Jacques Ranciére ile Bir Söyleşi* - TODD MAY, BENJAMIN
NOYS
& SAUL NEWMAN
Todd May: La Mésentente da,1 demokrasinin
kurumsallaştırılamayacağını öne sürüyorsunuz. Bunun ne anlama geldiğini ve
niçin kurumsallaştırılamayacağını düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz?
Ben demokrasinin asla bir anayasal formlar sistemiyle özdeşleştirilemeyeceğinden bahsediyorum. Demokratik düşünce ve pratikler elbette anayasal formlara ve kamusal yaşam tarzlarına ilham kaynağı olup onlara hayat verebilir. Fakat bunlar demokrasiyi hiçbir şekilde somutlaştıramaz çünkü demos (halk) doğrudan iki yönlüdür. Bir taraftan, demos, iktidarın meşruluğunun kaynağı olan kolektiftir. Bu anlamda, “demokrasi", halkın iktidarını metinler, kurumlar ve kurumsal pratikler içerisinde hayata geçiren formlar sistemini düzenler. Hükümdarın (monarch) ya da “üst sınıfın' (aristokrasi) egemenliğine benzeyen bir egemenlik tayin eder. Fakat demos egemenlik fikrini, bizzat bulundukları konum adına hüküm sürmekle yükümlü olan kral, üst sınıf, âlimler veya rahipler gibi belirli konumlara bağlayan ilkeyi zayıflatan öznedir aynı zamanda. Halk, kendi payına bu konumların gıyabında hüküm sürer. Bu, arche ilkesidir: emredenler, onlara emretme hakkını veren ilkeyi elinde bulunduranlardır.2 Halk iktidarının kendisi ilkece anarşiktir çünkü halkın iktidarı herhangi birinin, iktidara sahip olma yetkisi olmayanların iktidarının olumlanmasıdır. Dolayısıyla, hâkimiyetin nihai gayrimeşruluğunun olumlanmasıdır. Böyle bir iktidar hiçbir zaman kurumsallaştırılamaz. Diğer taraftan, pratiğe geçirilebilir, siyasal kolektifler tarafından yürürlüğe koyulabilir. Fakat siyasal kolektifler tam da, halk adına icra edilen küçük oligarşiler iktidarı olan resmi kamusal sahnede yasal otoritenin ötesine geçerek eylemde bulunmaktadırlar. Demokratik eylem, anayasal düzen içinde temsil edilen basit seçmen vatandaş figürünün tamamlayıcısı olan öznelerin müdahalede bulunmasına olanak tanır; bu özneler yürütme ve temsil yetkisi alanlarından başka alanlara (sokak, işyeri, okul vb) müdahale eder, başka seslerin ve başka nesnelerin önünü açarlar. Dolayısıyla, "halk iktidarı’'nın kurumsal bir kaydı gerçekten söz konusudur, fakat bunun ışığında, kamusal alanın kısıtlanması ve özelleştirilmesinden ibaret olan devlet mantığı ile onun aksine bu iktidarı kendine has eylem biçimleri aracılığıyla genişletmeyi amaçlayan demokratik siyasal mantık arasında bir karşıtlık da söz konusudur.
T.M.: La Haine de la democratie'ife,3
demokrasinin "bütün hükmetme yetkilerinin yokluğundan başka bir şeyi temel
almaması” anlamında anarşik olduğunu söylüyorsunuz. (İngilizce çeviri, s. 41)
Bu noktada anarşist teorik gelenek içerisindeki belirli akımlar mı var
aklınızda ve öyleyse hangi akımlar bunlar?
Benim anarşi
kavrayışımla tarihsel anarşizmin anti-otoriter geleneği arasında bir bağ
olduğu kesin. An-arşi genel olarak tahakkümün gayrimeşruluğu doktrini ve sayıca
en çok olanın kapasitesinin oyuna dâhil edilmesi pratiğidir. On dokuzuncu
yüzyıl işçilerinin anarşizmi, geleceği öngören emek ve mübadele örgütlenmesi
biçimleri icat etme amaçlı mücadele biçimleriyle ilişkilendirilen pratikler
içine gömülmüştü. Anarşizm ve sayıca en çok olanın kapasitesinin sergilenmesi
arasındaki bağa çok önem veriyorum; bu bağ toplumsal geleceğimiz için doğru
sloganı sağlama iddiasındaki teorisyenlerin de bir parçası olduğu ve başka
bakımlardan anarşist gelenek üzerinde de etkili olmuş akademik ve bilimsel
temayüllerle zıtlık içindedir. Bununla birlikte, “benim” anarşizm anlayışımla
anarşist gelenek arasında önemli bir perspektif farkı bulunmaktadır. Anarşist
gelenek, siyasalla Devleti özdeşleştirerek baskıyı Devletle sınırlandırma
eğilimi taşıyor ve bunu, üreticilerin oluşturduğu toplumsal gruplarda
cisimlenmiş toplumsal özgürlükle zıtlık içinde konumlandırıyordu. Tarihsel
anarşizm, üretim ve mübadele ile Devlet biçimlerinin asalaklığı arasındaki
karşıtlığa bel bağlıyordu rahatlıkla. Bu, iktisadi ve toplumsal gerçeklik ile
“görünüş olarak siyaset" arasındaki Marksist karşıtlığa oldukça yakın bir
görüştür. Ve bu görüş, yaşayan bir organizma olarak toplumsal hücrenin siyasal
desiseye karşı durduğu özgül bir organizmacı kavrayıştan besleniyordu. Ben bu
doğalcı görüşten çok uzaktayım. Benim açıklamaya çalıştığım, tam da siyasetin
tanımında içerilen ve onu bütün organizmacılıktan kesinlikle ayıran bir anarşiydi.
Siyasal yönetim ideasında artık belirli bir kategoriye değil bütüne (tous) dair
bir yetki/yeterlik/kifayet referansına ihtiyaç duyulduğunu göstermeye
çalıştım. İktidarın işleyişinin belirli bir kategoriye uygun bir yeterliğin
işleyişi olduğu yolundaki arche mantığından bir kopuş söz konusudur artık.
Elbette, siyasetin merkezindeki bu ilksel “anarşizm” yönetim pratikleri
tarafından sürekli yeniden keşfediliyor ve demokrasi ancak, resmi kamusal
alandan farklı bir müşterek alan yaratacak biçimde onu tekrar devreye sokan
öznelerin eylemleri aracılığıyla var olabilir.
T.M.: Sovyetler Birliği’nin çöküşünden ve Çin’de
kapitalizmin benimsenmesinden bu yana, özellikle Amerika Birleşik
Devletlerinde ilerici hareketler Marksist teoriyle ilgilenmeyi bırakmışlardı.
Bu hareketlerin çoğu köklerini anarşizm içerisinde, hem on dokuzuncu yüzyılın
klasik anarşizmi hem de örneğin Guy Debord’un ve çevreci Murray Bookchin’in
düşüncelerinde ortaya çıkan daha yakın dönem anarşizm tezahürleri içerisinde
aramaya başladı. Anarşist teorinin, bugünün küreselleşen dünyasında ilerici
siyasi düşünceyi ve eylemi ifade edecek bir çerçeve sağlayacağını düşünüyor
musunuz?
Benim bildiğim
kadarıyla, dünyanın ve onun dönüşümünün anlaşılabilirliğine dair küresel bir
çerçeve sağlayacak hiçbir anarşist teori mevcut değil. Ve asıl mesele, böyle
bir anarşist teoriye sahip olmanın gerekli olup olmadığını bilmektir. Tarihsel
anarşizm iki temel tutum arasında salındı hep: bir taraftan, insanların
yenilikçilik kapasitesiyle Marksist bilim tarafından geliştirilen tarihsel
evrim şemalarını bir araya getirdi. Diğer taraftan, Proudhoncu geleneğin
izinden giderek kendini hakiki sosyal bilimlerin ve gelecekte uygulanmaya hazır
bir toplumsal formülün taşıyıcısı olarak takdim etti. Sizin telaffuz ettiğiniz
referansların bu tarihsel salınımla ilişkili bir ilerlemeyi betimlediğinden
kuşkuluyum. Devlet Marksizmine ironiyle yaklaşmasına rağmen, Guy Debord’un
tarihsel süreç ve avangardın rolüne dair vizyonu Marksist gelenekle bütünüyle
uyum içindeydi. Murray Bookchin, kendi payına, anarşizmin sıklıkla
ilişkilendirildiği ve adil toplumun toprağın içine sağlamca yerleştirilmiş
doğal bir bitkiye benzeyeceğini iddia eden organizmacı görüşü sürdürüyor gibi
görünüyor bana. Bu Bookchin’in anarşist çözümü, adeta devletin hastalığına
derman olacak bir formülün uygulaması olarak takdim ettiği anlamına da geliyor.
Ben, kendi payıma, gelecekte uygulanmak için hazır bekletilen ibarelere
inanmıyorum. Ben mevcut düzene muhalefetin güncel biçimlerinin gelecekteki
müşterek varlık biçimlerini geliştirdiğine inanıyorum. Anarşist eleştiri ve
anarşist gelenekle bağlantılı ortaklık biçimleri, Devlet Marksizminin ve
sosyalist partilerin başarısızlığından bu yana yeni bir önem kazandı. Fakat bu
da, tarihsel anarşizmin çelişkili olduğuna hükmettiği şeyi düşünmeyi işaret
ediyor: anarşist bir siyasal düşünce, pratik bir siyaset olarak bir anarşizm
ideası.
Benjamin Noys: Mayıs 68 olaylarının egemenlik eleştiriniz ve entelektüel ve
politik formasyonunuz için bir hayli önemli olduğu açıkça ortada. Olayların
kırkıncı yıldönümü ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Mayıs 68’in
mirasının tasfiye edilmesine dair taleplerinin ertesinde, Mayıs 68 olaylarının
mirası size göre nedir? Mayıs 68’e sadakatin muhafazası gerekli midir ve eğer
öyle ise, onu meydana getiren ayrışık eylemler içinde neye karşı sadakat
beslenmelidir?
Bana göre, Mayıs
68'in mirası, benim anladığım şekliyle demokratik siyasetin mirasından başka
bir şey değildir. Mayıs 68 her şeyden önce, demokrasi ve devletin oligarşik
idaresini kaynaştıran düşünceyle karşıtlık içinde, bütünün (tous) ortak
kaderini tayin etme yeterliliğinin olumlanmasıdır. Sosyal topluluğu
yapılandıran bütün otorite biçimlerinin genel reddiydi Mayıs 68. Bu eleştirinin
politik ve kolektif karakteri yeniden teyit edilmelidir çünkü 1980'lerdeki
düzene geri dönüş fikri bütünüyle otorite karşıtı eleştiriyi, metaların ve bir
meta haline dönüşmüş yaşamın sunduğu yeni vaatlerin tadını çıkarmaktan
alıkoyan otorite formlarından kaçmayı arzulayan genç insanların bireyci
tutumları ile özdeşleştirme amaçlı umutsuz bir teşebbüstü. Bu eleştiri Sarkozy
sayesinde dirilmiştir fakat esasen sol güruh tarafından detaylandırıldığını da
gözden kaçırmamak gerekir; boşa çıkmış umutlarını hınca dönüştüren hayal
kırıklığına uğramış aktivistler, yıllarca süren bir mücadelenin mirasını
geliştirmeye çalışırken bir taraftan da bu mücadelenin etkilerini bütünüyle
ortadan kaldıran hükümetteki sosyalistler; 1968'de kendi bilimlerinin
öğrencilerin “ideolojisi” tarafından yok edildiğini görerek hiddetlenen ama
daha sonra, bilim tarafından yetkilendirilmemiş bu ajitasyonun dara düşen
kapitalizmin ıslahına yol açtığını göstermekten mutlu olan ortodoks Marksistler
veya Bourdieu ekolünün sosyologları vb. tarafından detaylandırılmıştır bu
eleştiri. Mayıs 68’e duyulan sadakat bugün otorite karşıtı hareketin yol
açtığı kolektif yıkımının gücüne duyulan sadakat anlamına geliyor.
B.N.: 2007 yılında Artforum'da4 yayımlanan bir
söyleşide sanatçının konumuna iki şekilde ayrıcalık tanıyordunuz: birincisi,
sanatçının rolündeki dağılımın, roller ve yetkinliklerde yeni bir kaymanın
işareti olması, İkincisi ise, sanatçının kendi işi aracılığıyla “duyulur olanın
dokusunda bir değişiklik” yapabilir olmasıydı. Başka alanlarda ya da
eylemlilik biçimlerinde benzer görevlerin yerine getirilebileceğini düşünüyor
musunuz?
Sanatçı olarak
sanatçı konumuna ayrıcalık tanımıyorum. Ben sanat pratiklerinde, sanatçıların
politik bir rol üstlenmesini -ki, yerleşik yetkinlikler ayrılığı sistemini
dağıtmak suretiyle politik bir rol üstleniyorlar- sağlayan şeyi yeniden
tanımlamaya çalışıyorum. Duyulur olanın dokusunun değiştirilmesi öncelikle
mekânların ve kapasitelerin bozulması anlamına gelir. Bu, sanatçıların
kurmacayı belgeselden ayırdığı varsayılan sınırı bulanıklaştırdıklarında olan
şeydir - örneğin, Pedro Costa gibi bir yönetmen işsiz bir göçmen
işçiyi bir tür King Lear’a dönüştürdüğünde (Colossal Youth) ya da Kalil Joregie ve Joana Hadjithomas gibi Lübnanlı yönetmenler iç
savaş ve dış baskılara şiddet ve ölüm hikâyeleri yoluyla değil, ortadan
kaybolmuş bir filme dair hikâyeler ya da geride kalan negatifleri yıkamanın
imkânsızlığı üzerinden yaklaştığında (Le Film disparu)
olduğu
gibi. Böylelikle egemen mantığın merhamet edeceği mağdurlar kategorisi
içerisinde tutulan grupların birbirleriyle etkileşimi için gerekli kapasitenin
varlığını kanıtlarlar. John Malpede gibi bir tiyatro adamının da Los Angeles'ta
ıskat olunmuş bir cemaatin mensuplarını aktör olarak seferber ettiğinde olan da
yine budur. Bunlar binlercesinin arasında sadece üç emsaldir. Sanatın politik
erdemi etkisini onu sanat olmayandan (sanat olmayan, büyük avangart
girişimlerinin dönemine damgasını vuran, sanatı önleyerek sanat "icra
etme" iradesiyle aynı şey değildir) ayıran sınırları bulanıklaştırdığı
zaman gösteriyor. Benzer etkilerin, bilginin dağıtımı veya enformasyon üretimi
ve dağılımı ile ilişkili diğer alanlarda üretilebileceği açıktır. Örneğin,
bugün internet aracılığı ile yapılan şey tam da budur: internet, tam merkezinde
enformasyonun kanalize edildiği bir perspektifler bolluğudur. Ve bana göre,
siyasal eylemin kendisi, siyasal olarak tanınmayan şeylerin siyasal olduğunu
görmemizi, örneğin hesaba katılmayan öznelerden haberdar olmamızı sağladığı
ölçüde estetik bir etkinliktir.
B.N.: Emek ve işin ya da daha açık olarak işçilerin “işçi” unvanı altında
sınıflandırılmayı reddi, sizin çalışmalarınızın merkezinde bulunuyor. Bilhassa
İtalyan düşünürlerin, 'gayri-maddi emek”ya da güvencesizlik” (precarity) gibi
kavramlar aracılığıyla geleneksel” işçi modelini sorunsallaştırma ya da alaşağı
etme girişimleri, hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Aslına bakarsanız
ben işçi veya proletarya özneleşmesiyle (subjectivation) tahrip edici
bir potansiyelin üretim aygıtının belirli bir türünün belirli bir alanıyla örtüşmesini
sağlamaya çalışan her türlü ekonomik, toplumsal veya kültürel işçi
özdeşleştirmesi arasındaki farklılığı daima ısrarla vurguladım. Bu geçmişte
aktivist proleterin büyük sanayi işçisiyle özdeşleştirilmesine meydan okuma
anlamına geliyordu. Bugün de benzer şekilde kapitalizmin geçirdiği dönüşümler
tarafından üretilen ve sistemi ihlal etme erdemi bahşedilen bir işçi figürünü
tanımlamaya çalışan tezleri reddetmek anlamına geliyor. Gayri-maddi iş ve yeni
zihinsel emek veren (cognitary / cognitaire) özne söylemi de
kapitalizmin kendi mezar kazıcılarını üreteceği eski Marksist şemaya bağlı
kalmayı sürdürmeye çalışıyor. Bununla birlikte, bu söylem maddi, el işçiliğinin
basitçe yok olacağına dair bir masal üretiyor. Aynı zamanda günümüzde
kapitalist sömürünün, büyük bölümünün fütürist teknolojiden çok on dokuzuncu
yüzyıl ev işiyle benzerlik taşıyan çok sayıda ve çeşitli iş biçimlerinden
oluşan bir bütün aracılığıyla gerçekleştiği gerçeğini hesaba katmıyor. Dün
olduğu gibi bugün de işi küresel ekonominin kalbinde üretim güçlerinin
bölüştürülmesi olarak ve zamanla bu bölüştürmeye karşı edimde bulunma
kapasitesine sahip kolektif bir özneleşme biçimlendirme olarak ayırt etmemiz
gerekiyor. Sermayenin geliştirdiği gayri-maddi iş güçleri onun esas kuvvetidir
ve öyle kalacaktır. Bunlar sistemi asla kendiliğinden yok etmeyecektir.
Sistemin tahakkümüne karşı mücadeleden doğmuş olan güçler başarabilir bunu.
S.N.: The Ignorant Schoolmaster'da5 hâkimiyet ve otoritenin yerinden edil- ligi
bir bilgi eşitliği nosyonu geliştiriyorsunuz. Bunun siyaset için bir tür model olacağını
düşünüyor musunuz; örneğin, öncü parti tarafından yönlendirilmeyecek anti-otoriter
bir siyaset formu mu öneriyorsunuz?
Kesinlikle evet.
Entelektüel özgürleşmenin mucidi olan Joseph Jacotot, endi
görüşünce eşitlikçi olmayan bir mantığa itaat eden toplumsal grupların siyasal
biçimleriyle bireyler arasında bir ilişki olarak gördüğü entelektüel eşitsizliğe
kökünden karşı çıkmıştır. Herkes kişisel ilişkilerinde eşit olabilirdi fakat
toplumsal düzen ona göre bu haliyle eşitsizliğe mahkûmdu. Bu karam- ar
düşünceye karşı çıkılabileceğini düşünüyordum. Siyasal hareket içerisin- e de anonim
üyelerin iktidarda olanlarınkinden başka tür bilgiler, başka tür zamanlık ve
sorgulama biçimleri inşa etme kapasitesinin ve başka türlü toplumsal ilişkiler
icat etme kapasitesinin olumlandığı doğru. Fakat önerilen entelektüel
özgürleşme modelinin esas önemli tarafı pedagojik mantığın altüst dilmesidir ki
bu aynı zamanda avangardın da pedagojik mantığıdır. Hakim pedagojik modelde,
çok gelişmiş olanın, geri kalmışlığının azaltılması amacıyla az gelişmiş olana
kılavuzluk etmesi öngörülür. Ama şeyleri bu şekilde tasavvur etmek tam da
azalması beklenen geri kalmışlığı sınırsızca yeniden üretir. Meseleye tam tersi
yönden yaklaşmak gerekir. En gelişmiş olanın Denetiminde eşitsizlikten yola
çıkarak eşitliğe doğru hareket etmek uygun Dİ değildir. Biz işe eşitlikten
başlayacağız ve eşitsizlik veya yetersizlikleri ‘’azaltmak” yerine, geri
kaldığı iddia edilenlerin yeterliliklerini varsayarak indimizi halihazırda
mevcut olan yeterliliklerin gelişmesine adayacağız. Bu urumda, entelektüel özgürleşme
ideası yalnızca avangardın otoriterciliğine değil, aynı zamanda onu
meşrulaştıran şemaya da meydan okumaya sevk eder. Bu, bir araç ve amaç
stratejisi uyarınca başarılmış ve bir eşitlik ve özgürlük hedefine doğru
yönlendirilmiş bir tarih anlayışıdır. Burada ve şimdi lie et nunc) gerçekleştirilebilecek olan özgürlük
ve eşitlikten başlamalıyız işe. Stratejik olmayan amaçlar ve yeni imkânlar yaratacak
olan şey, eşitlik ve özgürlüğün yasallaşması içerisindeki mevcut olan bu
dinamiklerdir.
S.N.: Sizin siyaset anlayışınızda Devletin yeri nedir? Radikal siyasetin
Deviten kaçınmaya ya da onunla arasına mesafe koymaya çalışması gerekir mi ya
ı Devletin temsili yapılarıyla bir şekilde kaynaşmak kaçınılmaz mıdır?
Daha önce de
söylediğim gibi, Devlet ve toplum arasında, yapıntı ve doğa arasındaki gibi bir
karşıtlık kurulmasını kabul etmiyorum. Aynısı, toplum biçimleri için olduğu
kadar Devlet biçimleri için de geçerli: eşitlik mantığı ve eşitsizlik mantığı
arasındaki karşıtlık her ikisinin de içinden geçer; bizim bildiğimiz demokratik
Devlet bir tür melezdir: haklı olarak bütünün kapasitesinin tanınmasına
dayanır ve belirli biçimleri demokratik mücadelenin zaferlerinin sonucudur.
Aynı zamanda Devlet, bu biçimlerin kendi mantığına göre işlemesini sağlayan
oligarşik bir makinedir ve kamusal alanı özelleştirme eğilimi göstermektedir.
O halde bir taraftan Devlet mantığından bağımsız bir siyaseti olumlamak
gerekir. Ancak diğer taraftan da Devlet bir mücadele alanıdır: “İktidarı ele
geçirme” mücadelesinden değil, bütün alanlarda halkın payına düşen iktidarı
olumlama mücadelesinden bahsediyorum. Bu ikinci mücadele hakların yeniden
tanımlanması ve kuramların dönüşümü gibi etkiler üretecektir ki ben, yeni eylem
biçimlerine dair yeterliklere işaret ettiklerinden bunları hayalcilikle itham
etmeyi reddediyorum. Marksist ve anarşist vizyonların zayıflığı, ihtimallerin
ve yeterliklerin akışkan dağılımı yerine, gerçeklik ve görünüş üzerinden
düşünmek olmuştur ekseriyetle. Burada mesele Devlet yapıları içerisine dâhil
edilmek değil, bu yapıların her bir tarafın gücünün arttığı ya da azaldığı
etkili bir mücadele sahası oluşturduğuna inanmaktır.
S.N.: Günümüzde radikal siyaset için ne tür bir gelecek görüyorsunuz?
Size göre küresel kapitalizm karşıtı hareket ileriye yönelik bir umut vaat
ediyor mu yoksa farklı siyasal eylem ve örgütlenme kipleri mi gerekli?
Küreselleşmeye
eklemlenen uluslar ve örgütlenme biçimlerinin yerini şimdi kapitalizm karşıtı
bir harekete devretmeleri gerektiğini söyleyebilmek için küreselleşmeyi bir
mazeret olarak sunmanın tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Uluslar henüz yok
olmadılar ve uluslarüstü (supranational) olarak adlandırılan kurumlar
her şeyden önce ulus devletlerin siyasetteki hareket alanlarını yerelle
sınırlamadan genişletmek için kullandıkları araçlar. Bu bakış açısından,
“küreselleşme karşıtı” hareketin bir bölümünün uluslararasıcılık adına Avrupa
anayasasına verdiği destek gerçekten şaşırtıcıdır. Mesele yerelin karşısına
küreseli oturtmak değildir. Bunların her ikisi de birbiriyle ilişkilidir.
Küresel tahakküm biçimleri sadece çok çeşitli yerel biçimler kanalıyla var
olur. Çünkü “yerel” bütünle zıtlık içinde konumlanması gereken kısım değildir,
küresel tahakkümler örgütlenmesinde bir tekil noktadır. Bu anlamda, siyasal bir
mücadele daima yereldir: Yani, siyasal mücadele tahakküm sisteminde her zaman
belirli bir geçiş ya da düğüm noktasında patlak verir ve ona düşen bu noktada
meydana gelenin evrensel biçimini ortaya çıkarmaktır. Bu belirli nokta dünyaya
hükmetme iddiasındaki uluslararası kuruluşlardan birinin özel bir toplantısı
olabilir; fakat aynı zamanda yerelliğin bozulması (delocalization),
sosyal koruma biçimlerinden birinin kaldırılması veya kapitalizme kapılar
sonuna kadar açıldığı anda popülasyonun hareket özgürlüğünü kısıtlayan
yasallaştırmalar vb. nedenlerde patlak veren bir çatışma da olabilir. Yeni bir
Enternasyonal kesinlikle gündemdedir. Fakat Enternasyonal, küresel konusunda
uzmanlaşan bir organizasyon değildir; kolektifleri koordine etme, bir araya
getirme ve saiklerini ve eylemlerini evrenselleştirmek için çalışan tekil
maddeler için mücadele eden kolektiflerin ortaya çıkışıdır.
cogito - Siyaset Felsefesi (sayı: 74/Yaz 2013) s.48-56
İngilizceden çeviren: Ziya Kaya
Dipnotlar*
* Bu makale Anarchist Studies dergisinde
yayımlanmıştır. Bkz. Todd May, Benjamin Noys ve Saul Newman, “Democracy, anarchism and radical politics today: An
interview with Jacques Ranciére'', Anarchist Studies, 16/2 (Eylül, 2008), s. 173-185.
1. La Mésentente: politique et philosophie,
Jacques Ranciére’nin Uyuşmazlık:
Politika ve Felsefe adıyla 2005 yılında Ara-lık yayınları tarafından yayımlanan kitabıdır,
(ç. n.)
2. Arché
hem
“emretmek, yönetmek, hükmetmek" (command) hem de “başlangıç / köken”
(origin) anlamına gelir.
3. Jacques
Ranciére, La Haine de la démocratie,
La Fabrique. 2005.
4. Fulvia
Carnevale ve John Kelsey, “Art of the Possible”,
Conversation with Jacques Ranciére" Artforum (Mart 2007): 256-259, 261-264, 266-267, 269.
5.
Rancière, Jacques, Le Maître ignorant: Cinq leçons sur l’émancipation
intellectuelle, Fayard 1987. Rancière bu kitabı radikal bir erken 19. yüzyıl
öğretmeni olan Joseph Jacatot'nun deneyiminden esinlenerek yazmıştır (ç. n.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder