25 Ağustos 2013 Pazar

Günümüzde Demokrasi, Anarşizm ve Radikal Politika

Jacques Ranciére ile Bir Söyleşi* - TODD MAY, BENJAMIN NOYS & SAUL NEWMAN

Todd May: La Mésentente da,1 demokrasinin kurumsallaştırılamayacağını öne sürüyorsunuz. Bunun ne anlama geldiğini ve niçin kurumsallaştırılamayacağını düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz?

Ben demokrasinin asla bir anayasal formlar sistemiyle özdeşleştirilemeyeceğinden bahsediyorum. Demokratik düşünce ve pratikler elbette anaya­sal formlara ve kamusal yaşam tarzlarına ilham kaynağı olup onlara hayat verebilir. Fakat bunlar demokrasiyi hiçbir şekilde somutlaştıramaz çünkü demos (halk) doğrudan iki yönlüdür. Bir taraftan, demos, iktidarın meşrulu­ğunun kaynağı olan kolektiftir. Bu anlamda, “demokrasi", halkın iktidarını metinler, kurumlar ve kurumsal pratikler içerisinde hayata geçiren formlar sistemini düzenler. Hükümdarın (monarch) ya da “üst sınıfın' (aristokrasi) egemenliğine benzeyen bir egemenlik tayin eder. Fakat demos egemenlik fik­rini, bizzat bulundukları konum adına hüküm sürmekle yükümlü olan kral, üst sınıf, âlimler veya rahipler gibi belirli konumlara bağlayan ilkeyi zayıflatan öznedir aynı zamanda. Halk, kendi payına bu konumların gıyabında hüküm sürer. Bu, arche ilkesidir: emredenler, onlara emretme hakkını veren ilkeyi elinde bulunduranlardır.2 Halk iktidarının kendisi ilkece anarşiktir çünkü halkın iktidarı herhangi birinin, iktidara sahip olma yetkisi olmayan­ların iktidarının olumlanmasıdır. Dolayısıyla, hâkimiyetin nihai gayrimeşruluğunun olumlanmasıdır. Böyle bir iktidar hiçbir zaman kurumsallaştırılamaz. Diğer taraftan, pratiğe geçirilebilir, siyasal kolektifler tarafından yürürlüğe koyulabilir. Fakat siyasal kolektifler tam da, halk adına icra edilen küçük oligarşiler iktidarı olan resmi kamusal sahnede yasal otoritenin öte­sine geçerek eylemde bulunmaktadırlar. Demokratik eylem, anayasal düzen içinde temsil edilen basit seçmen vatandaş figürünün tamamlayıcısı olan öznelerin müdahalede bulunmasına olanak tanır; bu özneler yürütme ve temsil yetkisi alanlarından başka alanlara (sokak, işyeri, okul vb) müdahale eder, başka seslerin ve başka nesnelerin önünü açarlar. Dolayısıyla, "halk iktidarı’'nın kurumsal bir kaydı gerçekten söz konusudur, fakat bunun ışı­ğında, kamusal alanın kısıtlanması ve özelleştirilmesinden ibaret olan devlet mantığı ile onun aksine bu iktidarı kendine has eylem biçimleri aracılığıyla genişletmeyi amaçlayan demokratik siyasal mantık arasında bir karşıtlık da söz konusudur.

T.M.: La Haine de la democratie'ife,3 demokrasinin "bütün hükmetme yetkilerinin yokluğundan başka bir şeyi temel almaması” anlamında anarşik olduğunu söylüyorsunuz. (İngilizce çeviri, s. 41) Bu noktada anarşist teorik gelenek içerisindeki belirli akımlar mı var aklınızda ve öyleyse hangi akımlar bunlar?

Benim anarşi kavrayışımla tarihsel anarşizmin anti-otoriter geleneği ara­sında bir bağ olduğu kesin. An-arşi genel olarak tahakkümün gayrimeşruluğu doktrini ve sayıca en çok olanın kapasitesinin oyuna dâhil edilmesi pra­tiğidir. On dokuzuncu yüzyıl işçilerinin anarşizmi, geleceği öngören emek ve mübadele örgütlenmesi biçimleri icat etme amaçlı mücadele biçimleriyle ilişkilendirilen pratikler içine gömülmüştü. Anarşizm ve sayıca en çok ola­nın kapasitesinin sergilenmesi arasındaki bağa çok önem veriyorum; bu bağ toplumsal geleceğimiz için doğru sloganı sağlama iddiasındaki teorisyenlerin de bir parçası olduğu ve başka bakımlardan anarşist gelenek üzerinde de etkili olmuş akademik ve bilimsel temayüllerle zıtlık içindedir. Bununla birlikte, “benim” anarşizm anlayışımla anarşist gelenek arasında önemli bir perspektif farkı bulunmaktadır. Anarşist gelenek, siyasalla Devleti özdeşleş­tirerek baskıyı Devletle sınırlandırma eğilimi taşıyor ve bunu, üreticilerin oluşturduğu toplumsal gruplarda cisimlenmiş toplumsal özgürlükle zıtlık içinde konumlandırıyordu. Tarihsel anarşizm, üretim ve mübadele ile Devlet biçimlerinin asalaklığı arasındaki karşıtlığa bel bağlıyordu rahatlıkla. Bu, iktisadi ve toplumsal gerçeklik ile “görünüş olarak siyaset" arasındaki Mark­sist karşıtlığa oldukça yakın bir görüştür. Ve bu görüş, yaşayan bir organiz­ma olarak toplumsal hücrenin siyasal desiseye karşı durduğu özgül bir organizmacı kavrayıştan besleniyordu. Ben bu doğalcı görüşten çok uzaktayım. Benim açıklamaya çalıştığım, tam da siyasetin tanımında içerilen ve onu bütün organizmacılıktan kesinlikle ayıran bir anarşiydi. Siyasal yönetim ideasında artık belirli bir kategoriye değil bütüne (tous) dair bir yetki/yeter­lik/kifayet referansına ihtiyaç duyulduğunu göstermeye çalıştım. İktidarın işleyişinin belirli bir kategoriye uygun bir yeterliğin işleyişi olduğu yolunda­ki arche mantığından bir kopuş söz konusudur artık. Elbette, siyasetin mer­kezindeki bu ilksel “anarşizm” yönetim pratikleri tarafından sürekli yeniden keşfediliyor ve demokrasi ancak, resmi kamusal alandan farklı bir müşterek alan yaratacak biçimde onu tekrar devreye sokan öznelerin eylemleri aracı­lığıyla var olabilir. 

T.M.: Sovyetler Birliği’nin çöküşünden ve Çin’de kapitalizmin benimsenme­sinden bu yana, özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde ilerici hareketler Mark­sist teoriyle ilgilenmeyi bırakmışlardı. Bu hareketlerin çoğu köklerini anarşizm içerisinde, hem on dokuzuncu yüzyılın klasik anarşizmi hem de örneğin Guy Debord’un ve çevreci Murray Bookchin’in düşüncelerinde ortaya çıkan daha yakın dönem anarşizm tezahürleri içerisinde aramaya başladı. Anarşist teori­nin, bugünün küreselleşen dünyasında ilerici siyasi düşünceyi ve eylemi ifade edecek bir çerçeve sağlayacağını düşünüyor musunuz?

Benim bildiğim kadarıyla, dünyanın ve onun dönüşümünün anlaşılabilir­liğine dair küresel bir çerçeve sağlayacak hiçbir anarşist teori mevcut değil. Ve asıl mesele, böyle bir anarşist teoriye sahip olmanın gerekli olup olma­dığını bilmektir. Tarihsel anarşizm iki temel tutum arasında salındı hep: bir taraftan, insanların yenilikçilik kapasitesiyle Marksist bilim tarafından geliştirilen tarihsel evrim şemalarını bir araya getirdi. Diğer taraftan, Proudhoncu geleneğin izinden giderek kendini hakiki sosyal bilimlerin ve gelecekte uygulanmaya hazır bir toplumsal formülün taşıyıcısı olarak takdim etti. Si­zin telaffuz ettiğiniz referansların bu tarihsel salınımla ilişkili bir ilerlemeyi betimlediğinden kuşkuluyum. Devlet Marksizmine ironiyle yaklaşmasına rağmen, Guy Debord’un tarihsel süreç ve avangardın rolüne dair vizyonu Marksist gelenekle bütünüyle uyum içindeydi. Murray Bookchin, kendi payı­na, anarşizmin sıklıkla ilişkilendirildiği ve adil toplumun toprağın içine sağ­lamca yerleştirilmiş doğal bir bitkiye benzeyeceğini iddia eden organizmacı görüşü sürdürüyor gibi görünüyor bana. Bu Bookchin’in anarşist çözümü, adeta devletin hastalığına derman olacak bir formülün uygulaması olarak takdim ettiği anlamına da geliyor. Ben, kendi payıma, gelecekte uygulanmak için hazır bekletilen ibarelere inanmıyorum. Ben mevcut düzene muhalefe­tin güncel biçimlerinin gelecekteki müşterek varlık biçimlerini geliştirdiğine inanıyorum. Anarşist eleştiri ve anarşist gelenekle bağlantılı ortaklık biçim­leri, Devlet Marksizminin ve sosyalist partilerin başarısızlığından bu yana yeni bir önem kazandı. Fakat bu da, tarihsel anarşizmin çelişkili olduğuna hükmettiği şeyi düşünmeyi işaret ediyor: anarşist bir siyasal düşünce, pratik bir siyaset olarak bir anarşizm ideası.

Benjamin Noys: Mayıs 68 olaylarının egemenlik eleştiriniz ve entelektüel ve politik formasyonunuz için bir hayli önemli olduğu açıkça ortada. Olayla­rın kırkıncı yıldönümü ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Mayıs 68’in mirasının tasfiye edilmesine dair taleplerinin ertesinde, Mayıs 68 olayla­rının mirası size göre nedir? Mayıs 68’e sadakatin muhafazası gerekli midir ve eğer öyle ise, onu meydana getiren ayrışık eylemler içinde neye karşı sadakat beslenmelidir?

Bana göre, Mayıs 68'in mirası, benim anladığım şekliyle demokratik si­yasetin mirasından başka bir şey değildir. Mayıs 68 her şeyden önce, demok­rasi ve devletin oligarşik idaresini kaynaştıran düşünceyle karşıtlık içinde, bütünün (tous) ortak kaderini tayin etme yeterliliğinin olumlanmasıdır. Sos­yal topluluğu yapılandıran bütün otorite biçimlerinin genel reddiydi Mayıs 68. Bu eleştirinin politik ve kolektif karakteri yeniden teyit edilmelidir çünkü 1980'lerdeki düzene geri dönüş fikri bütünüyle otorite karşıtı eleştiriyi, metaların ve bir meta haline dönüşmüş yaşamın sunduğu yeni vaatlerin tadı­nı çıkarmaktan alıkoyan otorite formlarından kaçmayı arzulayan genç in­sanların bireyci tutumları ile özdeşleştirme amaçlı umutsuz bir teşebbüstü. Bu eleştiri Sarkozy sayesinde dirilmiştir fakat esasen sol güruh tarafından detaylandırıldığını da gözden kaçırmamak gerekir; boşa çıkmış umutlarını hınca dönüştüren hayal kırıklığına uğramış aktivistler, yıllarca süren bir mücadelenin mirasını geliştirmeye çalışırken bir taraftan da bu mücadele­nin etkilerini bütünüyle ortadan kaldıran hükümetteki sosyalistler; 1968'de kendi bilimlerinin öğrencilerin “ideolojisi” tarafından yok edildiğini görerek hiddetlenen ama daha sonra, bilim tarafından yetkilendirilmemiş bu ajitasyonun dara düşen kapitalizmin ıslahına yol açtığını göstermekten mutlu olan ortodoks Marksistler veya Bourdieu ekolünün sosyologları vb. tarafın­dan detaylandırılmıştır bu eleştiri. Mayıs 68’e duyulan sadakat bugün oto­rite karşıtı hareketin yol açtığı kolektif yıkımının gücüne duyulan sadakat anlamına geliyor.

B.N.: 2007 yılında Artforum'da4 yayımlanan bir söyleşide sanatçının ko­numuna iki şekilde ayrıcalık tanıyordunuz: birincisi, sanatçının rolündeki da­ğılımın, roller ve yetkinliklerde yeni bir kaymanın işareti olması, İkincisi ise, sanatçının kendi işi aracılığıyla “duyulur olanın dokusunda bir değişiklik” ya­pabilir olmasıydı. Başka alanlarda ya da eylemlilik biçimlerinde benzer görev­lerin yerine getirilebileceğini düşünüyor musunuz?

Sanatçı olarak sanatçı konumuna ayrıcalık tanımıyorum. Ben sanat pra­tiklerinde, sanatçıların politik bir rol üstlenmesini -ki, yerleşik yetkinlikler ayrılığı sistemini dağıtmak suretiyle politik bir rol üstleniyorlar- sağlayan şeyi yeniden tanımlamaya çalışıyorum. Duyulur olanın dokusunun değişti­rilmesi öncelikle mekânların ve kapasitelerin bozulması anlamına gelir. Bu, sanatçıların kurmacayı belgeselden ayırdığı varsayılan sınırı bulanıklaştırdıklarında olan şeydir - örneğin, Pedro Costa gibi bir yönetmen işsiz bir göçmen işçiyi bir tür King Lear’a dönüştürdüğünde (Colossal Youth) ya da Kalil Joregie ve Joana Hadjithomas gibi Lübnanlı yönetmenler iç savaş ve dış baskılara şiddet ve ölüm hikâyeleri yoluyla değil, ortadan kaybolmuş bir filme dair hikâyeler ya da geride kalan negatifleri yıkamanın imkânsızlığı üzerinden yaklaştığında (Le Film disparu) olduğu gibi. Böylelikle egemen mantığın merhamet edeceği mağdurlar kategorisi içerisinde tutulan grup­ların birbirleriyle etkileşimi için gerekli kapasitenin varlığını kanıtlarlar. John Malpede gibi bir tiyatro adamının da Los Angeles'ta ıskat olunmuş bir cemaatin mensuplarını aktör olarak seferber ettiğinde olan da yine budur. Bunlar binlercesinin arasında sadece üç emsaldir. Sanatın politik erdemi etkisini onu sanat olmayandan (sanat olmayan, büyük avangart girişimlerinin dönemine damgasını vuran, sanatı önleyerek sanat "icra etme" iradesiyle aynı şey değildir) ayıran sınırları bulanıklaştırdığı zaman gösteriyor. Benzer etkilerin, bilginin dağıtımı veya enformasyon üretimi ve dağılımı ile ilişkili diğer alanlarda üretilebileceği açıktır. Örneğin, bugün internet aracılığı ile yapılan şey tam da budur: internet, tam merkezinde enformasyonun kanalize edildiği bir perspektifler bolluğudur. Ve bana göre, siyasal eylemin kendi­si, siyasal olarak tanınmayan şeylerin siyasal olduğunu görmemizi, örneğin hesaba katılmayan öznelerden haberdar olmamızı sağladığı ölçüde estetik bir etkinliktir.

B.N.: Emek ve işin ya da daha açık olarak işçilerin “işçi” unvanı altında sınıflandırılmayı reddi, sizin çalışmalarınızın merkezinde bulunuyor. Bilhassa İtalyan düşünürlerin, 'gayri-maddi emek”ya da güvencesizlik” (precarity) gibi kavramlar aracılığıyla geleneksel” işçi modelini sorunsallaştırma ya da alaşağı etme girişimleri, hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Aslına bakarsanız ben işçi veya proletarya özneleşmesiyle (subjectivation) tahrip edici bir potansiyelin üretim aygıtının belirli bir türünün belirli bir alanıyla örtüşmesini sağlamaya çalışan her türlü ekonomik, toplumsal veya kültürel işçi özdeşleştirmesi arasındaki farklılığı daima ısrarla vurguladım. Bu geçmişte aktivist proleterin büyük sanayi işçisiyle özdeşleştirilmesine meydan okuma anlamına geliyordu. Bugün de benzer şekilde kapitalizmin geçirdiği dönüşümler tarafından üretilen ve sistemi ihlal etme erdemi bah­şedilen bir işçi figürünü tanımlamaya çalışan tezleri reddetmek anlamına geliyor. Gayri-maddi iş ve yeni zihinsel emek veren (cognitary / cognitaire) özne söylemi de kapitalizmin kendi mezar kazıcılarını üreteceği eski Mark­sist şemaya bağlı kalmayı sürdürmeye çalışıyor. Bununla birlikte, bu söylem maddi, el işçiliğinin basitçe yok olacağına dair bir masal üretiyor. Aynı za­manda günümüzde kapitalist sömürünün, büyük bölümünün fütürist tek­nolojiden çok on dokuzuncu yüzyıl ev işiyle benzerlik taşıyan çok sayıda ve çeşitli iş biçimlerinden oluşan bir bütün aracılığıyla gerçekleştiği gerçeğini hesaba katmıyor. Dün olduğu gibi bugün de işi küresel ekonominin kalbinde üretim güçlerinin bölüştürülmesi olarak ve zamanla bu bölüştürmeye karşı edimde bulunma kapasitesine sahip kolektif bir özneleşme biçimlendirme olarak ayırt etmemiz gerekiyor. Sermayenin geliştirdiği gayri-maddi iş güç­leri onun esas kuvvetidir ve öyle kalacaktır. Bunlar sistemi asla kendiliğin­den yok etmeyecektir. Sistemin tahakkümüne karşı mücadeleden doğmuş olan güçler başarabilir bunu.

S.N.: The Ignorant Schoolmaster'da5 hâkimiyet ve otoritenin yerinden edil- ligi bir bilgi eşitliği nosyonu geliştiriyorsunuz. Bunun siyaset için bir tür model olacağını düşünüyor musunuz; örneğin, öncü parti tarafından yönlendirilmeyecek anti-otoriter bir siyaset formu mu öneriyorsunuz?

Kesinlikle evet. Entelektüel özgürleşmenin mucidi olan Joseph Jacotot, endi görüşünce eşitlikçi olmayan bir mantığa itaat eden toplumsal grupların siyasal biçimleriyle bireyler arasında bir ilişki olarak gördüğü entelektüel eşitsizliğe kökünden karşı çıkmıştır. Herkes kişisel ilişkilerinde eşit olabilirdi fakat toplumsal düzen ona göre bu haliyle eşitsizliğe mahkûmdu. Bu karam- ar düşünceye karşı çıkılabileceğini düşünüyordum. Siyasal hareket içerisin- e de anonim üyelerin iktidarda olanlarınkinden başka tür bilgiler, başka tür zamanlık ve sorgulama biçimleri inşa etme kapasitesinin ve başka türlü toplumsal ilişkiler icat etme kapasitesinin olumlandığı doğru. Fakat önerilen entelektüel özgürleşme modelinin esas önemli tarafı pedagojik mantığın altüst dilmesidir ki bu aynı zamanda avangardın da pedagojik mantığıdır. Hakim pedagojik modelde, çok gelişmiş olanın, geri kalmışlığının azaltılması amacıyla az gelişmiş olana kılavuzluk etmesi öngörülür. Ama şeyleri bu şekilde tasavvur etmek tam da azalması beklenen geri kalmışlığı sınırsızca yeniden üretir. Meseleye tam tersi yönden yaklaşmak gerekir. En gelişmiş olanın Denetiminde eşitsizlikten yola çıkarak eşitliğe doğru hareket etmek uygun Dİ değildir. Biz işe eşitlikten başlayacağız ve eşitsizlik veya yetersizlikleri ‘’azaltmak” yerine, geri kaldığı iddia edilenlerin yeterliliklerini varsayarak indimizi halihazırda mevcut olan yeterliliklerin gelişmesine adayacağız. Bu urumda, entelektüel özgürleşme ideası yalnızca avangardın otoriterciliğine değil, aynı zamanda onu meşrulaştıran şemaya da meydan okumaya sevk eder. Bu, bir araç ve amaç stratejisi uyarınca başarılmış ve bir eşitlik ve özgürlük hedefine doğru yönlendirilmiş bir tarih anlayışıdır. Burada ve şimdi lie et nunc) gerçekleştirilebilecek olan özgürlük ve eşitlikten başlamalıyız işe. Stratejik olmayan amaçlar ve yeni imkânlar yaratacak olan şey, eşitlik ve özgürlüğün yasallaşması içerisindeki mevcut olan bu dinamiklerdir.

S.N.: Sizin siyaset anlayışınızda Devletin yeri nedir? Radikal siyasetin Dev­iten kaçınmaya ya da onunla arasına mesafe koymaya çalışması gerekir mi ya ı Devletin temsili yapılarıyla bir şekilde kaynaşmak kaçınılmaz mıdır?

Daha önce de söylediğim gibi, Devlet ve toplum arasında, yapıntı ve doğa arasındaki gibi bir karşıtlık kurulmasını kabul etmiyorum. Aynısı, toplum biçimleri için olduğu kadar Devlet biçimleri için de geçerli: eşitlik mantığı ve eşitsizlik mantığı arasındaki karşıtlık her ikisinin de içinden geçer; bizim bildiğimiz demokratik Devlet bir tür melezdir: haklı olarak bütünün kapasi­tesinin tanınmasına dayanır ve belirli biçimleri demokratik mücadelenin za­ferlerinin sonucudur. Aynı zamanda Devlet, bu biçimlerin kendi mantığına göre işlemesini sağlayan oligarşik bir makinedir ve kamusal alanı özelleştir­me eğilimi göstermektedir. O halde bir taraftan Devlet mantığından bağım­sız bir siyaseti olumlamak gerekir. Ancak diğer taraftan da Devlet bir müca­dele alanıdır: “İktidarı ele geçirme” mücadelesinden değil, bütün alanlarda halkın payına düşen iktidarı olumlama mücadelesinden bahsediyorum. Bu ikinci mücadele hakların yeniden tanımlanması ve kuramların dönüşümü gibi etkiler üretecektir ki ben, yeni eylem biçimlerine dair yeterliklere işaret ettiklerinden bunları hayalcilikle itham etmeyi reddediyorum. Marksist ve anarşist vizyonların zayıflığı, ihtimallerin ve yeterliklerin akışkan dağılımı yerine, gerçeklik ve görünüş üzerinden düşünmek olmuştur ekseriyetle. Bu­rada mesele Devlet yapıları içerisine dâhil edilmek değil, bu yapıların her bir tarafın gücünün arttığı ya da azaldığı etkili bir mücadele sahası oluşturdu­ğuna inanmaktır.

S.N.: Günümüzde radikal siyaset için ne tür bir gelecek görüyorsunuz? Size göre küresel kapitalizm karşıtı hareket ileriye yönelik bir umut vaat ediyor mu yoksa farklı siyasal eylem ve örgütlenme kipleri mi gerekli?

Küreselleşmeye eklemlenen uluslar ve örgütlenme biçimlerinin yerini şimdi kapitalizm karşıtı bir harekete devretmeleri gerektiğini söyleyebilmek için küreselleşmeyi bir mazeret olarak sunmanın tehlikeli olduğunu düşü­nüyorum. Uluslar henüz yok olmadılar ve uluslarüstü (supranational) olarak adlandırılan kurumlar her şeyden önce ulus devletlerin siyasetteki hareket alanlarını yerelle sınırlamadan genişletmek için kullandıkları araçlar. Bu bakış açısından, “küreselleşme karşıtı” hareketin bir bölümünün uluslarara­sıcılık adına Avrupa anayasasına verdiği destek gerçekten şaşırtıcıdır. Mese­le yerelin karşısına küreseli oturtmak değildir. Bunların her ikisi de birbiriyle ilişkilidir. Küresel tahakküm biçimleri sadece çok çeşitli yerel biçimler ka­nalıyla var olur. Çünkü “yerel” bütünle zıtlık içinde konumlanması gereken kısım değildir, küresel tahakkümler örgütlenmesinde bir tekil noktadır. Bu anlamda, siyasal bir mücadele daima yereldir: Yani, siyasal mücadele tahakküm sisteminde her zaman belirli bir geçiş ya da düğüm noktasında patlak verir ve ona düşen bu noktada meydana gelenin evrensel biçimini ortaya çıkarmaktır. Bu belirli nokta dünyaya hükmetme iddiasındaki uluslararası kuruluşlardan birinin özel bir toplantısı olabilir; fakat aynı zamanda yerelliğin bozulması (delocalization), sosyal koruma biçimlerinden birinin kaldı­rılması veya kapitalizme kapılar sonuna kadar açıldığı anda popülasyonun hareket özgürlüğünü kısıtlayan yasallaştırmalar vb. nedenlerde patlak veren bir çatışma da olabilir. Yeni bir Enternasyonal kesinlikle gündemdedir. Fa­kat Enternasyonal, küresel konusunda uzmanlaşan bir organizasyon değil­dir; kolektifleri koordine etme, bir araya getirme ve saiklerini ve eylemlerini evrenselleştirmek için çalışan tekil maddeler için mücadele eden kolektifle­rin ortaya çıkışıdır.

cogito - Siyaset Felsefesi (sayı: 74/Yaz 2013) s.48-56 
İngilizceden çeviren: Ziya Kaya

Dipnotlar*
* Bu makale Anarchist Studies dergisinde yayımlanmıştır. Bkz. Todd May, Benjamin Noys ve Saul Newman, “Democracy, anarchism and radical politics today: An interview with Jacques Ranciére'', Anarchist Studies, 16/2 (Eylül, 2008), s. 173-185.
1. La Mésentente: politique et philosophie, Jacques Ranciére’nin Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe adıyla 2005 yılında Ara-lık yayınları tarafından yayımlanan kitabıdır, (ç. n.)
2. Arché hem “emretmek, yönetmek, hükmetmek" (command) hem de “başlangıç / köken” (origin) anlamına gelir.
3. Jacques Ranciére, La Haine de la démocratie, La Fabrique. 2005.
4. Fulvia Carnevale ve John Kelsey, “Art of the Possible”, Conversation with Jacques Ranciére" Artforum (Mart 2007): 256-259, 261-264, 266-267, 269.
5. Rancière, Jacques, Le Maître ignorant: Cinq leçons sur l’émancipation intellectuelle, Fayard 1987. Rancière bu kitabı radikal bir erken 19. yüzyıl öğretmeni olan Joseph Jacatot'nun deneyiminden esinlenerek yazmıştır (ç. n.).


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder