Jean-Luc
Nancy'nin Düşüncesine Bir Giriş*
Fransa'da
'yapısöküm' adıyla süren olayla adları doğru ya da yanlış bir biçimde
ilişkilendirilen tüm düşünür ve yazarlar arasında Jean- Luc Nancy belki de en
az tanınan düşünürlerden biri olmuştur -ta ki günümüze dek. Her ne kadar Nancy,
ilk başta meslektaşı Philippe Lacoue-Labarthe ile işbirliği içinde, daha sonra
da kendi yapıtlarının yazarı olarak çok daha uzun bir süredir yazıyor da olsa,
temel yapıtlarının ancak son zamanlarda, son on yıl içinde İngilizceye
çevrilmiş olması, onun az tanınmış olmasının nedenlerinden biridir. Gerçekten
bugün Nancy külliyatı oldukça genişlemiş olmakla birlikte, çalışmaları değişik
konulara uzanan bazı çağdaşlarından farklı olarak, Nancy edebiyata yaptığı
kısa geçişlere rağmen, temel olarak hep felsefeye odaklanmıştır. Bununla
birlikte bu durum, Nancy' yi bilgi, etik, ontoloji ve bunlarla ilgili sorular
ve sorunlara kanıtlayıcı bir temel arayan, daha geleneksel anlamda bir filozof
olarak sınıflandırabileceğimiz anlamına gelmez. Tam tersine, eğer Heidegger’in
dediği gibi düşünürler tek bir düşüncenin ardından gidiyorlarsa, Nancy'yi de
böyle bir düşünür olarak nitelemek daha doğru olacaktır. Tekrar tekrar
düşündüğü o tek düşünceyi de özgürlük, metafiziğin sonu olarak özgürlük
düşüncesi olarak niteleyebiliriz. Üstelik, yöneldiği her konu ve sorun da bu
özgürlüğün farklı bir ’deney’ ya da ’deneyim’ini başlatmak için süren bir
çabayı gösterir (bu iki sözcük arasındaki ilişkinin anlamı da ilerde açıklığa
kavuşacaktır).
İlkin,
yukarda yaptığımız yorumlar üzerine açıklayıcı birkaç söz söylemek, Nancy'nin
yapıtlarına yaklaşırken bize yardımcı olacaktır. Yapısökümün, ister öncü ister
başka türlü olsun, bir tür felsefe, sanat ya da hatta kültür hareketini temsil
ettiği düşüncesinden, Derrida’nm yaptığı gibi, ben de kendi anlayışımı ayrı
tutmak için yapı- sökümü "süren olay" olarak niteledim. Yapısökümü
böyle bir hareket olarak kavramsallaştırmak, onu belli bir göstermelik kişi
(Derrida) çevresinde ya da bir ideoloji (ki onu eleştirenlerin çoğunun yaptığı
budur) veya onun sınırlarım uygun biçimde belirlememize izin veren başka bir
birlik biçiminde dondurmanın bir yoludur; ve Hegel’in de çok iyi bildiği gibi,
bir şey bir kez belirlendiğinde olumsuzlanır ve daha yüksek bir doğruluğa
kaldırılır. Bu 'yarı' hareketin 'yarı' göstermelik kişisi
Derrida'dan alıntı yapacak olursak, "Yapı- söküm ne bir kuram, ne de bir
felsefedir. Bir okul, bir edim ya da bir uygulama da değildir. Yapısöküm, bugün
olandır, bugün toplum, politika, diplomasi, ekonomi, tarihsel gerçeklik vb.
denen şeyde olup bitendir.” (Derrida: 85). Bir an için bu sözcüklerin anlamına
dikkat edersek, o zaman Nancy'ye yaklaşırken belki "yapısökümcü"
adlandırmasından vazgeçebiliriz. Çünkü eğer bu ifadeyle bir müridi ya da
yapısöküm 'metodolojisi'ni benimsemiş birini kastediyorsa, aslında o
yapısökümcü değildir. Fakat vurguyu arttırarak, Derrida'nm sözlerine bir kez
daha dikkatlice bakacak olursak, anlamalıyız ki "yöntem" tam da
yapısökümün olmadığı şeydir.
O
halde nasıl tanıtmalı Nancy'yi? Ben onu metafiziğin sonunun bir düşünürü olarak
nitelerdim. "Metafiziğin sonu" ifadesi Heidegger'den gelmektedir. Bu
yüzden Nancy'nin de "metafiziğin sonu" düşüncesini Heidegger üzerinden,
bir Heidegger okuması üzerinden ve bunun da ötesinde, genel olarak bir
metafizik tarihi okuması üzerinden düşünen biri olması gerektiği açıktır.
Nancy: Bir okuyucu, bir düşünür... Çünkü bu gerçekten Heidegger'in mirasının
üzerimizdeki etkisidir. Başka hiçbir şey olmasa bile, Heidegger'in yapıtı
bizi felsefe tarihini tüm tarih yazımını aşan bir biçimde metafizik olarak
okumaya, felsefeyi bir olay olarak -Nietzsche'nin 'nihilizm'
dediği, Heidegger içinse 'teknoloji' olan şeyin maskesi altında olmuş olan ve
halen devam eden- Varlık'ın unutuluşu ve geri çekilişi olayı olarak okumaya
çağırır. O halde bir okuyucu olarak Nancy, Heidegger'le ve onunla birlikte onun
ötesinde öncelikle Descartes, Kant ve Nietzsche ile; fakat aynı zamanda
Lacoue-Labarthe'm yanın da (yalnızca en önemlilerini belirtmek gerekirse)
Lacan, Bataille ve Alman Romantizmi ile de uğraşır.
Bununla
birlikte, Heidegger'i okumak tehlikeli bir girişimdir. Bunun sebebi yalnızca
yapıtının ve düşüncesinin bunca yanlış yorumunun bulunması değildir;
Heidegger’in, metinlerini okurken bizzat ’göstermeye davet ettiği’, hatta
bizden talep ettiği titizliktir. Çünkü metafiziğin sonu olayını okumak ikili
bir hareketi gerektirir: 'Orada-olma'mızm, varoluşumuzun, Dasein'ımızın,
geçmişten devraldığı, Varlık'ın anlamının apaçıklığı hakkındaki bir geleneğin
’yıkım’ı; ve aynı zamanda bir ’geri alma’, yani felsefenin, kendi olanaklarını
tükettiği hareketlerin bir tekrarı (Heidegger: 6. Bölüm). Gerçekten
Nancy'nin düşüncesine işte böyle girebiliriz: Bu hareketleri tekrar ederken,
amaç onları daha temelden düşünmek, onlarda nelerin düşünülmeden kalmış olduklarını
düşünmektir. Nancy'nin Heidegger okuması da böyledir.
Heidegger'in bir zamanlar yaklaştığı, fakat onun düşüncesinin sınırında kalan
bu düşünülmemiş düşünce nedir? O halde soru, budur. Bu anlamda Nancy’nin
çabası, başkalarının denedikleri gibi Heidegger’i sökme çabası değildir.
Nancy’nin yaptığı şey Heidegger’in metafiziğin sonunu ve metafiziğin üstesinden
gelinmesi sonluluğun düşüncesi olarak düşünme girişimine uygun
bir biçimde Heidegger’i ilk kez okumaktır belki de. Heidegger’in metafizik
tarihi okuması içinden, metafiziğin üstesinden gelmek, ya da daha doğrusu bunu
öngörmek için tutarlı bir biçimde yaklaşmaya çalıştığı düşüncenin adı
"sonluluk’’tur. Heidegger’i, onun açıklamadan bıraktığı düşünceye açıklık
kazandırmak için okurken, Nancy kendi düşüncesini özgürlük düşüncesi
olarak adlandırır. Özgürlük, felsefe tarihinde en sorunlu yerlerden, birine
sahip olmuştur. Bu nedenle "özgürlük” ve "sonluluk", Nancy'nin
Heidegger ile ilişkisini fakat aynı zamanda bir bütün olarak gelenekte ya da
daha doğrusu geleneğin aşırılığı ile ilişkisini gösteren sözcüklerdir. Bunun
nedeni, "özgürlük"ün bir felsefe sistemi yaratma açısından en
sorunlu, fakat aynı zamanda da en azından Kant'tan beri, merkez kavram
olmasıdır. Tartışacaklarımı öncelemesi bakımından şu soruyu soruyorum:
Özgürlük, felsefenin çözmeyi başaramadığı o tek soru değil midir? Ve bu
başarısızlık, kimi yönlerden, onun asıl görevinin dağılmasına yol açmamış
mıdır?
Bu
nedenle burada, Nancy'nin sonlu özgürlüğe ilişkin ilgisinin, metafiziğin
sonunun ardından düşünülmek üzere bırakılan işe bir yanıt sunduğu yönler
üzerinde odaklanacağım ve buradan, bunun Nancy'nin, metafizik tarihine
derinlemesine işlemiş olan topluluk ve politik olan kavramlarını nasıl yeniden
düşünmesini sağladığını göstereceğim.
1988'de
yayımlanan Experience de la liberte sf. 160 [Özgürlük Deneyimi] adlı yapıtında
Nancy, Heidegger'in sonluluk düşüncesine ilişkin kendi okumasını felsefe
tarihindeki özgürlük sorunuyla öylesine açık ve kesin bir biçimde bir araya
getirir ki, burada uzun uzun alıntılamaya değer:
"Varoluş
artık üretilmediğinde ya da çıkarsanamadığında, fakat basitçe koyulduğunda (bu
basitlik tüm düşüncemizi ele geçirir); ve varoluş bu koyuşa bırakılır
bırakılmaz bu koyuş tarafından bırakıldığında; bu bırakışın özgürlüğünü
düşünmek zorundayız. Başka bir deyişle, varoluş, özden "gelmek",
özün "sonucu olmak" ya da hatta özden "çıkmak" yerine,
varoluşun kendisi bir kez özü kurduğunda ("Das Wesen des Daseins liegt
in seiner Existenz") "Dasein'in özü varoluşunda yatar." [Heidegger; 9] ve bunun sonucunda bu iki kavram ve
bunların karşıtlığı, başka hiçbir şeyle değil de metafizik tarihiyle ilgili
olduğu zaman, bu tarihin sınırında, diğer kavramın, yani
"özgürlük"ün içinde saklı olan anlamı düşünmek zorundayız."
(Nancy, 1993: 9)
Nancy'nin
buradaki ifadesinin kesin olduğu kadar çarpıcı olmasının birçok sebebi vardır:
Bu ifade, özgürlüğün artık ne özsel olarak ne de varoluşsal olarak düşünülebileceği
anlamına gelir; özgürlük ancak Heidegger'in oluşturduğu, bu iki kavramın, yani
öz ve varoluş kavramlarının kesişimi [chiasmus] yoluyla üretilir. İkinci olarak,
özgürlük, metafiziğin sınırında ve onun sınırı olarak düşünülmek zorundadır.
Bu demektir ki bir anlamda onu aşar. Özgürlüğün bu radikal yorumunu anlamak
için, bir an Heidegger'in metnine dönmeliyiz. Heidegger "Daseinm özü varoluşunda... onun 'varolma'sında
yatar" diye yazdığında bu, Dasien'ın her durumda benim,
bizim olan varlığı artık bir "ne" olarak açıklanamaz, varoluşu da basitçe
elde-mevcut-olan [present-at-hand] bir şey değildir anlamına gelir. Yani
varoluşu, bir olanın [of a being]* olma tarzı anlamında hâlâ bulunma [extantness] olarak düşünmek artık olanaksızdır daha
çok, Daseiriin varlığı, onun varoluşudur.
Nancy, Heidegger’de varlık ve varoluş kavramlarının içinden geçilmesini
ve üstünün çizilmesini, metafiziğin sonunu ilan eden asıl hareket olarak
yorumlar. Metafizik, olanları [beings] Varlık'a gönderme yapmak suretiyle temellendirmeye
çalışan düşünme tarzıdır (metafizikte Varlık'ın kendisi de temel,
temellendirme, ilke, töz, özne olarak yorumlanır). Bir kez içinden
geçildiğinde, varoluşu, özün 'elde mevcut olma'sı şeklinde belirlenmiş ve
haklılaştırılmış bir şey olarak ya da özün varoluş tarzı olarak yorumlamak
artık olanaksızdır. Nancy'nin 'bırakış' sözcüğünü seçişi gösteriyor ki 'özgürlük'
artık ne bir olana ait bir özelliktir ne de varoluşun bir özelliğidir. O daha
çok varoluş olarak özgürlüktür.
Kesişme
hareketini, yani varoluşun şimdi "bir özgürlüğe bırakıldığı" ve
"bu bırakış için özgür" olduğu düşüncesinde ortaya çıkan bu içinden
geçmeyi açıklamak için, özgürlüğün özellikle Descartes'tan beri metafizik
geleneğindeki merkezi paradoksu oluşturma yollarını aydınlatmak zorunludur.
Kısaca belirtmek gerekirse, ilk olarak Yeni-Platonculukta dile getirilişiyle
özgürlük, Tanrı’nın yaratmasının basit kayrası ve sevgisi olarak Tanrı'dan ve
Tanrı yoluyla ortaya çıkar. Yalnızca imanla kavranabilecek olan yaratma mucizesi,
Tanrı'nın dünyayı yaratmak için hiçbir 'neden'inin olmadığının; bunu bütünüyle
özgür olarak, bir anlamda hiçbir çıkar sağlamayan sevgi dolayısıyla yaptığının
kabulüne dayanır. Bununla birlikte Descartes'a gelinceye dek Skolastik
felsefede Tanrı bir causa-sui, yani kendi kendisinin nedeni olan
Varlık olur. Hâlâ özgürdür, fakat artık zorunlu ilk neden olarak anlaşılır.
Böylece Tanrı'nın özgürlüğü düşüncesi, başlangıcından beri artan bir biçimde
yeniden Zorunluluğun içine çekilir. Fakat buradaki temel sorun, özgürlüğün,
var olanın zorunluluğu için yine de bir ilk ilke olarak ya da
varoluşa temel sağlaması gereken sistemin bir parçası olarak bu sistemde
içerilmesi gerekliliğidir. İstenç özgürlüğünün ikiye bölündüğü Descartes'ta bu
sorun hafiflemiştir: Kayıtsızlık özgürlüğü ve kendiliğinden özgürlük. Neyin
doğru ve zorunlu, yani açık ve seçik olduğuna ilişkin özgür onayımız olarak
kendiliğinden özgürlük daha yüksek bir düzeydedir. Arkasından gelen felsefe
için özgürlük fikri düşüncesi bir ölçü olan Kant'ta bir ide olarak özgürlük
bilinemez olur. Kant'a göre özgürlük, yalnızca düzenleyicidir ve asla bir
tasarım biçiminde elde edilemez. Fakat Kant burada da sorunu ahlak yasası
kavramıyla çözer: Her ne kadar özgürlük, koşulsuz olan olarak, bilinemez olsa
da saygı ve ödev hissimizde ve bu his yoluyla yine de özgürlük olgusunu
'deneyimleyebiliriz'. Ahlak yasasına uyduğum sürece, kendimi, içimde en yüksek
olana göre, akıllı bir varlık olarak olumlarım. Böylece akıl, yasayı kendi
kendisine koyar. Böyle yaparak kendimi özgür bir varlık olarak, kendi amacı
olarak var olan biri olarak açığa vururum. Kant bu şekilde, özgürlük
paradoksunu açık ve kesin bir biçimde gösterir: Varoluşa bir temellendirme
sağlamak için, özgürlük zorunluluğa tabi olmalıdır, bir temellendirme sağlamak
zorundadır. Fakat aynı zamanda Kant, özgürlüğün bütün temellendirmeye
direndiğini gösterir. Özgürlük ve zorunluluğun uzlaştırılması Kant'ta
bitirilmemiş bir iş olarak kalır.
Sözün
kısası, özgürlük felsefede temel bir paradoksu gösterir. Çünkü felsefenin
mantığı temellendirme mantığıdır. Felsefe, olanları haklılaştıracak nedeni,
ilkeyi, temeli ortaya koymak ister. Bu şekilde der Heidegger, felsefe, olanları
sürekli bir biçimde Varlık'a gönderir, ve Varlık da olanların "ne"si
olarak ve olanlardan "önce" bir şey gibi yorumlanır. Burada Varlık a
priori'yi oluşturur. Fakat a priori, zamandan (sonsuz olana ya
da Kant'ta olanaklılık koşulları olarak) uzaklaştırılan bir zaman
belirlenimidir (önce olandır). Böylece a priori yani Varlık,
artık zamana katılmaz; ve varoluş olanların çevresinden daha fazla bir şey
olmaz. Varlık ile olanlar arasındaki bu ayrım ve Varlık'ın
zamansızlaştırılması bağlamında özgürlük birçok bakımdan düşünülemez hale gelir
ya da daha doğrusu, ancak zorunluluk yoluyla düşünülebilir. Kant'ın yazdığı
gibi, "Şeylerin en son taşıyıcısı olarak bu denli vazgeçilmez biçimde
gereksinim duyduğumuz koşulsuz zorunluluk, insan aklı için gerçek
uçurumdur." Yani, özgür zorunluluk düşüncesi, metafizik
gemisinin çarptığı kayaları temsil eder.
Nancy'nin
bu geleneğe ve onun tükenişine yanıtı, özgürlük düşüncesinde
'temellendirilmemiş' olanın baki kaldığını öne sürmektir; ve böylece
metafiziğin sonu geldiğinde, temelsiz-olanı yeniden düşünmek olanaklı
olduğunda, o zaman özgürlük düşüncesi yeniden başlayabilir ve başlamak
zorundadır da.
Açmazı [aporia] daha açık kılmak için
Heidegger'e bir gönderme daha yapmak gerekmektedir. Heidegger, olanlar ile
temel olarak Varlık arasındaki metafizik ayrımın, Dasein tarafından
zamana fırlatılan, geleceği haber veren bir tasarıyı temsil ettiğini öne
sürer. Dasein olanlar üzerine bir Varlık anlayışını yansıtarak
kendisini za- mansallaştınr. Eğer bu metafizikte bir temelin atılması olarak
anlaşılırsa, o zaman temele ilişkin olanın kendisi, özgül bir zamansallaş-
tırma olarak, Dasein i salt elde-mevcut-olanlarla ilişkilerinden kendi
varlık anlayışına geri getirmeye çalışan bir tasarı olarak görülmelidir
(Platon'un anamnesis i de böyle yapar, fakat bizi zamanın dışına
çıkarılan tek bir kavrama geri götürür). O halde temele ilişkin olan, eğer
geleneğin kendisinin üstünü örttüğü bir zamansallaştırma tarzı olarak
görülürse, o zaman onu var olmak olanaklılığınm tasarısı olarak anlayabiliriz:
Kendimizi, dünyamızı temel olarak anladığımız sürece, dünyada var olmak için
bir olanağı açmış oluruz.
Bununla
birlikte temellendirme mantığı zamansallaştırmayı unutur ve Nancy'ye göre, bu
konumun savunulamazlığı gittikçe artan bir şekilde ve her zaman özgürlük
açmazından yeniden ortaya çıkar: Özgürlüğün kendisi bir temel işlevi görmesi
için yaratılmıştır. Dolayısıyla Nancy'nin sorusu da aşağı yukarı şöyledir:
Özgürlük açmazını çözmek amacıyla, felsefenin karşılaştığı ve olanaklarını tükettiği
hareketleri yineleyerek özgürlüğü, temeli olmayan olarak yeniden düşünmek
olanaklı mıdır? Bunu yapmak aynı zamanda varoluş sorusunu yeniden açmak demek
olurdu. Bu nedenledir ki Nancy'nin düşüncesi her zaman Heidegger'inkiyle bu
denli yakın bir bağlantı içinde olmak zorundadır. Böylece, 'temeli olmayan
özgürlük' ya da daha doğrusu 'bırakılmış özgürlük' ile birlikte Nancy'nin,
varoluşu yeniden düşünüşü Heidegger'in Dasein’ının kökten bir
biçimde yeniden yorumlanmasına yol açar. "Özgürlük," diye yazar Nancy, "belki de varoluşun kendisinden başka
bir şeyi göstermez... Basitçe var-olma özgürlüğü anlamına gelir, yani, onu
içinde 'kendisi' olduğu tekilliğe götüren, onun sonlu olmasının sonsuz
özsüzlüğü." (Nancy, 1993: 14). Bu ifadeyi anlamak, Nancy'nin düşüncesinin
bütününü anlamak demektir. Bu, burada yapabileceğimiz bir şey olmamakla
birlikte birtakım akınlar yapılabilir, gedikler açılabilir. Burada, yalnızca şu
karmaşık ifade üzerine başlangıç niteliğinde bir yorum yapmaya kalkışacağım:
"Sonsuz
özsüzlük", sonsuz bir temel ya da sonluluk değil; "onun [varoluşun]
sonlu-olması, yani bir var olan (existent); varlığı, olanaklarını var olmak için
tasarlamaktan ibaret olan Dasein; "onu [Dasein] içinde
'kendisi' olduğu tekilliğe götüren", tekillik, farklılığında var olması
öteki-olması.
Nancy'nin
metafizikteki "özgürlük açmazı" dediği şeyi aydınlatmak için, Kant'm
birinci ve ikinci eleştirilerinde, Salt Aklın Eleştirisi ve Pratik
Aklın Eleştirisinde geliştirdiği salt akıl sistemindeki özgürlük
idesini yorumlayışına başvurmak zorunludur. Kant'a göre özgürlüğün, kuramsal
aklın bir nesnesi olarak olumlu hiçbir sergilenişi olamaz. Bu nedenle
özgürlük, insan bilgisi ve eylemine güvenli bir temel sağlayan bir ilke olarak
iş göremez. Fakat özgürlük, kuramsal bir bakış açısından bilinemez de olsa,
akim pratik yönünden, yani istençli eylem olarak özgürlük, pratik aklın olgusallığıdır. Özgürlük
"olgu"su şu anlama gelir: Mademki istençli eylemimizi belirleyen bir
ilke koymak olanaksızdır, özgür varlıklar olarak kendimizi deneyimlememizin,
aklımızı kullanıyor olmamızda hissedildiği de aynı derecede doğrudur. Çünkü
akıl, özgür, kendi-yasasım-ko- yan varlıklar olma arzumuzdan başka bir şeyi
ifade etmez. Basitçe söylersek, kanıt, bir göstermeyle değil, deneyimle verilir
-eğer bununla, aklın insan eyleminin amaçlarını kararlaştırırken her seferinde
kendi kendisine yasa koyduğunu anlıyorsak. Akıl, kendi yasasını kendisi koyar,
bunun gereği olarak da zaten her zaman özgürdür.
Kant
özgürlüğü nedenselliğin bir biçimi olarak tanımlamayı sürdürdüğü ölçüde,
özgürlüğün akıl sistemi içindeki aporetik durumu ortaya çıkar. Çünkü
"özgürlük" kendi kendisinin nedeni olan nedendir, herhangi bir önceki
nedenden bağımsız olarak bir eylem başlatabilen kendiliğinden istençtir.
Şimdi yeni bir nedensel dizi başlatabilme yetisi olarak tanımlanan özgür
istenç, böylece korunmuş olur. Bununla birlikte, par excellence metafizik zorunluluk sunan nedensellik
kavramı, bu haliyle asla sorgulanmaz. Tam tersine aktüel varoluş hâlâ, res
cogitans ile res extensa arasındaki Kartezyen bölünmeye göre
belirlenmiştir; burada res extensa, elde-mevcut-olanların varlık tarzını
tanımlar. Bunlar, nedensel dizinin bir parçası olarak bir amaca giden
araçlardır, fakat amacın kendisi değildirler. Oysa salt akıl olarak insan her
zaman kendinde bir amaçtır. Sonuç olarak, amaçlı eyleme karşılık düşen varoluş
biçimi, kendinde bir amaç olarak insana göre yaşanan bir varoluş, Kant tarafından
asla açıklığa kavuşturulmaz. Özgürlük ile zorunluluk arasındaki çatlak
aşılamaz.
Heidegger
ve Kant okumasında Nancy, metafizikte özgürlüğün, nihai olarak nedenselliğin
temeli (kendi kendisinin nedeni olan neden) olarak kavramsallaştırıldığını
savunur. Bu, onun gidebileceği en son noktadır; ve Nancy'nin, bugün her türlü
özgürlük düşüncesinin Heidegger'den geçmek zorunda olduğunu söylemesinin
nedeni de budur. Çünkü Heidegger'in yıkıcı fenomenolojisidir ki, varoluş
yeniden düşünmekle, özgürlüğün bu biçimde temalaştırılmasını kesintiye uğratır.
Nancy'nin de kendisini koyduğu ve müdahale ettiği nokta burasıdır: "bu
kesintinin mirasçılarıyız." (Nancy, 1993: 33). Heidegger'in söyleminde,
Nancy’yi rahatsız eden bir şeyler daha vardır ve bu 'rahatsızlık' yine onun
çıkış noktasını gösterir: Belirli bir noktada, özellikle de Schelling'in insan
özgürlüğü üzerine denemesini işlediği dersinde, Heideger özgürlük düşüncesini
bırakır. Niçin böyle yapar? Nancy, özgürlük sorusunu yeniden sormak için buna
yanıt vermek zorundadır.
O
halde çok kısaca, Schelling, Heidegger'i neden cezp etmiştir? Çünkü ona göre
Schelling, kendinden önceki bütün filozoflardan farklı olarak, özgürlüğün
insanın bir niteliği değil, tam tersine bir bütün olarak Varlık'ın merkezi
olduğunu göstermiştir. Böylece Schelling, özgürlüğü Varlık'ın kendisiyle bir
özdeşliğe sokar. Bu demektir ki, insanın doğası özgürlükte temellenmiştir;
insan, özgürlükte yer aldığı ölçüde vardır. Schelling'in
yapmaya kalkıştığı şey, özgürlüğün, sistemin merkez noktası olduğu bir felsefe
sistemi, bir 'özgürlük sistemi' kurmaktı. Fakat Kant-sonrası herkesin
bildiği gibi, özgürlük ve sistemliliğin birbirlerini dışladıkları söylenir;
tabii eğer sistemden kasıt, temelin, Varlık'ın, bir bütün olarak olanlarla bir
ilkeye göre geniş biçimde bağlantısı ise. Heidegger’in okumasının asıl
ayrıntılarına girmeden -ki bu, yazının sınırlarını aşar- diyebiliriz ki,
Schelling'in yaptığı, özgürlüğü, insandaki kötülük olanağı olarak yeniden
düşünmektir. Fakat burada kötülük, insanın kendisini Tanrı'nın kusursuzluğundan
uzağa koyması olarak, yani yoksunluk, eksiklik, eksiksiz mevcudiyete, yani
Tanrıya göre hiçlik olarak yorumlanmaz. Tersine, Schelling'e göre
"Tanrı" düşüncesi, aynı zamanda bir 'değil' [not] tarafından
da kurulmuş olarak yeniden düşünülmelidir. Bunu, 'temel' olarak Tanrı'yı
'varoluş' olarak Tanrı'dan ayırarak yapar; burada varoluş, basitçe hâlâ
bulunma (extantness) değil, daha çok
"kendinden-çıkma" (,self-emergence) anlamındadır. Böylece
Heidegger'e göre, Schelling varoluşu farklı bir biçimde düşünmenin olanağını
açar. Bununla birlikte onun sonuna kadar düşünemediği şey, özsel bir sonluluğun
işareti olarak insanın ve Tanrı'nın 'hiçliği'dir. Sonunda Schelling, özgürlüğü
Varlık'ın sonsuz zorunluluğuna göre düşünür. Böylece de Heidegger özgürlük
kavramını bırakır. Nancy, Heidegger'in niçin böyle yaptığını bilse de, bundan
rahatsız olmuştur. Çünkü Heidegger'in özgürlük düşüncesine arkasını dönmesinin
nedenleri, düşüncenin kendisini bozmaz. Temelde Heidegger, özgürlük
düşüncesinin Özne metafiziğiyle ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği ve bu yüzden,
Özne metafiziğinin ötesinde ('olay', Ereignis yönünde)
düşünmek için artık bir işe yaramadığı sonucuna varmıştır.
Bununla
birlikte Nancy özgürlük düşüncesini, Heidegger'in vazgeçtiği hareketi
yineleyerek elde tutmak istemektedir. Çünkü bu hareket, belki de yalnızca bu
hareket, topluluğu ve politik olanı yeniden düşünmek için bir yol sağlar. Bu
iş, Nancy'ye göre çağımızda artık daha fazla ertelenemez.1 Heidegger'in
özgürlüğü ortaya attığı ve sonra bıraktığı sürecin Nancy tarafından tekrarı
şöyledir: Zorunluluk olmadan, aynı zamanda da keyfiliğe ve kayıtsızlığa sapmak
tan kaçınarak özgürlüğü düşünebilir miyiz? Sonlu özgürlük ya da varoluş olarak
özgürlük soruşturmasının gerektirdiği şey budur. Eğer Kant'ın dediği gibi
özgürlük sonlu bir olguysa, özgürlük, "İdea'sı olmayan,
'anlaşılmaz' ya da 'sunulamaz' olarak belirlenmiş, bir düşüncesi bile olmayan
şeyin olgusallığı" (Nancy, 2993:47) olarak düşünülmelidir. Bu
nedenle sonlu özgürlük ancak bir praxis olarak, varoluşun yapısı olarak var
olabilir. Bu varoluşun öğeleri Heidegger tarafından fırlatılmış-tasarı (thrown-projection) olarak açımlanmıştır. Fırlatılmış tasarı olarak,
bir temel olmaksızın var olurken her zaman kendimizden-ileride, aslen ve en
kesin biçimde ölüme- doğruyuzdur. Nancy'nin Heidegger'in
kavramından çıkardığı şudur: biz kendimizi var olma için tüm olanaklarımızın
olanaksızlığını temsil eden ve her zaman gelmek üzere olan fakat hiçbir zaman
bir şey olarak bulunmayana doğru fırlatan varlıklar olduğumuzdan, Dasein’ın kendisini
her zaman kendisinin sınırında bulması anlamında, özgürlük ve
varoluş bir araya gelirler. Dahası, bu sınır 'kendi'mizin kendi bütünlüğü
içinde korunduğu 'içimizde' değil, aslında düz anlamıyla kendimizin dışındadır.
Böylece
Nancy'nin Heidegger'den çıkarttığı şey, sınır düşüncesi ve sınırın
'sınır-sızlandırılması' ya da 'sınırının-kaldırılması'dır. Bununla birlikte
sonlu aşkınlığın aydınlatılmasının bir düşünceye, hedefe ya da bir sona ait
olmayan, sözcüğün varoluşçu anlamında bir tasarı da olmayan, fakat kendi
varoluşumuzun özgürlüğünde hep bize doğru gelen bir 'dışarısı' olan bir sınır
kavramını ortaya çıkardığı bu noktada, Nancy kuramsal çizgisini Heidegger'den Georges Bataille'a kaydırır.
Peki,
bu sonlu özgürlüğü nasıl düşüneceğiz? İdeleştirici-olmayan özgürlük, bir
nitelik değildir. Bu özgürlük düşünme, kendisini sınıra doğru attığında ve
'varlığımız' sınırda ortaya çıktığında olan şeydir; ancak bu sınır geçmişten
beri mevcut olan bir şey olarak ya da bir kavram olarak önceden verili değil,
her seferinde tekil olarak keşfedilen bir şeydir; sınır verili bir şeymiş gibi, başka olanmış,
her seferinde dışarıdan verilmiş gibi (yani, düşünceye kendi kendini açan bir
öz olarak içkin değilmiş gibi) gözükür. İçinde, düşüncenin kendisinin bu
şekilde her zaman başka olarak göründüğü bu sonlu özgürlüğü nasıl düşüneceğiz?
Bu soruna yaklaşmak için, Nancy'nin topluluğu ele alış
biçimine geçmemiz iyi olacaktır; burada Nancy, Bataille çizgisine kayar. Fakat
bir nokta en başından bilinmeli ve anlaşılmalıdır: Bu ayrı bir konu değildir,
çünkü topluluğun kendisi bu dışa-durma (.ecstasis), bu
kendisinin-dışında-olma temelinde düşünülebilir. Aslında, Nancy için topluluk
bundan başka bir şey değildir ve bu durumda ancak özgürlükle birlikte
düşünülebilir.
O
halde, özgürlük kendinden ve kararlarından sorumlu, kendi bağımsızlığı içinde
gelişen bir öznenin özerkliği olarak sunulamaz. Nancy'nin genel hatlarıyla
çizdiği sınır kavramı bu yorumu daha başından engellemekte ve dışarıda
bırakmaktadır. Bunun anlamı, varlığı her zaman kendisi dışında olmaktan, bir sınır
yerinde olmaktan oluşan var olan varlıklar olarak bizlerin, tam da bu nedenle tekil varlıklar
olduğumuzdur. Bu tekil varlıklar, ’bireysel" ya da 'yalıtılmış'
varlıklardan büyük dikkatle ayırt edilmelidir. Bireysellik, diğer olanlardan
açık ve seçik biçimde ayrı olarak bilinebilen bir varlığa (res
cogitans), bir töz verir. Bunun tersine tekil bir varlık, bir İdea'ya,
bir töze göre belirlenmemiştir; tekil bir varlık tam da bir özne
olmayandır. "Tekil varlık ilişki içindedir" der Nancy, ve
Tekillik "'sadece bir kez, bu kez'den oluşur..." Bu, tekil varlığın
bir açmaza göre kurulduğu anlamına gelir: Onu yönetecek ortak ya da tek bir töz
olmaksızın, tekil varlık her zaman zaten başkalarıyla ilişki içinde olandır,
fakat ortak olana göre değil.
Bir
kez daha, tekil varlığın "her seferinde, sadece bir kez"i Heidegger'in Dasein'ının, orada-olma'sının
bir anlayışını gerektirir: Bireysel (atomik) olmaktan çok, tekil olarak ben
tözün (ego, vb.) geri çekilmesi temelinde tekilim:
Her defasında sınırda ortaya çıkan (yine her zamanki gibi asla nesne, İdea ya
da bir tür sınır olarak değil) genel-olmayanla, başkasıyla ilişkiye girdiğimde,
onunla dolaysız ilişki içinde olduğum ölçüde, her durumda tekilim. Başka
bir deyişle, Dasein'm varlığından kendisi dışında bir varlık
olarak söz ettiğimizde, bu Nancy için kendi varlığımızın da Birlikte-olmak, ilişki-
içinde-olmak olarak anlaşılmasına yol açar: Fakat ortak bir zaman, ortak
bir varlık temelinde değil, daha çok bunların geri çekilmeleri temelinde
(Nancy, 1991: 68). Başka bir deyişle, ortak olmak, bir
paylaşma olarak gerçekleştirilir, fakat paylaşma [partage] ancak
genel olanın, Varlık’ın geri çekilmesiyle olanaklıdır: Her zaman kendisinin
ilerisinde olan, dışa-durma, zamanın ve uzayın açılışını da içerir: Bir yer,
dünya, bir açıklık. (Zamanın bu uzaylaşmasına önceden buyrulmuş bir yapı
yoktur ve bizim elde mevcut olanlarla bir araya koyduğumuz soyut uzay ve zaman
ilişkilerinin niteliğine kesinlikle sahip değildir.) Var olmanın bu
dışa-duran (ecstatic) niteliği, bir özne olarak benim kendimden sorumlu
olduğum ya da kendim kararlarımla yaptığım anlamına gelmez -yani varoluşçuluk
tarzındaki Hegel metafiziğini sürdürerek, bir eylem yönünde karar verdiğim
ölçüde kendimi bir Özne olarak sunduğum anlamına gelmez. Daha çok, kendisini
atarken, bir uzay, bir yer açarken Dasein, her durumda bir ego, bir töz olmayarak benim (Jemeinigkeit)dir.
Bu bir anlamda, egoluk [egoity] paylaşılamadığı için benim
paylaştığım şey değildir.2
Böylece benim
olarak üzerime aldığım benim öznelliğim değil, zaten başkalarıyla
ilişki içinde olmam anlamında beni çoğullaştıran bu
sınırda-olmaktır. Bu sınırda ve sınıra doğru olmak, aynı zamanda
birlikte-olmaktır: Her zaman, bir Tanrı vergisi vardır: ’’verir’’.
Paylaştığımız şey tekilliktir, çünkü tekillik her defasında, bireysel ya da
özerk olmaktan çok, ilişkiseldir. Bundan dolayı Nancy'nin savunduğu şey,
özgürlük yetisi olanın yalnızca tekil varlık olduğudur: "Özgürlük varlığı
geriye çeker ve ilişki verir." (Nancy, 1993: 68) Artık varlığımızı
içkinliğine çeken herhangi bir töz, bir özne olmadığında, Heidegger'in varoluş
için kullandığı kendimizin-dışmda- olmamız bizi bir tözün ya da öznenin
"kendisi"ne geri götürmediğinde, bunun yerine bizim dışımızda olmayı
sürdüren bir kendiyi açık tuttuğunda ilişkisellik olanaklı hale gelir; fakat bu
her seferinde, sanki doğmakta olan bir ilişkiselliktir.3
ÖZGÜRLÜĞÜ
PAYLAŞMA:
TOPLULUK,
POLİTİK OLAN
Eğer
Kendisinin-dışında-olmak (Nancy'nin düşünmeye çalıştığı, işte bu
”dış"tır) bir Sınıra-maruz-kalmak ise (bu sınırın dışsallığı, önceden-var
olan bir mekân ya da sınır çizgisi değildir, daha ziyade, oluşmaya başlayan bir
sınırın "tasvir"i olarak anlaşılmalıdır), o zaman bu 'sınır' aslında
her seferinde vuku bulan bir keşiftir. Çünkü bu keşif, aşkın olarak var olan
varlık, varlığının tam kıyısında hiçlikle karşılaştığında meydana gelir.4 Fakat
bu hiçlik, hiçbir zaman orada olan bir şey değil, her zaman beklenen bir
"henüz olmayan"dır. Onunla, yalnız ve bireysel olarak değil, ancak
benim başkalarıyla- olmam bağlamında karşılaşılır. Başkaları, benimle ortak bir
töz ya da öznellik biçiminde aynı ya da özdeş değildirler. Başka bir deyişle,
dışa-duran (ecstatic) ölüme-doğru-olmamda zaten başkalarıylayım;
varlığımızda birlikte ortaya çıkıyoruz ya da Nancy'nin deyişiyle
"görünüyoruz".
Bunun
sonucunda özdeşlik mantığı, bir paylaşma kavramına boyun
eğmelidir (Fransızca'da "partage" aynı zamanda
katılmak anlamına gelir ve böylece hem 'katılma' hem de 'bölme' ikili anlamını
içerir). Eğer paylaşılan varlık ve paylaşılan özgürlük varoluşumuzu kuruyorsa,
bu bize topluluk ve politik olan kavramlarını farklı bir biçimde düşünmenin
olanağını sunar.
O
zaman, paylaşılan özgürlük olarak özgürlük nedir? Niçin ikisini
birlikte düşünmeliyiz? Özgürlük varlığı geri çeker ve ilişkiyi sağlar (Nancy,
1993: 68). Bu noktanın Nancy'nin düşüncesi açısından en uygun yorumu şu
şekilde yapılabilir: Varlık'ın geri çekilişinin var olan bir varlığın
açıklığını olanaklı kılması, başkalarıyla karşılaşılabilecek bir alanı açması,
aynı zamanda hiçlik dediğimiz o mutlak başkalığı bize açması demektir. Bu
durumda özgürlük bir tür praksistir,5 çünkü bizi
başkasıyla ve başkalıkla ilişkiye sokan bir hareket olarak tanımlanabilir:
"Böylece bizi bölen, bize paylaştırılır: Kendinin tamlığının ve varoluş
olarak varoluşun açılışının geri çekilişi olan, varlığın geri çekilişi."
(Nancy, 1993: 69) Nancy'nin ifadesine dikkatle bakarsak, onun, özgürlüğü haklar
açısından düşünen geleneği bir yapısöküme uğratmakta olduğunu anlamaya başlayabiliriz.
O
zaman eşitlik, adalet ve kardeşlik kavramlarına ne olacaktır?
Eşitlik: Ortak bir insanı varsayar, oysa
Nancy'e göre, "eşitlik, bir ölçü birimiyle düzenlenen öznelerin
eş-ölçülebilirliğinden [commensurability] oluşmaz. O, özgürlüğün
eş-ölçülemezliğindeki tekilliklerin eşitliğidir" (Nancy, 1993:71).
İnsanlık, Humanitas: Ortak-varlığımız,* insanlıklarına
önceden sahip olan insanlar olmamızdan ileri gelmez, daha ziyade bizim insanlığımız
ancak başkalarıyla birlikte olmamızda ve onunla beraber verilmiş olarak
ortaya çıkar.6
Adalet: Politik uzam, çoğul halde
özgürlüklerimizin kefili olarak kurulmuştur. Çünkü bu, büyük ölçüde özgürlüğün
bize gösterildiği biçimdir, yani özgürlük bize tikel özgürlükler olarak
gösterilmiştir. Fakat özgürlük bir hak olmaktan ziyade, varoluşumuzun bir
olgusuysa, o zaman özgürlük 'hareketi', özgürlüğümüzü "Hiçlik"e karşı
ölçmeye yönelik mevcut yöntemlere meydan okuyan bir başlangıcı olanaklı
kılmalıdır. "Adalet yalnızca, eşölçülemez olanın adına kurulmuş
ya da sürmekte olan bir 'doğru ölçü'nün geçerliliğine meydan okumaya yeniden
karar verişte bulunabilir." (Nancy, 1993: 75).
Demokrasi: Demokrasi, tüm politik sistemlerin
haklılıklarını ve ölçülerini almak zorunda oldukları düzenleyici özgürlük
fikridir. Bunun sonucunda demokrasi fikri yeni bir başlangıç için, uzamın yeni
bir uzamlaşması için olanak sağlamaz. Şu andaki demokrasi sistemlerimiz, doğal
haklarımız olarak tanımlanan bu özgürlükleri kutsal bir şey gibi
saklamaktadır. Bunun sonucunda da demokrasi, paylaştığımız varoluşumuzu başlatmak durumunda
olan temel ve özsel özgürlük praksisimize direnmektedir. Ya da
daha kötüsü, Foucault'nun deyişini kullanacak olursak, demokrasi,
ortak-varlığımızı her zaman iktidar buyrukları olan ekonomi ve teknik
buyruklarına göre düzenleyen 'politik teknoloji'ye dönüşmüştür (Nancy, 1993:79).
Yeni
bir formüle ilişkin tüm bu girişimlerde, Nancy'nin düşüncesindeki iki eğilim
iyice ortaya çıkar, tikin Nancy, tam içeriği pratikte gerçekleşen,
düzenleyici bir îdea olarak geleneksel özgürlük yorumunun yapısökümünü yapmak
istemektedir. Bu gelenek açısından, Îdea, belirsiz de olsa, önceden birtakım
genel yönelimler sağladığı ölçüde -özellikle Kant'ta- özgürlük, bir açılış
hareketinden çok nihai bir hedefe göre tanımlanır ki bu da onun
başarısızlığıdır. İkinci olarak, gerekli nitelemeleri yapmak şartıyla,
Nancy'nin kavrayışında bir tür radikal Marksizme doğru bir hareket görülebilir Nancy, Alain Badiou'dan alıntı yaparak Marksizmi
Hegelci tarihselciliğinden kurtarmaya çalışan bir tür sürekli devrimi savunur:
"Devrimci politika, eğer bu sıfatı korumak istiyorsak, özünde sonsuzdur."7 Gerçekten
de en baştan beri söyleneni yineleyecek olursak: Özgürlük düşüncesi, varoluş
düşüncesi, Özne metafiziğinin kırılmasıyla meydana gelen açılmayla (ki
Heidegger'in Dasein’ının gerçekleştirdiği hareket budur), topluluğun
ve politik olanın metafizik kuruluşunun kırılarak açılmasıdır ve zaten böyle
olmalıdır. Ölüme doğru olmaklığımdaki kendi dışımda olmamda, varlığım aynı zamanda
başkalarıyla ilişki içindedir. Başkalarıyla, hiçbir zaman eşitler olarak değil,
hep başka olarak birlikte ortaya çıktığımız ya da "göründüğümüz"
ölçüde kendi varlığımda ortaya çıkarım.
O
zaman Nancy'nin kafasındaki topluluk kavramı nedir? Onun ilk adımı, içkin topluluk
İdea'sının, içkinliğe dayanan topluluk İdea' sının, topluluğun bir öz çevresinde
kapanmasının yapısökümünü yapmaktır. Metafizik topluluk fikrindeki can alıcı
nokta, kolektif gövde olarak topluluğun her zaman bir iş olarak
yorumlanmış olmasıdır. Bu yoruma göre, topluluk, bizim tarafımızdan üretilen
bir şey ya da kendimizi (politik, kültürel ifademizi) ürettiğimiz bir ortamdır [medium]. Her
iki durumda da topluluk, Yunanca anlamıyla, yapılmış ya da biçim verilmiş bir
şey demek olan poiesis açısından ya da alternatif olarak,
nihayetine erdirilmesi gereken bir telos olarak anlaşılır:
Yani topluluk Aristoteles'in ergon kavramıyla anladığı iş olarak
düşünülür. Aslında, topluluğun metafizik tanımı onu, ortaya önceden bir ortak
varlık (kimlik anlamında) koymuş olaiı tek bir gövde ya da öz olarak sunar; ve
tanım böyle yapıldığında 'topluluk' tıkanır ve onun 'temel'i, yani özgürlük
unutulur.
İkinci
olarak, topluluğun bu anlamının yapısökümünü yapmak için Nancy, iletişim konusunu
açıkça ele almalıdır. Eğer iletişim, ortak varlığımızı birbirimiz için mevcut
kılmak (kendimize bütünüyle mevcut olmak) değilse; farkın,
tekilliğin paylaşılması ise o zaman başka bir kesinti, bu kez iletişimin
kesintisi meydana gelmelidir. Bugün iletişimin tanımı, teknolojik bir tanımdan
(iletişim enformasyonun geçişidir) geleneksel anlamda daha metafizik olan bir
tanıma (iletişim bir kendiliğin [self\ başka bir kendiliğe
konuşmadaki mevcudiyetidir) doğru salınmaktadır. Bu salınım, bütün üyelerin
ortak bir tözün gövdesinde eridiği bir Hıristiyan komünyonu imleyen iletişim
fikrinde doruğa çıkar.8
Yine
bu tartışmada zorunlu olarak ortaya çıkan üçüncü bir konu, komünizmin
"başarısızlığı" konusudur. Bu konu ele alınmalıdır; çünkü komünizm,
modernlik tarafından yok edilen topluluğa ilişkin gerçekleşmemiş bir arzuyu
somutlaştırmaktadır. Modernizmin vaadi, gücün himayesinde ya totaliter
yığınlaştırmaya ya da tüm ilişkilerin teknik bir biçimde düzenlenmesine
dönüşmüştür. Yine de komünizmin sorununun ne olduğu ve onun yapısökümünün niçin
yapılması gerektiği sorulacak olursa, şu söylenebilir: Komünizm, topluluğun en
yüksek ifadesinin üretim olması ve topluluğun kendini üretimde ve üretim
yoluyla yaratacak olması anlamında iş alarak topluluk fikrini,
öncellerinden daha radikal biçimde sahiplenmiştir. Üretim, mutlak olana
yükseltilmiş iştir. Böylelikle komünizm, içkin, yapılmış topluluğun en uç
biçiminin tahayyülüdür. (Nancy, 1991: 8; "için mutlağında kendisini
gerçekleştiren ya da kendisini iş olarak gerçekleştiren topluluk.”
Bu
nedenle Nancy, Sartre'a karşı "komünizmin artık zamanımızın aşılamaz ufku
olamayabileceğini kabul etmemiz gerektiğini" savunur. Aslında kastettiği
şey, aşılması gereken ve aşılmakta olan ufkun, topluluğun metafizik belirlenimi
olduğudur. Eğer şimdi bir özgürlük görevi varsa bu görev artık işe dayanmayan,
farklı bir topluluk anlamı ileri sürmek olabilir. Bu'Nancy’nin topluluk için
yeni bir temel önerdiği anlamına mı gelmektedir? Hayır. Bir 'temel' ya da
'ilke' anlamında değil. Nancy, yalnızca, kendisini hiçlik karşısında ölçen
varoluş olarak özgürlük praksisi üzerinden gerçekleşebilen
farklı bir sınır ile karşılaşmayı olanaklı kılmak istemektedir.
Belki
de Nancy'nin bu başka sınır düşüncesini sunduğu noktaya
yaklaşmak için, modernitede topluluk idealinin, bu idealin yıkılışı ya da kaybı
üzerinden nasıl hâlâ korunduğunu daha iyi anlamamız gerekir. 'Topluluk'
bulunmayan [absent] bir şey olarak anlaşıldığı ölçüde
kökensel bir mevcudiyetin [presence] kaybına dönüşür: Bu
kökensel mevcudiyet ister 'ayıp' Pastoral Roma (Satürn Çağı) olsun, is ter
Rönesans'ın devlet ideali ya da Rousseau'nun soylu vahşisi (ki bu hiçbir
şekilde açık değildir) olsun. Aralarındaki farklara karşın, bunların her biri
topluluğu, her şeyi kapsayıcı özün rahminde organik bir katılma olarak sunar:
İster doğada, ister ailede ya da Tanrı huzurunda -ki bu da tanrısal olanı, bir
zaman mevcut olduğunu içerir.
Bu
ufkun aşılması, topluluğun kaybettiğimiz bir şey olarak değil; Tanrı'nın,
tözün, özün, Doğa Ana'nın başlangıçtan beri çekildikleri ve
çekilmeyi sürdürdükleri ölçüde olan bir şey olarak
anlaşılabileceği anlamına gelir. Topluluğa sahip olmamız ya da topluluğun
mevcut olması anlamında topluluk "vardır" demek değildir bu. Daha
ziyade, topluluk, mülkiyetimizde olmayan bir uzamın öngörülmesinde, ilerimizdeki
bir fırlatılmış tasan [thrwn projection] olarak meydana geliyor
demektir. Onun kendisi başkası olarak gelir.9,10
Bu
tartışmanın sonucu, 'topluluk'un içkinliğin olanaksızlığı ile birlikte ve ondan
dolayı meydana geldiğidir. Bunun anlamı, Heidegger’in temel görüsünü kabul
etmek zorunda olduğumuzdur. Varlığı bir 'ölüme-doğru-olma' olan
"ben", bir Özne değilim. Olmayanı öngörürken her zaman kendimin
ilerisindeyim. Bu konuda, Bataille'ın topluluk ve ölüm üzerine yazdıklarını
anlamalıyız. Topluluk, başkalarını ölümünde meydana gelir ve açığa çıkar.
Cesette tekil varlığın başkalığı, bizim başkalığımız açığa
çıkar - deneyimlenmez fakat belki tanık olunur, dokunulur. (Nancy, 1991:15;
"Eğer hemcinsini ölürken görürse, yaşayan varlık yalnızca kendisinin dışarısında
var olabilir..." Bu 'dışarısı' Bataille'ın ’fazlalık/aşırılık’ [excess] dediği şeydir.)
Üstelik,
topluluğun sonlu varlık bağlamında yorumlanışı aynı zamanda iletişimin de ne
olduğunun yeniden yorumlanmasını gerektirir. Günlük anlamında iletişimi, bir
anlamın ya da iletinin öznelerarası iletimi olarak anlıyoruz. Bu,
öznelerarasılığımızm temel kuruluşu, bizde ortak olduğu için olanaklıdır.
İleti değişse bile, iletinin 'biçim’i ve onun iletiminin yolları önceden
kurulmuştur. Özellikle de haber iletimi söz konusu olduğunda. Bununla birlikte
Bataille iletişimden ne anlamaktadır ve bu, süregelen bu yorumu nasıl değiştirmektedir?
Bataille'ın İç Deneyim (Inner Experience) adlı kitabında iletişim ilkin kozmolojik olarak
sunulur: "Ne olduğunuz, sizi oluşturan sayısız öğeyi, bu öğelerin kendi
içlerindeki güçlü iletişimlerine bağlayan etkinlikten çıkar... Yaşam hiçbir
zaman tek bir noktada bulunmaz: Hızla bir noktadan öbürüne geçer."
(Bataille, 1988:93) Siz- biz özsel olarak, bir sistem kurmak için birbirleriyle
sürekli iletişim içinde olması gereken farklı öğelerden oluşan çok geniş bir
sistemiz. Bataille, şeylerin geniş akışında, durma noktaları olarak konumlandığımızı
kastederek buna 'kayma' diyor. Kurduğumuz iletişimde aktardığımız şey,
başkaları üzerinden bulduğumuz şey, kaygı olarak hissedilen yalıtılmışlığımızın
hatasıdır. Böylece iletişim, Varlık'ın sürekli aşılmasında yaşama 'evet' diyen
bir tür Nietzscheci olumlamanın içinde, yalıtılmış varlığın kendi
yalıtılmışlığının hatalı olgusunu [the errant fact] aştığı bir tür kendinden geçmedir.
Bununla
birlikte Nancy Bataille'da iletişimi özgün bir başkalarıyla-birlikte-olma
olarak anlama olanağını bulsa da Bataille'ın iletişimi kendinden geçme ile
özdeşleştirmesinden rahatsızdır. Yani, Bataille'ın iletişim kavramı, partage,
paylaşma olarak iletişim kavramından çok, Hıristiyan komünyon fikrine
daha çok benzemektedir. "İletişim yerleri" der Nancy, "artık
kaynaşma yerleri [festival, vb.] ... değildir, artık yersizlikleriyle
tanımlanır ve sergilenirler. Böylece paylaşmanın iletişimi tam da bu
yersizleşme olacaktır." (Nancy 1991: 25)
Fakat
burada, der Nancy, kendi sınırımıza, uzay-zaman sınırımıza geliriz:
"Sınırımız, bu 'bir şey' ya da 'birisi' için [yani, kendi yersizliğinde
sergilenen bu tekil varlık için -PR] gerçekten bir ada sahip olmamamızda
yatar". Nancy, bu paylaşmayı; tekil, yani sonlu bir varlığın varoluş
tarzını geçici bir biçimde "birlikte belirme" [compearance] olarak adlandırma girişiminde bulunur.
Yani, tekil varlıklar ortaya çıkmazlar, birlikte belirirler, yalnızca birlikte
ortaya çıkarlar (Nancy, 1991: 28). Birlikte belirme, bir bağ ile birleştirmekten
çok, "ara olarak aranın ortaya çıkışından oluşur: 'toi [e(s)t] [tout autre que]
moi". Sen
benden (tamamen farklı [sın/ve/dır]).
Burada
dil sınırını zorlamaktadır. Buna nasıl bir karşılık vermeliyiz? 'Ara' bizim
birlikte fakat bölünmüş, tekil olarak ortaya çıkmamıza izin veriyor.
Farkımızın paylaşılan indirgenemezliği yalnızca başkalarına sergilendiğinde
vücuda geliyor.
Bunu,
Heidegger'in ölüme-doğru-olmamız ile ilgili söylediklerine bağlayarak bir kez
daha anlamaya çalışabiliriz: Ölüm ilişkisel değildir. Başkasının ölümünde
kendimi tanımıyorum. Eğer bunu yapabiliyor olsaydık, bir ortaklık, bir birlik,
bir özdeşlik olurdu. Herbirimizin ayrı ayrı ve birlikte maruz kaldığımız
ölüme-doğru- olmamız her durumda benimdir. Bu anlamda
birbirimizi 'gibi'yiz, fakat bir özdeşlik içinde değiliz.
Zeynep
Direk, Refik Gürmen - Çağdaş Fransız Düşüncesi s.157-177
Patrick
Roney
*İngilizceden
çeviren: Ömer Albayrak.
*Heidegger, Sein (varlık, olmak) ile Seiende (olanlar)
arasında temel bir ayrım yapar. Dasein, Vorhanden, Zuhanden ontik
düzlemde "olanlar"dır. Heidegger bunları varlıkları açısından, ontolojik
olarak birbirinden ayırır. "Varoluş" ve "var olan"
terimlerini yalnızca Dasein için kullanmak gerektiğinden,
diğer olanlara "var olanlar" demek terminolojik bir hatadır. Var olmak
Heidegger'e göre kendi dışına durmaktır. Vorhanden ve Zuhanden türü
olanlar Dasein'm varlığının bu temel eksistansiyalini
paylaşmazlar. Bu yüzden bu çeviride "a being" için "olan"
terimini kullanmayı tercih ettik -der.
1Eğer Nancy'nin özgürlük üzerine düşüncesi
için somut bir tarihsel bağlam varsa, buradadır. Nancy ciddi bir biçimde,
çağımızın, topluluğa ve politik olana ilişkin tüm düşüncelerin tükenişine
tanıklık etmeyi sürdürdüğünü savunur. Bunlar farklı biçimlerde tekrar tekrar
canlandırılabilir ve tekrarlanabilir olsa da, bunun kendisi de metafiziğin sonu
deneyiminin en emin işaretidir.
2Bunu doğrudan Bataille ile
ilişkilendirebiliriz ve ilişkilendirmeliyiz de: İnsan erotizminde kadın/erkek
kendi varlığını sorgular; yalıtılmış ve süreksiz olarak kendi varoluşunun sınırını
aşar. Böylece cinselliğimiz süreksizliğimizin vasiyeti olduğu kadar onun
sınırlarının aşılmasının da ifadesi olur. "Seninle benim aramda bu uçurum
var olur... ölüm varlığın sürekliliği demektir" (Bataille, 1986: 12).
Böylece paylaştığımız, kimliksizliğimiz, ölümün yüzü olmayan sürekliliği karşısındaki
süreksizliğimizdir.
3Buna karşı olarak, bir an diyalektik
yorumu ele alalım: Bu kendini atma, ‘kendisi'ni yeni bir biçimde üstlenmeyle bu
atılmayı aşma, Hegel’in efendi-köle ilişkisi olabilirdi; -tanınma için mücadele
ve bir Öznenin daha üst bir düzeyde kendisinin- efendiliğini yeniden kazandığı
süreç. Yabancılaşmış, nesnelleşmiş varoluşunu kendisinde yeniden ete kemiğe
büründürme.
4Bu ‘kıyı'nm benimle dışarısı arasında bir
sınır anlamına gelmediğini bir kez daha belirtmek gerekir. O daha çok, bir ‘..
.e doğru-varlık' (Being-toward) hareketinden oluşur: Henüz olmayan olarak
ölümüme doğru vanm, fakat Heidegger'in açıkladığı gibi, bu "henüz
olmama" özünde Dasein'a aittir ve böylece ben zaten henüz
olmamam'ım.
5Bu kavramda, insanı eylemle olduğu şey
olarak tanımlayan, Aristoteles'ten Marks'a dek uzanan etik gelenekle belli bir
ilişki görülebilir.
* Our being-in-common. -der.
6Burada Nietzsche'den bir etki vardır:
İnsandan üstinsana geçiş, kendisini hiçliğe karşı ölçen, bir armağan olarak
özgürlük, yani Übermensch... (Nancy, 1993: 73).
7Bkz.: Nancy, 1993: 76; alıntı Alain Badiou, Peut-on
penser la politique? S.
8İletişimin bu ikinci özelliğiyle ilgili
olarak, eğer Nancy bunu, mutluluk arzu su
(aynı zamanda teknolojinin de vaat ettiği bir telos) biçimindeki
kendi-oradalık kavramlarından atacaksa, iletişim ölümün (fenomen olmayan)
fenomeniyle ilişki li olarak görülmelidir. Konuyu burada yine Bataille
sunuyor: Ölüm, bizi ayıran farktır. Fakat yine de bir ortak varlık olmayan
ölüme-doğru-varlığımızı paylaşmamız anlamında iletişimin üzerine kurulduğu
şeydir. Ölümün başkalığı Heidegger ile anlaşılmalıdır: Ölüm bize en çok ait
olan olanağımızdır -bir şekilde her zaman önümüzde olanı asla aşamayacağımız
olanaksızlığımızın olanağı- ve bu sizin ölümünüzün benim ölümüm olmaması
anlamında ilişkisel değildir. Böyle bir yerine geçme olanaksızdır. En fazla
ölenin yanında olabiliriz, fakat bunu ‘deneyim'leye- meyiz.
9Tanrısal olanın bu şekilde anlaşılması,
şair Friedrich Hölderlin okunduğunda gelir: Tanrısal olan geri çekilir ve bunu
başlangıçtan beri yapar; başlangıcı geri çekilişidir.
10Uç noktasına götürüldüğünde, içkin bir topluluk
fikrinin sonuçlan, bir intihar mantığı olurdu. Kendimizi bu toplumsal eriyip
kaynaşmaya kurben ediyoruz ve bu saf içkinlik alanına ait olmayanları da kurban
ediyoruz. Böylesi, herkesi önderin ya da devletin birliğinde birleştiren
totalitarizm tanımının çok ötesinde bir totalitarizmdir. Elbette bu biçimi
alabilir. Fakat tüm insanların küreselleşmenin himayesindeki kinik
örgütlenmesi biçimini de alabilir. Küreselleşmeciliğin kendisi, kendisinin
geliştirilmesinden başka bir ilke gözetmeksizin örgütlenen tek bir topluluk
tasavvur ettiği ölçüde totaliterdir. Bu onun kinik niteliğidir: bir kez daha insanlığın
mutluluk ya da ilerleme ve refah arayışı olarak yutturulan kendi işleyişinin
geliştirilmesinden başka bir şey getirmeyen daha büyük bir topluluk adına tüm
topluluğun kökünü kazır. Küreselleşmecilik, insanlığı yalnızca kendi
işleyişinin geliştirilmesi için duran bir yedek olarak bilir. Nancy
küreselleşmecilik fenomenini "dünyamızın işlemselleştirilmesi"
olarak betimler. Bu, topluluğa bir temel sağlamaktan çok, onun dünyada yer
almasını engeller (Nancy, 1991: 22).
Kaynakça
1.
Btaille, Georges. Erotism: Death and Sensuality, çev. Mary Dalwood, 1986:
City Lights, San Fransisco.
2. Inner Exprience. çev. Leslie Anne Boldt,
1988: SUNY Press, Albany, NY.
3. Derrida, Jacques. "Some Statements and Truisms
about Neologisms, Newisms, Postisms, Paratisitisms, and other small Seismisms, The
States of Theory'de, Ed. David Caroll, 1990: Colombia Universtity
Press, New York.
4. Heidegger, Martin, Being and Time, çev. John McQuarrie ve
Edward Robinson, 1962: Harper&Row, New York.
5. Nancy, Jean-Luc, The Experience of Freedom, çev. Peter Fenves,
1993: Stanford University Press.
6. -The Inoperative Community, çev. Peter Conner vd.,
1991: University of Minnesota, Minneapolis.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder