysellik öncesi bir öğe ile birlikte yaşadığını anlamak demektir. İnsan iki aşamalı tek varlıktır, karmaşık bir diyalektiğin sonucudur, bu diyalektik bir aşamada (henüz) özellikleri bilinmeyen ve yaşanmamış bir taraf, öteki aşamada bireysel deneyim ve yazgının etkisindeki bir taraf bulunur. Ancak, kişiselleşmemiş ve özellikleri bilinmeyen taraf bir zamanlar, ilelebet ardımızda bıraktığımız ve belleğimiz ile yeniden anımsayabileceğimiz kronolojik bir geçmiş değildir. O her şeye rağmen, her zaman oradadır, bizim içimizdedir, bizimle birliktedir, kötülükte ve iyilikte bizden ayrılamaz. Genius’un genç çehresi, uzun titrek kanatları; onun tıpkı çocukken olduğu gibi, çok yakınımızda, içimizde soluk aldığını ve hatırlanması çok güç bir şimdi gibi şakaklarımızda zonkladığını hissettiğimiz, bizi ürpertip duran zamanı bilmediği anlamına gelir. Bu nedenle doğum günü, geçmiş bir günün anması ve kutlanması olamaz. Tam aksine her gerçek kutlama gibi, zamanın ortadan kaldırılması, kutsallığın görkemli bir şekilde görünüşü ve Genius’un mevcudiyeti olabilir. Bu kaçınılmaz mevcudiyet, kendi kendimizi tözsel bir kimliğe kapatmamızı engeller ve Genius Ben’in kendi kendine yetme talebini ikiye böler.
     Tinselliğin, her şeyden önce, bütün özellikleriyle bireyleşmiş varlığın, tamamıyla bilinebilir olmadığı; sadece muhafaza edilmesi değil, aynı zamanda da saygı duyulması gereken, bir bakıma, tıpkı verdiğimiz taahhütleri yerine getirmemiz, borçlarımızı zamanında ödeyip bitirmemiz gibi, gönlü hoş edilmesi ve onurlandırılması gereken, özellikleri tam bireyleşmeyen belli bir gerçeklik yükü içerdiğinin farkında olmamızı sağlayan bu bilinç olduğu söylenir. Ancak, Genius tinsellikten ibaret bir şey değildir, sadece en soylu ve en yüksek olarak değerlendirmeye alıştığımız şeyleri kontrol etmez. Bizde kişisel olmayan her şey yaratıcı gücümüzle ilgilidir, yaratıcı gücümüzle ilgili olan, her şeyden önce, damarlarımızdaki kanı hareket ettiren ya da uykuya dalmamızı sağlayan kuvvettir, vücudumuza belli belirsiz bir ılıklık yayan hoşluğu düzenleyip dağıtan ve kaslarımızın kasılıp gevşemesini sağlayan bilinmez güçtür. En kendine özgü olanın aynı zamanda en yabancı ve en kişisel olmayan olduğu, en yakın olanın en uzak ve en denetlenemez olduğu fizyolojik yaşantımızın mahremiyetinde, belli belirsiz bir biçimde gösterdiğimiz şeydir Genius. Kendimizi Genius’un ellerine bırakmasaydık, eğer sadece ben ve bilinçten ibaret olsaydık işememiz bile mümkün olamazdı. Bu anlamda Genius ile yaşamak, yabancı bir varlığın mahremiyetinde, onunla yakın ve samimi bir ilişki içinde yaşamak demektir, bunun anlamı sürekli olarak bilinmeyen bir bölgeyle ilişki içinde olmaktır. Ancak, bu bilinmeyen bölge bir bastırma, bir bilinçdışına atma bölgesi değildir, bir deneyimin yerini değiştirmez, bir deneyimi bilinçten alıp, onu, tedirgin edici bir geçmiş gibi tortusunu bırakacağı ve semptomlarda ve nevrozlarda yeniden yeşereceği yer olan bilinç dışına yerleştirmez. Bu bilinmeyen bölgeyle kurulan mahremiyet günlük gizemli bir pratiktir. Bu pratikte Ben, bir çeşit özel, neşeli ezoterizm içinde, gülümseyerek kendi mahvoluşuna, harap oluşuna yardım eder ve ister yediklerimizin hazından ister aklın aydınlanmasından ibaret olsun, durmak bilmeden mahvoluşuna inançsızca tanıklık eder. Genius bize ait olmadığı sürece bizim hayatımızdır.
     O halde özneye bir gerilimler alanı olarak bakmamız gerekir, öznenin karşıt kutupları Genius ve Ben’dir. Bu alan iki karşıt güç tarafından kat edilmiş bir alandır, biri bireysel olandan kişisel olmayana, diğeri kişisel olmayandan bireysel olana hareket eden birleşen ama birbirine karşıt olan iki güç söz konusudur. Bu iki güç bir arada yaşarlar, birbirlerinin içine geçerler, birbirlerinden ayrılırlar ama birbirlerinden tamamen ayrılıp özgürleşmeleri, ya da birbirleriyle tamamen özdeşleşmeleri mümkün değildir. O halde Ben için Genius’a tanıklık etmenin en iyi yolu hangisidir? Ben’in yazmak istediğini varsayalım. O ya da bu yapıtı yazmak değil, sadece ve sadece yazmak istediğini, başka bir şey istemediğini. Bu şu anlama gelir: Ben bir taraftan Genius’un var olduğunu hissederim. Benim içimde kişisel olmayan bir güç olduğunu ve beni yazmaya ittiğini hissederim. Ancak, eline (bırakın bir bilgisayar) bir kalem bile almamış olan Genius’un ihtiyaç duyduğu en son şey bir yapıt yazmaktır. Kişisellikten uzaklaşmak, yaratıcı olmak için yazarız, yazarak şu ya da bu yapıtın yazarı olarak tanınır hale geliriz, böylece bırakın bir yazar olmayı, asla bir Ben biçimine sahip olamayacak Genius’dan uzaklaşırız. Ben’in, kişisel öğenin, Genius’un sahiplenilmesine, onu kendi adına yapıt imzalamaya zorlanmasına yönelik her türlü girişimi zorunlu olarak başarısızlığa yazgılıdır. Genius’un varlığının, mevcudiyetinin eseri mahvederek, onu yıkıma uğratıp harap ederek gerçekleştiği avangard ve benzeri akımlarda olduğu gibi ironik işlemlerin başlaması ya da yetkinliği Ben’e aittir. Ancak, eğer sadece kendi kendini tahrip eden ve geçersiz kılan bir yapıt Genius’a layıksa, eğer gerçek dahi sanatçı yapıtı olmayan sanatçıysa, o zaman, Duchamp’ın[7] Ben’i asla Genius ile örtüşmeyecektir ve dünya üzerinde kendisine duyulan genel hayranlık içinde, kendi var olmayışının melankolik kanıtı gibi, tıpkı kendi yapıt veremezliğinin ünlü taşıyıcısı gibi dolaşıp durulur.
     Tam da bu nedenle Genius ile karşılaşma korkunçtur. Eğer kişisel ve kişisel olmayan, Ben ve Genius arasındaki gerilimi ayakta tutan yaşam, şiirsel yaşam ise, panik, Genius’un bizi her taraftan aştığı ve bize fazla geldiği duygusudur, bu da bizim tahammül edebileceğimizi sandığımızdan çok daha kötü şeylerin durmadan başımıza geldiği duygusudur. Bu nedenle insanların büyük bir bölümü kendi kişiselleşmemiş taraflarıyla karşılaştıklarında dehşete kapılıp kaçarlar ya da ikiyüzlü bir biçimde onu kendi küçük boyutlarına indirgemeye çalışırlar. O halde kişisel olmayanın bastırılması durumunda, onun daha da kişisel olmayan tik ve semptomlar biçiminde, daha da abartılı ağız yüz hareketleriyle yeniden ortaya çıkması mümkündür. Ancak, aynı ölçüde gülünç, boş ve yüzeysel bir başka şey daha vardır, bu da Genius ile karşılaşmayı bir ayrıcalık gibi yaşayan kişinin durumudur, bir takım pozlar takınan ve havalara giren ya da daha da kötüsü sahte bir alçakgönüllülükle sahip olduğu nimet için şükredip duran şairin durumu böyledir. Genius’un karşısında büyük adamlar yoktur, herkes aynı ölçüde küçüktür. Ama bazıları, kendilerini Genius tarafından sarsılıp altüst olmaya bırakacak kadar bilinçsizdir, öylesine bir bakış söz konusu olur ki, sonunda paramparça olurlar. Kimileri ise, daha ciddi ama daha mutsuzdur, üçüncü tekil özne formu kişileştirilmeyi, kendilerine ait olmayan bir sesi kendi dudaklarına ödünç almayı reddederler.
     Genius ile ilişkilerin etiği vardır, bu etik her varlığın seviyesini, ait olduğu toplumsal sınıfını da gösterir. En aşağı seviyede ya da toplumsal sınıfta olanlar, kendi dehasına tıpkı bir kişisel büyücüye güvenirlermiş gibi güvenenlerle yarışırlar. Aşırı güven sahipleri (‘’Her şeyin üstesinden nasıl da kolayca geliyorum!’’, ‘’Eğer, benim deham, eğer sen beni terk etmezsen…’’) çoğu kez ünlü mü ünlü yazarlardır. Oysa bu kirli suç ortağını dikkate almayan o şairin hareketi ne kadar sevgi dolu ve ölçülüdür, çünkü o şair ‘’Tanrı’nın yokluğunun bize yardım ettiğini’’bilir!
     Çocuklar saklanmaktan çok özel bir keyif alırlar. Üstelik sonunda biri onları bulsun diye saklanmazlar. Kirli çamaşır sepetine, bir dolabın içine, bir koltuğun köşeciğine neredeyse gözden yitecek ölçüde saklanıyor olmakta, benzersiz bir keyif, özel bir yürek çarpıntısı vardır ve herhangi bir nedenle yaşadıkları bu duygudan vazgeçmeyi asla istemezler. Walser’in kendi okunamazlığının koşullarını temin eden hazzı kadar, Benjamin’in tanınmamak için duyduğu inatçı arzu da bu çocuksu yürek çarpıntısından kaynaklanır. Bir gün gizli sığınağını çocuğa açmış olan o münzevi şanın bekçileridir onlar. Çünkü şair, tıpkı korku ve iç sıkıntısıyla kendi gizli sığınağının genius loci’lerini keşfeden çocuk gibi, zaferini tanınmamışlıkta kutlar.
     Simondon’a göre, heyecan bireysel öncesiyle ilişkiye girmemizi sağlayan şeydir. Heyecanlanmak içimizde kişisel olmayanı hissetmek, Genius’u iç sıkıntısı ya da keyif, güven ya da korku olarak deneyimlemek anlamına gelir.
     Bilinmeyen, bilinç-olamayan bölgesinin eşiğinde Ben kendi özelliklerini bırakmak, sevgi, hayranlık ve merhamet gibi duygularla dolup taşmak zorundadır. Tutku Genius ve bizim aramızda gerilmiş bir iptir, bu ipin üzerinde yürüyen de ip cambazı yaşamdır. Bunlardan çok daha önce bizi dışımızdaki dünya karşısında şaşırtan ve ona hayranlık duymamızı sağlayan şey, içimizde hiçbir zaman olgunlaşmayan, her türlü bireyleşmenin eşiğinde tereddüt eden, sonsuza kadar ergen kalan bu (bölümün) mevcudiyetidir. Bu ele avuca sığmayan ergen, bu inatçı çocuk bizi başkalarına doğru itekleyip durur, başkalarında aradığımız tek şey kendimizde anlaşılmamış kalan heyecandır, onun bir mucize eseri başkasının aynasında açığa çıkmasını ve anlaşılır olmasını umarız. Eğer başkasının tutkusuna, aldığı zevke bakmak en üst heyecan ise, izlenmesi gereken siyaset buysa, bunun nedeni, Genius ile kurulacak ilişkiyi, kendi başımıza kuramamamız, o ilişkiyi, gizli zevkimizi ve ölüm öncesi yaşadığımız duyguyu başkasında aramamızdır.
     Zamanla Genius ikiye bölünür ve etik bir nitelik kazamaya başlar. Kaynaklar, belki de her insandaki melek/şeytan temasını işleyen Yunan kaynaklarının da etkisiyle, bir iyi dehadan bir de kötü dehadan, bir iyi cinden bir kötü cinden, bir beyaz Genius’tan ve bir siyah Genius’tan söz ederler. İlki bizi iyiye yöneltir ve bize iyi olanı öğütler, ikincisi ise ahlakımızı bozar, bizi kötüye yönlendirir. Horatius, büyük bir ihtimalle, haklı nedenlerle sadece bir Genius’tan söz etmeyi önerir, ama bu Genius değişkendir, bazen saf, masum, lekesiz, bazen karanlık ve gizlemli, kimi kez bilge ve aklı başında, kimi kez de ahlaksız ve yoldan çıkmıştır. Dikkatlice bakarsak, bu durum değişenin Genius değil de, bizim onunla ilişkimiz olduğunu gösterir. Bazen ışıl ışıl ve açık seçik bir ilişki kurarız, bazen de belli belirsiz ve karanlık bir ilişki. Yaşam ilkemiz, varoluşumuzu yönlendiren ve sevilesi kılan yoldaş, aniden garip, gizemli, sessiz bir kaçak haline gelir, bizi her adımımızda bir gölge gibi izler ve bize karşı gizli saklı komplolar kurar. Roma sanatı, biri diğerinin yanı başında duran iki Genius figürüne sahiptir, birinin elinde yanan bir meşale, ölüm ulağı olan diğerinin elinde ise tersine çevrilmiş bir meşale bulunur.
     Bu geç dönem hermeneutik yorum açısından bakarsak, Genius’un açmazı tamamıyla gözler önüne serilir: Genius bize ait olmadığı ölçüde bizim yaşamımızsa eğer, sorumlu olmadığımız bir şeylere yanıt vermemiz gerekir, kurtuluşumuz ve mahvoluşumuz çocuksu bir yüze sahiptir ve bu yüz bize ait değildir.
     Genius’un Hristiyanlıkta bir karşılığı vardır: koruyucu melek –hatta iki melek söz konusudur, biri iyi ve aziz bir melektir, bize selamete ermemiz için yol gösterir, diğeri ise kötü ve yoldan çıkmıştır, bizi günaha iter. Ancak, İran melekbiliminde Genius, en açık ve en inanılmaz, en sıra dışı açıklamaya sahiptir. Bu öğretiye göre, her insanın doğumuna eşlik eden, güzeller güzeli bir genç kız görünümünde Daene isimli bir melek vardır. Daena göksel bir arketiptir, her birey ona benzer biçimde yaratılmıştır, yanı zamanda bu melek, bizi sürekli takip eden, yaşamımızın her anında bize eşlik eden sessiz tanıktır. Bu yolculukta, meleğin yüzü zamanla değişir, tıpkı Dorian Gray’in portresinde olduğu gibi, belli belirsiz bir biçimde her hareketimizle, her sözcüğümüzle, her düşüncemizle dönüşür. Böylece ölüm anında, ruh, kendisini karşılamaya gelen meleğini, hayatta nasıl bu davranışına uygun bir biçimde değişmiş halde görür, bazen daha da güzel bir varlığa, bazen de korkunç bir şeytana dönüşür ve şu sözleri fısıldar: ‘’Ben senin Daena’nım, düşüncelerinin, sözlerinin, davranışlarının oluşturduğu şeyim ben’’. Baş döndürücü bir yer değiştirmeyle, yaşantımız, sürdürmüş olduğumuz hayat, suretine göre yaratıldığımız arketipe şekil verir, onu biçimlendirir.
     Hepimiz Genius ile, yani içimizde bulunup bize ait olmayan şeyle bir ölçüde uzlaşırız. Herkesin Genius’tan uzaklaşma, ondan kaçma biçimi karakterini ortaya koyar. Genius karşılaşmaktan kaçınıldığı ve ifade edilmeden bırakıldığı için Ben’in yüzüne damgasını vurur, ağız yüz hareketlerinde kendini gösterir. Bir yazarın biçemi, tıpkı her canlının zarafeti gibi, onun dehasına çok da bağlı olmayabilir, ama onda dehadan yoksun olan şeye, karakterine bağlıdır. Bu nedenle, birini sevdiğimiz zaman, onun ne dehasını, ne de karakterini sevmiş oluruz (onun Ben’i de değildir sevdiğimiz), asıl sevdiğimiz şey, onun her ikisinden de kaçmak için takındığı özel tavırdır, deha ve karakter arasında gidip gelen uyanıklığı, çabukluğunu severiz (Örneğin şairin Napoli’de dondurmaları gizlice yalayıp yutarken yaptığı çocuksu hareketi ya da o filozofun konuşurken odada bir ileri bir geri gidip durmasını ve aniden durakalıp gözlerini tavanın uzak bir köşesine dikiyor olmasını severiz).
     Yine de herkes için Genius’tan ayrılma vakti gelir. Bu geceleyin aniden gerçekleşebilir, tam da sokaktan geçen şamatacı bir grubun seslerini duyduğunda, neden olduğunu bilmeden ilahının seni terk ettiğini hissedersin. Ya da onun gitmesine biz izin veririz, ( tıpkı onu terhis edermiş gibi), hem de için de kurtuluşun bulunduğu nurlu mu nurlu bir anda göndeririz onu, çünkü biz artık kurtulmak istemiyoruzdur. Çek git Ariele! Prospero’nun ‘’büyülerini bir kenara bıraktığı ve kaldığı kadarıyla gücünün kendisine ait olduğunu’’[8] bildiği bu an şimdi onundur, son mevsimdir, geç olmuştur artık, bu anda sanatçı fırçasını bir kenara bırakır ve hayranlıkla bakar. Neye mi? Hareketlere: Onlar ilk kez her türlü büyüden tamamıyla kurtulmuşlardır, büyü bozulmuştur. Tabii ki Ariele olmadan hayat gizemini kaybetmiştir, ama öte yandan da hayat şimdi sadece bize aittir, şimdi sadece tamamıyla insani ve dünyevi bir hayat yaşamaya başlayacağımızı, şimdiye kadar verdiği sözleri tutmamış olan hayatın bundan sonra bize sonsuza kadar daha fazlasını vereceğini biliriz. Zaman tükenmiş ve askıya alınmıştır, aniden çöken yarı gölgede Genius’u unutmaya başlarız, gecenin dileği yerine gelmiştir. Ariele hiç var oldu mu? Zayıflayan ve uzaklaşan bu müzik de ne? Sadece ve sadece son veda hakikidir, ancak o zaman kendimizle ilgili anlamış olduğumuz her şeyi unutmamızı sağlayacak uzun mu uzun süreç başlar. Bu süreç tam da yavaş hareket eden çocuğun, ardında bıraktığı utangaçlıkları ve tereddütleri kararlılıkla birer birer ele alıp, hatalarını düzeltmek için geri dönmesinden önce başlar.

Giorgio Agamben Dünyevileştirmeler s.9-27



*Bu metinde yazara ait dipnot bulunmamaktadır. Aksi belirtilmedikçe tüm dipnotlar çevirmene aittir.
[1]William Shakspeare, Fırtına, Çeviren: Haldun derin, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı, 1964.
[2]Türkçede cin, deha, zevk, memnuniyet sözcükleriyle karşılanabilecek bu sözcük Latince geniu(m) kökünden gelmektedir. Gignere yani ''generare'' (üretmek, doğurmak) fiiliyle bağlantılıdır. Her insanın ve her mekanın (yerin) koruyucusu ilahi gücü anlamında kullanılır. Tekil olarak kullanıldığında ''doğal eğilim'' anlamına gelir. Antik dönemden itibaren insanlara yaşamlarında yol gösteren ya da bir kenti, bir halkı, bir bölgeyi koruyan iyi ya da kötü ruhu anlatmak için kullanılır. Bazen yaşamın belli olaylarını etkileme kapasitesine sahip hayali bir varlığı ya da gerçek bir kişiyi anlatmak için de kullanılır, cin sözcüğünü düşünürsek, iyi cin, kötü cin örneği bir fikir verebilir. Bir başka kullanımı da resim, müzik, şiir gibi sanatların merkezinde yer alan sembolik ve soyut varlığı anlatırken gözlenir, bu sanatların kişiselleştirilmesinde de kullanılır. Kuzey mitolojisinde cin cin yerine kullanımı daha belirgindir, orman cinleri, hava cinleri gibi. İkinci en önemli anlamı ise doğal bir yatkınlık, yetenek, eğilimi anlatmakta kullanılırken görülür, sanat yeteneği (dehasına) sahip olmak, iş kafasına (dehasına) sahip olmak gibi. En sık kullandığımız anlamı yaratıcı yetenek, üstün zekayı anlatmak kullanılan dehadır. Bir başka anlamı da zevk, tat, memnuniyet durumlarını anlatırken kullanıldığında belirginleşir.
[3]Doğurtmak, hayat vermek, dünyaya getirmek, üretmek, neden olmak.
[4]Bu sıfat birisinin doğumuyla ilgili olan anlamına gelir. İsim olarak doğum günü anlamında da kullanılır. italyancada doğum günü yaygın olarak ''compleanno'' sözcüğüyle ifade edilirken, özellikle önemli kişilerin doğum günü söz konusu olduğunda ''genetliaco'' sıfatı isimleştirilerek kullanılır. 
[5]Giugono yani Haziran ayına adını veren Roma tanrıçası, dişiliğin ve doğurganlığın sembolü.
[6]Genio'nun gönlünü hoş etmek.
[7]Marcel Duchamp, 1887-1968 yılları arasında yaşamış bir Fransız ressam, heykeltıraş ve satranç oyuncusudur. 20.yy'ın en önemli sanatçıları arasında sayılmış, özellikle de kubizm, dadaizm, sürrealizm ve kavramsal sanat ile ilgilenmiştir. 
[8]Bkz. Shakspeare, Fırtına, ed.n.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder