Beauvoir
yaşlılığın tarihini yazmanın imkânsız olduğunu söylemişti. Her şeyden önce bu
konudaki tarihsel dokümanlar sayıca çok azdı. Tarihte gençlik, yetişkinlik,
yaşlılık modernliktekinden farklı olarak net sınırlarla birbirinden
ayrılmamıştı. İnsan ömrü çok kısa olduğu için yaşlılık bugünkü gibi uzun bir
dönem oluşturmuyordu. İnsanlar ağır yaşam koşulları içinde güçten düşene kadar
çalışıyorlardı. Çalışmanın sonuyla ölüm arasındaki süre kısaydı. Yaşlılar
genellikle yetişkinlerle aynı kategori içinde değerlendiriliyorlardı. Nüfusun
çok küçük bir bölümünü oluşturan yaşlılar toplumsal bir kategori olarak tarihe
müdahale eden bir özne konumuna sahip değildiler. XVII. yüzyıla kadar yaşlılık
üzerine yazılanlar daha çok fiziksel çöküşe ilişkin klişelerden oluşuyordu.
Yaşlılık insanların dile getirmekten, yazmaktan çekindikleri “cazip olmayan”
bir konuydu. 1960’lı yıllarda Beauvoir çevresindekilere yaşlılık üzerine
yazacağını söylediğinde “siz yaşlı değilsiniz ki neden bu üzüntü verici konuyla
ilgileniyorsunuz” türünden karşılıklar almıştı.
Yaşlılığın
tarihiyle ilgili diğer bir zorluk bu konudaki edebi anlatıların
tarafgirliğiydi. Yaşlılık dönemleri uzun sürenler genellikle iyi yaşam koşullarına
sahip varsıl, ayrıcalıklı sınıflardan geldiği için yazın da daha ziyade sosyal
prestije sahip bu kesimi kendisine konu edinmiş, yoksul yaşlılarla
ilgilenmemişti. Tarihte yaşlılığa ilişkin sınıfsal ayrımcılığa cinsiyet
ayrımcılığı eşlik etmekteydi. Yaşlı erkekler bilgelikle onurlandırılırken yaşlı
kadınların payına düşen cadılıktı. Hümanist Rönesans yazını bile yaşlı kadınlar
hakkında olumsuz resimler çizmekte, onları aşağılamaktaydı. Eski Yunan’daki
gibi fiziksel güzelliği öne çıkaran Rönesans düşüncesi yaşlılığa olumlu gözle
bakmıyordu ama toplumsal hiyerarşinin üst basamaklarında yer alan, güç ve
iktidarı elinde tutan yaşlı erkeklere karşı herhangi bir negatif tavır söz
konusu değildi. Öte yandan sözlü kültürlerde yaşlılar ortak tarihsel bilginin,
kolektif hafızanın taşıyıcısı oldukları için itibarları daha yüksekti. Yazılı
kültürün gelişmesi, tarihin kâğıda dökülmesi ile birlikte yaşlıların konumunda
gerileme oldu.
XVII.
yüzyılda kilise yaşlılığı kişinin tinsel olarak içe dönerek ölüme hazırlandığı
bir dönem olarak olumluyordu. Püriten düşünce de yaşlılığa tensel arzuların yok
olduğu, cimrilik ve birikimin öne çıktığı bir yaş dönemi olarak pozitif bir
anlam yüklüyordu. Öte yandan aynı yüzyılda, akılcılığın gelişmesine bağlı
olarak, yaşlılık doğal ve saptanabilir nedenlerden kaynaklanan, bedenin
maddiliğine ilişkin bir olgu olarak algılanmaya başlandı. Bedeni bir makine
olarak ele alan Descartes yaşlılığı aklın açıklayabileceği bir durum olarak
görüyordu. Yaşlılığın sekülerleşmesi XVIII. yüzyılda hızlanarak devam etti.
Bourdelais’nin de belirttiği gibi, ölmekte olan yaşlılar artık ahret
mutluluğundan değil yeni neslin sorumluluklarından bahsetmekteydi. Şehvetten
kurtulmuş olan yaşlılar aklın yüce mertebesine erişme şansına sahiplerdi.
XVIII. yüzyılda fiziksel gerilemeyle ilişkilendirilen yaşlılık, bilimci ve
maddeci bir çerçeve içinde algılanmaya başlamıştı. Pochet’nin de belirttiği
gibi XVIII. yüzyılda yaşlılığa yönelik bu ilgi ayrıcalıklı, zengin kesimlerin
konumundan kaynaklanmaktaydı. Hijyenin gelişmesine paralel olarak XVIII.
yüzyılda Batı’da genel olarak nüfus, özel olarak da yetişkin/yaşlı nüfus önemli
bir artış göstermişti. Yaşlı nüfustaki esas artış beslenme, hijyen vb açısından
iyi yaşam koşullarına sahip zengin kesimde olmuştu. İşte bu kesim bilgelik,
saygınlık vb payelerle donanarak uzun, sağlıklı, keyifli bir yaşam
arzulamaktaydı. Yalnız yaşlılığı değil çocukluğu da “keşfeden” XVIII. yüzyıl
düşüncesi, yaşlıları çocukları eğitecek, onlara bilgi aktaracak, ailenin
birliğini ve devamlılığını sağlayacak bir kesim olarak görüyordu. Bütün
bunların ötesinde yaşlıların birikmiş paraya ve mülke sahip olması da XVIII.
yüzyıl burjuva düşüncesi içinde saygın bir yere sahip olmalarının önemli
nedenlerinden biriydi. Yoksul, çalışamaz durumdaki yaşlılara gelince, devletin
onlara reva gördüğü yardım çok az sayıda ve çok kötü koşullara sahip, cezaya
dayalı disiplinin egemen olduğu yoksul yurtlarıydı. XVIII. yüzyıl sonu ilk
emekli maaşına tanık oldu. Devlete uzun süre hizmet vermiş yaşlı ve malul
askerlere ölene kadar her ay belirli bir para ödenmeye başladı. Böylece
devletin yoksul yaşlılara yönelik disipliner politikasına (yaşlı yurtları)
militer bir emeklilik boyutu eklenmiş oluyordu.
XIX.
yüzyıl çalışmanın, biriktirmenin yüzyılıydı. Yaşlılardan beklenen sağlıklı ve
aktif olmaları, aşırılıklardan kaçınmaları, nefislerine hâkim olmaları,
kanaatkâr olmaları, güçlerini biriktirmeleriydi. Bu yüzyıl bir nüfus
patlamasına sahne olmuş, yaşlı nüfus hızla artmıştı. XIX. yüzyıl edebiyatı
artık her sınıftan yaşlıya yer vermekteydi. Devlet ve burjuvazi de artık önemli
bir sayıya ulaşmış yaşlı halkı görmemezlikten gelemezdi. XVIII. yüzyılın
yaşlılıkla ilgili iyimser fikirleri XIX. yüzyılda söz konusu olamazdı çünkü
dönem fiktif, hümanist ideallerin değil üretimin katı gerçeklerinin, işgücünün
ağır koşullar altında, posası çıkarılıncaya kadar sömürülüp atılmasının
dönemiydi. Sert çalışma koşulları nedeniyle birçok işçi yaşlanmadan ölüyor,
çalışamaz hale gelip yaşamaya devam edenlerse acınacak koşullar altında
hayatlarını sürdürüyorlardı. Yaşlı
köylülerin durumu daha da kötüydü. Kentlere göç nedeniyle boşalan kırsal alanda
yaşlılar tek başlarına topraklarını ekemedikleri, yardımcı tutmaya da ekonomik
güçleri yetmediği için sefalet içinde yaşıyorlardı. Sanayileşmenin, kentleşmenin,
büyük aile yapısını parçalaması yaşlıları daha yalnız ve terk edilmiş bir
konuma itiyordu. Devlet ve burjuvazi artık bir “toplumsal sorun” haline gelen
yaşlılığı disiplin altına almak zorundaydı. Katı koşullara sahip devlet
huzurevlerinin açılması da disipliner ilginin bir boyutuydu. Bu yaşlı
yurtlarındaki koşullar ancak çok çaresizlerin başvurması için özellikle çok
kötü tutuluyordu. Burjuvazi yaşlılık dönemlerini güvence altına almaları için
işçilere bireysel tasarruf yapmayı öneriyordu ama ücret seviyeleri çok düşük
olduğundan pratikte mümkün değildi bu.
XIX.
yüzyılın ikinci yarısı yaşlılığın değerden düşmesini beraberinde getirdi. Üretim kapitalizminin fabrikalarda
çalışacak genç nüfusa ihtiyacı vardı. Üretim süreci dışında kalan yaşlılar
ekonomik bir değere sahip değildi. XIX. yüzyıl ölümün yanı sıra yaşlılığın da
toplumsal yaşamın dışına sürülmesine tanık oldu. Tarihte ilk kez insan yaşamı
kronolojik olarak yaş dilimlerine ayrıldı. Yaşa dayalı sınıflandırma yaşlılığı
toplumsal bir kategori olarak yetişkinlikten net ve kesin sınırlarla
ayırıyordu. Blaikie’nin de belirttiği gibi yeni politik aritmetik, demografi,
toplumu sayılabilir, denetlenebilir bir nüfusa dönüştürmekteydi. Yaşlılık artık
devletin, uzmanların müdahalesini gerektiren ayrı bir sosyal kategoriydi. Bu
çerçevede XIX. yüzyılın ikinci yarısında yaşlılık tıbbileştirildi, biyolojik
faktörlerin belirlediği bir fiziksel çöküş, bir anomali olarak
değerlendirilmeye başlandı. Yaşlılığı hastalıkla ilişkilendiren XIX. yüzyıl
tıbbı onu patolojik anatominin konusu haline getirdi ve sonuçta yaşlılığın
tedavisinin mümkün olmadığına kanaat getirerek yaşlılık hastalıklarını tasnif
etmekle yetindi. XIX. yüzyıl kliniği yaşlı hastaların aynı sabit yatak ve
salonda yatmaya mecbur oldukları, bedenleri üzerindeki öz denetimlerini
kaybettikleri bir biyo-iktidar kurumuydu.
XIX. yüzyılın sonu, Batı’da işçi
sendikalarının emekli aylığı ve sosyal güvenceler için verdiği mücadelelere
tanık oldu. XX. yüzyılın başlarında sınırlı bir biçimde de olsa işçiler için
bazı emeklilik uygulamaları başladı. Guillemard’ın da belirttiği gibi emekli
maaşı bir yandan işçi mücadelelerinin bir sonucuydu ama öte yandan işçilerin
şirkete ömür boyu bağımlı kalmasına neden olan bir uygulamaydı. Üretimin
devamlılığını kesintiye uğratmamak için işçileri emekli maaşı vaadiyle
fabrikaya bağlayan işveren, işçileri çok düşük ücretle ve kötü koşullar altında
çalıştırabiliyor, işçiler ise emekli maaşlarını yakmamak için fabrikadan
ayrılamıyorlardı. Böylece emeklilik, işçileri yönetmenin ve disiplin altına
almanın bir aracı olup çıkıyordu. Öte yandan 1929-30’da olduğu gibi ekonomik
çöküş dönemlerinde işten ilk çıkarılanlar yaşlı işçiler oluyordu. Çalışamaz
durumda olan yaşlılar eğer “şansları varsa” disipliner bir rejimin egemen
olduğu yaşlılar yurduna gönderiliyordu. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar
yaşlıların durumunda kayda değer bir düzelme olmadı.
II. Dünya Savaşı’ndan 1960’lara
kadar süren dönemde emeklilik bir devlet politikasına dönüşerek genelleşti,
kurumsallaştı. Yükselişe geçen ve istihdama ihtiyaç duyan kapitalist ekonomi,
emekliliği gelmiş vasıflı işçileri çalışmaya devam etmeleri için teşvik
ediyordu. Yaşlılığı bir sosyal problem, bir yardım sorunu olarak ele alan
devlet politikası geçim, barınacak yer gibi temel ihtiyaçları karşılamaya yönelikti.
Eskinin yaşlı yurtları geriatri merkezlerine dönüştürülmüştü ama koşullarda
fazla bir iyileşme yoktu: Oturulacak sandalyeler sertti, haftada bir gün izinle
dışarı çıkılabiliyordu, “normallik dışı”, “tedavi edilemez” gibi sıfatlarla
etiketlenen yaşlılar bu merkezlerde ölümü bekliyorlardı. Dönemin ideolojisi
üretim ve çalışma üzerine temellendiği için emeklilik çalışma dışı bir alan
olarak sosyal ölüm anlamına geliyordu. Emekli edilmek yaşamdan kovulmaktı.
Emeklilik maaşa bağlanmış edilginlikti, çalışan nüfusun çalışmayan nüfusa
bakmasıydı. Emeklilikle çalışamaz hale gelmenin birbirinden ayrıldığı, formel
bir emeklilik yaşının herkes için bir hak olduğu bu dönemde yaşlılar mümkün
olduğunca geç emekli olmaya bakıyorlardı, çünkü emeklilik dönemlerinde onları
bekleyen şey işlevsizlik duygusu, can sıkıntısı, boşluk hissi ve onların
gündelik hayatıyla ilgilenmeyen bir devlet ve toplumdu.
1960’lardan 1970’lere kadar bir
geçiş dönemi yaşandı. Minois’nın da belirttiği gibi eskinin pasiflikle,
cimrilikle, yetersizlikle özdeşleştirilmiş yaşlılık kavramı bu dönemde yerini
üçüncü çağ (third age) kavramına bıraktı. Üretim ve çalışma hâlâ birincil
önemdeydi ama tüketim ve serbest zamana yapılan vurgu hızla artmakta, aktif ve
katılımcı bir emeklilik yaklaşımı güçlenmekteydi. Bu dönemde devletin
politikası yaşlıları işi bitmiş, sadece geçimlerine yardım edilebilecek bir
toplumsal grup olarak görmekten uzaklaşıp onları topluma, piyasaya, tüketim ve
serbest zaman kapitalizmine entegre etmeye doğru yönelmeye başladı. Yaşlılık
artık bedenin güçten düşmesine değil muhafazasına, dinamizmine göndermede
bulunan terimlerle birlikte anılmaya başlandı. Yaşlılık üzücü, ürkütücü bir
bağlamdan yavaş yavaş uzaklaştırılıp yaşlıların da herkes gibi tüketici
yurttaşlar olduğu görüşü yaygınlık kazanmaya başladı. Aynı dönemde
gerontolojinin biyolojik temelli yaklaşımı sarsıntı geçiriyor yeni bir branş
olarak sosyal gerontoloji klasik gerontolojiden ayrılıyordu. Bu dönem modern
yaşlılık yaklaşımının yerini yavaş yavaş postmodern yaşlılık yaklaşımına
bırakmakta olduğu bir dönemdi.
1970 başlarında Fordist üretim
modelinin krize girmesi ve kitlesel kol emeğine ihtiyacın azalması sonucu
sanayide işçi çıkarma yoğunlaştı. İşten çıkarılanlar öncelikle yaşlı işçilerdi.
Öte yandan yeni sistem erken emekliliği teşvik ediyordu. Fordizmin bir ömür
boyunca edinilen becerileri artık yerini post-Fordist esnek uzmanlaşmaya
bırakmış, sanayiye ilişkin birçok beceri bir anda işlevsiz hale gelmişti.
Sanayisizleşme sürecinden en çok etkilenenler yaşlılar olacaktı. Modernliğin
sosyal refah devleti bir “yaşlılık devletiydi,” bu dönemde yaşlılık
kurumlaştırılmıştı. Postmodern dönemde ise yaşlılık kurumsuzlaştırıldı,
piyasalaştırıldı. Yeni toplumda devlet, kendisine ekonomik olarak bağımlı bir
emekliler ordusu istemiyordu. Yaşlılar artık, ekonomik olarak kendi kendilerine
yeterli olmalıydı. 1980’lerin neoliberalizmi özel emekliliği teşvik ederek
yaşlıları piyasaya havale edecek, devletin yaşlılara yaptığı yardımlar
azalacaktı. Muhafazakâr yeni sağ, yaşlılara ailelerinin bakmasını, böylece
devletin yükünün azaltılmasını öneriyordu ama aile çoktan parçalanmış, bazı
kentlerde nüfusun yarısı yalnız yaşar hale gelmişti. Postmodern kapitalizm
“bağımlı yaşlı” imajını silerek yaşlıları sigortacılık sektörünün kendi
ayakları üzerinde duran müşterilerine dönüştürmek istiyordu.
Yeni toplumda yaşlılık artık üretken
olunmayan bir yaş dönemi olarak tanımlanmıyordu. Üretim toplumunun yerini
tüketim toplumuna bırakmasıyla birlikte aktiflik artık tüketim, serbest zaman
ve yaşam tarzı bağlamında tanımlanır olmuştu. Post-modernliği hazırlayan dönem
eskinin katı, ürkütücü yaşlılık kavramı yerine üçüncü çağ kavramını geçirmişti.
Postmodernlik bir adım daha ileri giderek dördüncü çağ kavramını gündeme
getirdi. Yeni toplumda ömrün uzaması sonucu emekli olunan yaşla ölüm arasındaki
süre onyıllarla ifade edilir hale gelmişti. Dördüncü çağ kişinin elden ayaktan
düşerek çöküş içine girdiği, bakıma muhtaç hale geldiği dönemdi. Bu aşamaya
kadar olan dönem ise üçüncü çağ olarak adlandırılıyordu ve gelişen tıbbi
imkânlarla birlikte bu dönemin sağlıklı ve keyifli bir biçimde geçebileceği
söyleniyordu. Üçüncü çağ döneminin Batı’da uzunca bir dönem oluşturduğu
düşünüldüğünde bu alanın ticarileştirilmesinin piyasa için ne kadar büyük bir
imkân olduğu ortadaydı. Üçüncü çağ, çalışmanın “yasaklandığı,” tüketmenin bir
zorunluluğa, bir vatandaşlık görevine dönüştürüldüğü bir dönem olup çıkacaktı.
Artık üretimde değil tüketimde aktif olmaları istenen genç yaşlılar “yaşlı
yaşlılardan”, “derin yaş” grubundan, dördüncü çağdan farklı olarak “pozitif
yaşlanmayı” temsil edeceklerdi.
Modern toplum yaşlılardan yaşlarına
uygun davranmalarını, giyinmelerini bekliyordu. Postmodern toplum ise yaş
dönemlerine ilişkin kronolojik referansları altüst ederek yaşa uygun davranma
zorunluluğunu sona erdirdi. Artık yaşlıların gençlerin giyindiği gibi
giyinmesi, diyet yapması, aktif bir cinsel hayata ve fantezilere sahip olması
gündelik hayatın doğal bir parçasını oluşturuyordu. Combaz’ın da belirttiği
gibi, yaşlılardan beklenen arzularını tatmine yönelik bir kararlılığa sahip
olmaları, canlı, dinamik, sürekli yeni tercihler yapan tüketiciler haline
gelmeleriydi. Estetik cerrahi, kırışıklık giderici kremler, losyonlar, saç
dikimi, seyahat, spor, seks, hepsi yaşlıların emrine amadeydi. Yaşlılığı tedavi
edilemez bir anomali olarak görüp onu bir kenara bırakan, onun iç dünyasını
–Freud’un yaptığı gibi– suskunlukla geçiştiren modernliğin tersine postmodern
toplumda yaşlılık yeni psikanalizin gözde konuları arasına girdi. Modernlik yaş
dönemlerini kesin sınırlarla birbirinden ayırmıştı, postmodernlik ise bunları
birbirine karıştırdı, yetişkinlikle yaşlılık, çocuklukla gençlik, gençlikle
yetişkinlik arasındaki sınırlar muğlaklaştı. Postmodernlik nasıl modernliğin
iki kutuplu giyim anlayışını sarsıp üniseks giyimi yarattıysa benzer şekilde
üniyaş (uni-age) kavramını, “yaşsızlığı” da yarattı. Kuşaklar arası
melezleşmeye uğrayan sadece giysiler değildi; yaşam tarzları, davranışlar,
espriler, eğlencelerdi de. Yetişkinler oyuncul, çocuksu olurken çocuklar da
yetişkinler gibi davranmaya başlamıştı.
Postmodernlik sadece modernliğin iş
üniformasını bir kenara fırlatıp atmadı onun emeklilik üniformasını da göz
önünden uzaklaştırdı. İyi görünmek, kendini iyi hissetmek, yeniden yaratmak,
fitness, tüketime yönelik serbest zaman etkinlikleri, yaşlılardan beklenenler
bunlardı. Hem sonra Joan Collins, Jane Fonda vb aktif yaşamları sayesinde genç
görünmüyorlar mıydı? “Düşünümsel (reflexive) gerontologlar” tüketim kültürünün
yaşlıların kişisel hayatını olumlu etkilediğinden, onların kültürel kaynaklara
erişmesine yardımcı olduğundan, internetin sanal dünyasında yaşı yok olan
bedenin yaşlılara moral verdiğinden dem vuruyorlardı. Ancak tüm bu
yaklaşımlarda postmodernliğin modernlikten devraldığı gençlik saplantısının izi
görülmekteydi. Modernlik yaşlılardan yaşlı gibi davranmalarını bekliyor,
gençler gibi davranırlarsa onları ayıplıyor, her iki durumda da onları
dışlıyordu. Postmodernlikte ise yaşlılar ancak gençler gibi davranabildiğinde
değer kazanıyor, yaşlı gibi davrananlar dışlanıyordu. Postmodernliğin pozitif
yaşlılık kavramı yaşlıların genç olmaya zorlanmasını beraberinde getiriyordu.
Modernlik yaşlıları “eksik üretici” oldukları için dışlamıştı. Postmodernlik
ise onları ancak “eksik tüketici” olmamaları koşuluyla kabul ediyordu.
Modernlik yaşlıların üretimsel ekonomi rejimine, postmodernlik ise
kültürel/tüketimsel ekonomi rejimine tabi olduğu dönemlerdi. Modernlik doğal
zorunluluğu, engellenemeyen, ürkütücü yaşlanmayı disipliner, katı çalışmayla
mümkün olduğunca ertelemek, yeraltına itmek istiyordu. Ama yaşlanma ve ölüm
ekonomiyle yenilmez, katı olan çabuk kırılır ve yaşlanmanın şiddeti ancak
kültürel kodlarla hafifletilebilir! Postmodernlik esnek, yumuşak, kültürel,
zihinsel teknolojileriyle, insanın içini dışını aynı hafifliğe, yüzeye taşıyan
tüketimsel baştan çıkarmayla “yaşlanmanın terörünü” bir ölçüde hafifletti, daha
doğrusu dördüncü çağ dönemine kadar erteledi. Bu dönem pozitif yaşlılığın,
kültürün, tüketimin “sökmediği,” bedenin, etin hem çaresizliğinin hem de
kapitalizme meydan okuyuşunun ifade bulduğu bir dönemdi. Gözden ırak, ölümün
beklendiği klinikler modernlikle postmodernliğin az sayıdaki ortak yönlerinden
biriydi.
Postmodernliğin pozitif yaşlanma
yaklaşımı temelde düzenli bir gelire sahip orta sınıf tüketicileri veri
almaktaydı. Beden bakımı için para lazımdı. Bradley’in de belirttiği gibi kadın
ve “renkli” yaşlılarda yoksulluk yaygındı. Kol işçilerine gelince onlar
“negatif emekliydi.” Gençlikte yoksulluk çekenler yaşlılıkta da yoksulluk
çekiyor, yaşlılık sosyal eşitsizlikleri körüklüyordu. Akışkan, çoklu, seçime
dayalı kimlikler yoksul yaşlılar için söz konusu değildi. Yaşlılık sınıf,
cinsiyet ve ırk ayrımcılığının daha ağır bir biçimde hissedildiği bir alandı.
Yaşçılık (ageism), ırkçılık ve cinsiyetçilik türünden bir ideolojiydi. Kadınlar
yaşlı olduklarında daha çok baskı ve aşağılamayla karşılaşıyorlardı. Postmodern
toplumda da yaşlı erkek yaşlı kadından daha değerli kabul ediliyordu. Bu
nedenlerle feminizm net bir biçimde yaşçılığa karşıydı. Öte yandan etnik
azınlık üyeleri eğer yaşlıysalar daha fazla kötü muameleyle karşılaşıyorlardı.
Vincent yaşçılığın ırkçılık ve cinsiyetçilikle aynı kategoride olmasına karşın
yaş ayrımcılığı gözeten uygulamaların yasadışı kabul edilmediğini
belirtmekteydi. Yaşçılık ideolojisini benimseyen sosyal devlet karşıtı yeni
sağ, yaşlıları refah devletini sömüren bir kesim olarak görmekteydi. Öte yandan
tıbbi ürünlerin ve hizmetlerin en önemli tüketicisi olan yaşlılar sağlık
ekonomisi tarafından kuşatılmışlardı. Gerontoloji ve tıp mühendisliği yaşlılara
yönelik toplumsal kontrol araçları haline gelmişti. Tıp endüstrisi-hükümet
işbirliği sonucu yaşlıların ihtiyaçları metalaştırılmakta, yaşlılık
tıbbileştirilmekteydi. Yaşlılara yönelik sağlık piyasası, klasik ürünlerin yanı
sıra bitkiyle tedavi, termal terapi, müzikoterapi, “seyahatle terapi” vb tedavi
biçimlerini devreye sokmuştu.
David Le Breton’un da belirttiği gibi Batı’da
yaşlılık modernliğin merkezi değerlerine (gençlik, çalışma, yaşamsallık) karşı
gelen, bu normlardan sapan ve bu yüzden bastırılması gereken bir olgu olarak
algılandı. Modernlik insan varoluşunun eğretiliğine ve kırılganlığına
katlanamıyordu. Yaşlanma ve ölüm anomalinin alanlarıydı. Postmodernlik
yaşlanmanın yol açtığı paniği biraz yumuşattıysa da yaşa dayalı ayrımcılığı
ortadan kaldırmadı. Yaşçılığa karşı çıkanlar da vardı; önce Gri Panterler ve
sonraları kapitalist küreselleşme karşıtı gösterilerde dikkatleri çeken nine
grupları. Sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımcılığı bugüne kadar muhalefetin yoğun
olarak ilgilendiği konular oldu. Yaşçılık muhalefetin gündeminde hak ettiği
yeri bulabilecek mi?
Yaşar Çabuklu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder