28 Şubat 2012 Salı

Kurumlar ve İktidar

İnsanlığın tarihsel evrimi bir kurumsallaşma süreci olmuş aynı zamanda, uygarlaşma sürecinde insan hayvansı yanlarını törpülemiş, içgüdülerini akla tabi kılmış ve varlık koşullarının devamlılığını güvence altına almak için kurumlara ihtiyaç duymuş. Aile, devlet, okul, özel mülkiyet, hukuk ve dinsel kurumların gelişimi üretim ilişkileriyle ve sınıfların oluşumuyla bağlantılı olsa da bu kurumlar insanların "ortak" isteklerinin, ihtiyaçlarının ifadesi de olmuş. Kurumlaşmaya karşı direnişler gösterilmiş elbette ama süreç bir tür "sessiz" toplumsal onayla ilerlemeye devam etmiş. Akla şu soru geliyor: İnsanlaşma, uygarlaşma sürecinin kurumları, dolayısıyla iktidarı üretmesi kaçınılmaz mıydı? XIX. yüzyılın ideolojisi içinde bu soruya yanıt vermek kolaydı. İktidar (devlet) ve diğer kurumlar üretim ilişkilerinin gelişmesiyle birlikte hâkim sınıflarca oluşturulmuştu ve gelecekte sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte iktidar da ortadan kalkacaktı. Ancak özellikle XX. yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmeler toplumun büyük çoğunluğunun iktidar kurumlarıyla bütünleştiğini, iktidarı gündelik ilişkilerinde yeniden ürettiğini, hâkim sınıfların iktidarın tek sahibi olmadığını, halkın da iktidarın onaylayıcısı, icracısı ve suç ortağı olduğunu ortaya koydu. Belki de bu nedenle radikal eleştiri uç noktalara yöneliyor, sadece hâkim sınıfları değil tüm insanlığı, uygarlığı, kültürü saldırı hedefi haline getiriyor; deliliği, hayvanlığı, ilkelliği, içgüdüyü, dilsizliği, insansız doğayı, bilinçaltını ön plana çıkarıyor. 

Ahmet Soysal kitabında ihtiyaç, arzu ve dil düzenlerinin birer iktidar yapılanması olan kurumlarla bağlantılı olduğunu belirtip ekliyor: "Sanki bu üç boyut, kendiliklerinden iktidar üretmektedirler." (s. 19) Arzunun şekillendiği bir kurum olarak aile geliyor akla ve de medya. İhtiyaçların düzenlendiği kurumlar arasında ise okul, ordu, polis, adalet, hapishane, hastane, işyeri ve dinî kurumlar sayılabilir. Kurumlar "... değişen ölçülerde, belirli işlevleri 'devralırlar'... buna göre, aileye polis demek, okula hapisane demek, vs. ... bir ölçüde olanaklıdır. (...) Okul 'eğitir', ama aynı zamanda 'kapatır' (hapisane'nin işlevi), 'denetler' (polis'in işlevi), 'cezalandırır' (adalet'in işlevi) bedeni ve aklı 'sağlıklı kılma'ya çalışır (hastane'nin, akıl hastanesinin işlevi) ..." (s. 41-42) 

Kurumlar ve üretim gibi dil de ihtiyaçlarını karşılaması gereken organik bedenin zorunluluklarından biridir yazara göre: "... dil ve kurumsal ayrılmazdırlar. Dil hemen kurumsal'ı gerektirir. Kurumsal'dan ayrılmış dil yoktur. (...) dil, öz bedenin anlatım'ı olarak ele alındığında hep iktidara göndermektedir." (s. 35) 

Yazara göre özne toplumsal belirlenimin mutlak olarak dışında kalamaz ancak değişen derecelerde görece dışarıda olabilir. "Kimse iktidarın dışında değildir, iktidar kimsenin dışında değildir. (...) Kurumsal 'kurallar' ve benlik mekanizması (belki benliği de değişik bir kurum olarak görmek gerekir- yine 'kuralları' olan) bu 'arzu'yu bir ölçüde 'özümserler', 'saptarlar'; 'arzu' kodlanır, elbette (psikiyatri, sonra psikanaliz de bu kodlamanın aşamaları arasında yer almaktadır)." (s. 39) Bununla birlikte öznenin toplumsal belirlenimi mutlaklaştırılamaz. Toplumdaki davranışlar, emir sözleri benzer ya da aynı olabilir ama ruh halleri, duyumsamalar ve duygular için aynı şey söylenemez. Bireyin iç dünyası iktidarın kodlamakta başarısız kaldığı bir alanı sınırlı da olsa içinde barındırır. Aynı şekilde güncel her söz kurumsal olanın denetimi altında değildir. Bazı durumlarda -Antonin Artaud örneğinde olduğu gibi- bedensel varoluş iktidara karşı savaşımın bir alanı haline gelir. "Artaud... Bir iktidar saptayıcısı. Ve iktidar(lar)ın yok ettiği, ezdiği, köşeye kıstırdığı, bedenden kaynaklanan somut yaratı güçlerinin bir saptayıcısı, bir programcısı, bir politikacısı, bir deneyleyicisi. Sürekli bir savaşımın yazısı (bedende duyulan bir savaşımı ileten yazı) "çılgın" diye içeriye kapatılan... Aşırı bilinçten sayıklayan." (s. 53) 

Türkiye'de zulüm, sefalet ve toplu sahtekârlık ortamında yaşadığımızı belirten yazar bu ortamın suç ortaklarının var olan durumu doğrulamak için ellerinden geleni yaptıklarını, en "entelektüel"lerinin "postmodernizm" diye derme çatma bir "anlayış"a yaslanma çabası içinde olduklarını, bununla bağlantılı olarak var olanı olumlamanın diğer bir ifadesinin medya çığırtkanlığı olduğunu belirtir. İktidarın yol açtığı acı karşısında yazar postmodernistlerin hoşlanmadıkları ahlak konusunu öne çıkarır. "Ahlak bir çığlıktır, kişisel bir çığlık, kendi durumunun dayanılmazlığının anlatımı; ama yalnızca bu değil, ahlak aynı zamanda acısını kendi durumunu askıya alarak duyduğum başkası adına attığım çığlıktır, bende başkasının çığlığıdır. (...) ahlaksal çığlığın şiddeti tek umuttur bu gitgide kararan tekno-bilimsel çağda. Bu şiddeti yazıda dile getirmek de yazının tek kutsallığıdır." (s. 133) Soysal sessiz ve tek tek projeler arasındaki buluşmanın önemine işaret eder. Farklılıkların buluştuğu bu ortaklığın kendisi etik bir edimdir. Böyle bir ortaklığın bilinen anlamda birlik ve bütünlükle ilgisi yoktur. Ortaklık değişik deney ve konumların rastlaştıkları çoğuldur, oluşun alanıdır. Ortak proje redde katılanlara açıktır, egoist olmayan benliklerin buluştuğu ve "anarşist pathos"un korunduğu bir alandır. İyimser olabilmeleri için bireylere bir şans tanır. Öyle ya, umutsuz bir ortaklık ya da umutsuz bir etik ne ölçüde mümkündür? Şiddeti sessiz olanların, azınlık olanların ayakta kalmak için ihtiyaç duydukları umut değil midir? 

Soysal kurumsalı kaçınılmaz sayıyor. Bu konudaki yaklaşımı şöyle: "Kurum-dışı, ama kurumsal bir düzlemde ortaya çıkan ve her an 'kurumsal'ın tehdidi altında olan söylemeler, yapmalar, yazılar, 'sayıklamalar'. (...) Sorun, 'kurumsal'ı yadsımak değil, bu kurum-dışı 'çatlak'ları belirli bir şekilde onaylayan, belirli bir şekilde onlara olanak tanıyan, ama kendini de gereken ölçüde yıkımdan koruyabilecek bir 'kurumsal', bir kurumlar bütünü meydana getirmektir." (s. 43-44) Akla şu sorular geliyor: Kurumlara, dolayısıyla iktidara mahkûm muyuz? Yapılabilecek tek şey daha demokratik, daha az baskıcı kurumlar oluşturmak mı? Yazının bundan sonraki bölümünde bu sorunu tartışacağım. 

XIX. yüzyıla bakıldığında o zamanki temel iktidar kurumu olan devletin bir devrimle yıkılması ya da demokratik bir süreç içinde dönüşüme uğratılması asıl hedef olarak ortaya çıkıyor. Bu dönüşümün ise işçi sınıfı ya da toplumun çoğunluğu tarafından gerçekleştirileceği varsayılıyor. Marx işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağını belirtiyor, 1848'de kurduğu Komünist Ligasının faaliyetlerini sadece işçi sınıfına yönelik propagandayla sınırlıyor. İktidarın (devletin) yıkılmasının ancak dünyasal (Avrupa çapında) ve kitlesel bir hareketle mümkün olabileceğini düşünüyor. Mantıksal olarak doğru sayılabilecek bu varsayım işçi sınıfının gereken "performansı" gösterememesi ve işçi örgütlerinin burjuva kurumsal yapılanmasının bir parçası olmasından ötürü gerçeklik kazanamıyor. Ama iş burada bitmiyor. Lenin ve diğer Bolşevik liderler işçi sınıfının kendi kendine bilinçlenemeyeceğini, işçilere dışarıdan bilinç götürmek gerektiğini öne sürerek devlet kurumunu yıkmak amacıyla burjuva kurumsal örgütlenmesini model almış bir "devrimci parti" oluşturuyorlar. İşçi sınıfının desteğini ifade eden "konseyler" retoriği sonucu değiştirmiyor. Parti bir darbeyle iktidarı ele geçiriyor, konseylerin etkinliği kısa bir süre içinde yok olup devlet yönetimi parti bürokrasisinin eline geçiyor. Bolşevik yönetim emekçi direnişini (Kronstad) ve özgürlükçü köylü ayaklanmasını (Makhno) kanla bastırıyor, diğer muhalif grupları eziyor. Stalin bu süreci baskı dozunu artırarak devam ettiriyor. Burjuva devletini mumla aratacak bir baskı rejimi oluşuyor. Bu gelişmelerden benim çıkardığım sonuçlar şunlar: İşçi sınıfı (ya da halk) devleti ortadan kaldırıp komünizme geçecek, kendi kendini yönetecek kapasiteye sahip değildir. Devlet dışında aile, okul, hastane gibi diğer iktidar kurumlarına karşı ciddi bir muhalefeti yoktur. Sadece belirli koşullar altında (savaş, kıtlık, dayanılmaz baskı) ayaklanarak tepki göstermekte, bu ayaklanmaların biçimi zaman zaman sosyalizmi çağrıştırsa da (Paris Komünü, konsey deneyimleri vb.) "ortam durulduğunda" eski pasif konumuna geri dönmekte, kendini yönetmeyi ya yine burjuva devletine ve onunla uzlaşan işçi kitle kurumlarına ya da "devrimci parti bürokrasisine" bırakmaktadır. Hal böyleyken "devrimci bir azınlığın" işçi sınıfı adına girişeceği herhangi bir "devrim"in işçi sınıfını ezen bir yönetimle sonuçlanmaktan başka bir şansı yoktur. 

Avrupa'yı sarsan sınıfsal çatışmalar liberal burjuva demokrasisinin iflasıyla son buldu (faşizm). II. Dünya Savaşından sonra oluşturulan siyasal yapılanmalar ise sanıldığı gibi burjuva demokrasisi değildi. Yeni devlet eski liberal burjuva demokrasisine göre önemli gerilemeleri içinde barındıran korporatist bir demokrasiyi temsil ediyordu. Marcuse'nin de belirttiği gibi yeni rejim demokratik süreci niteliksel değişimden uzak tutuyordu. Sisteme bir tehdit oluşturabilecek radikal hareketler otoriter yasalarca baskı altına alınmıştı (bu yasalardan birçoğu günümüz Türkiye'sinde otoriter-muhafazakâr çevreler tarafından da önerilmektedir). Bugün Batı ülkeleri bürokratik-militer-sınaî-malî bir elit tarafından yönetilmektedir. Halkın siyasetle ilgilenmediği ve "sol aşırılıklara" itibar etmediği bu toplumlarda seçimle gelen yönetimlerin bahsedilen elitin kararlarına kendilerini adapte etmek dışında bir şansları ve niyetleri yoktur. İktidarın desantralizasyonu, tabana yayılması siyasal katılım konusunda isteksiz olan bu toplumlarda radikal bir eleştirel bilinç doğurmamaktadır. XX. yüzyıl başlarında sosyal alan kitlesel muhalefetle birlikte anılırken bugün bu alan iktidarın alanıdır. Ancak iktidarın ve sosyalliğin toplumun en küçük hücresine bile nüfuz etmesi bireysel alanın politikleşmesine yol açmakta ve "vicdan sahibi bir azınlığın" (ekolojistler, antimilitaristler, feministler, eşcinseller vb.) toplumsal çoğunluğun duyarsızlığına rağmen kendisini muhalif bir söylem içerisinde ifade etmesine olanak tanımaktadır. Var olan koşullarda toplumsal, makro bağlamda kurumların, iktidarın ortadan kaldırılması, "kurum olmayan kurumlar"ın oluşturulması mümkün değildir. Sosyal düzeyde gerçekleşebilecek tek şey kurumların, iktidarın demokratikleştirilmesi, daha az baskıcı hale getirilmesidir. 

Postmodern korporatizm döneminde Marksizmin kurumlarla ve kurumsallıkla ilişkisi daha da sorunlu hale gelmiştir. Modern kapitalizm döneminde Marksist teori ile kitle hareketi sorunlu da olsa "denk" bir ilişki içindeydi. Bugün ise bu ilişki tamamen kopmuş Marksizm ile sosyalizm birbirinden uzaklaşmıştır. Radikallere kalan "toplumsuz bir toplumculuk" ya da "topluma rağmen toplumculuk"tur. Örneğin eleştirel teori kuramcıları Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsünü kurarak bu kurum içinde Marksist teorik çalışmalar yürütmüşler, reel politika, sosyalist hareket ve işçi hareketiyle de aralarına belirli bir mesafe koymuşlardır. Ancak 1969 Ocağında bir grup uç-sol öğrenci Enstitüyü işgal edince Adorno polis çağırmış, polis de 76 öğrenciyi gözaltına almıştır. Bundan sonra Adorno'nun derslerinde üzerlerinde "Adorno bir kurum olarak ölmüştür" yazılı kâğıtlar havada uçuşacak, Adorno sınıftan kaçmak zorunda kalacaktır. Adorno'yu sert bir biçimde eleştiren Marcuse ise başta "seçenekler polis ya da sol kanat öğrencilerse ben öğrencilerin yanındayım" ya da "ben olsam dışarı çıkar polis çağırmayı başkasına bırakırdım" diyecek daha sonra ise "üniversiteyi yıkın" sloganına kendisinin de karşı çıktığını hatırlatarak ancak "kişilere yönelik fiziksel yaralama ve de üniversitenin eğitimsel işlevine hizmet eden malzeme ve tesislerin tahrip göreceği yolunda gerçek bir tehdit varsa" kendisinin de polis çağıracağını belirtecektir. Adorno'nun cevabı ise böyle bir tehdidin olduğu, polisin öğrencilere öğrencilerin kendisine davrandığından daha yumuşak davrandığı yönündedir. Marcuse öğrenci hareketinin sosyal müdahale yaratma olanağı taşıdığından dem vururken Adorno öğrenci hareketinin sol faşizm sergilediğini, günün kısır ve kaba pratikçiliğinin teorinin gerisinde kaldığını belirtecektir. Olayla ilgili olarak savcı Adorno'yu "kontrol edemeyeceği ruhlar çağıran bir büyücü çırağı" benzetmesiyle eleştirmiştir. 

Adorno'nun gençliği ya da başka bir kesimi eyleme çağırdığı falan yoktu. Adorno Marksist teoriyle pratik arasındaki ilişkinin çoktandır kopmuş olduğunun, işçi sınıfının sisteme asimile olduğunun, bu koşullarda devrim adına ortaya çıkan şiddet yanlısı uç-sol öğrenci azınlığın sekterliği, antidemokratikliği, otoriteyi, "sol faşizmi" içinde barındıracağının farkındaydı. Şiddeti mutlaklaştıran uç-sol öğrenci kesimi karşı çıktığı devlete, iktidara, otoriteye ait özelliklerin birçoğunu kendi içinde taşımaktaydı. Toplumsal çoğunluğun devrime karşı olduğu bir durumda bir azınlığın şiddete başvurmasının sonucu Horkheimer'e göre açıktı: "İktidarsız güç karşı tarafa hizmet eder." Gerçekten de böyle bir azınlığın katılaştığı, insanîliğinden kaybettiği, baştaki iyilik temelinden uzaklaşarak "kötüleştiği", "acılaştığı" bilinmeyen şeyler değil. Toplumun kurumsal-demokratik ya da kurumdışı yığınsal mücadelesinin olmadığı koşullarda uç-sol azınlık şiddeti iktidara manipülasyon imkânı verir, devletin daha baskıcı olması, otoriter yasaların yürürlüğe konması için bahane yaratır. Öte yandan görece kurumdışı, otoritedışı konumlar olarak ele alınan sokak, gençlik ve işsizlik aynı zamanda faşizmin üzerinde yükseldiği alanlardır. Latin Amerika ülkelerinin gettolarında görüldüğü gibi bazen de kurumdışı şiddet mafyayla ve polisle iç içedir. 

Toplum iktidarı devrimle ya da şiddetle ortadan kaldırma durumunda olmadığına göre geriye kalan iktidarın ve kurumların demokratikleştirilmesidir. Pre-burjuva, hantal bir kurumlar sistemine sahip olan ve kurumdışılıktan burjuva kurumlarının/kurumsallığının yürürlükte olacağı bir sisteme geçme aşamasında bulunan Türkiye için kurumdışı (ama kurumlarla ilişkili) çetelerin, mafyanın vb.'nin ortadan kalkması önemlidir. Türkiye'de kurumdışılık sosyal-pratik alanda muhalefetin değil ama iktidara yakın çevrelerin elinde etkin bir güç olmuştur. Yeni kurulacak yapılanma liberal burjuva demokrasisi değil devletin denetiminde korporatist bir demokrasi olacaktır (Birinci Cumhuriyet de ideolojik olarak Batının liberal demokrasisini değil, korporatizmin bir alt türü olan solidarizmi benimsemişti). Son on beş yılda hizmet sektörünün ve medyanın gelişmesiyle birlikte postmodern kapitalizmin ekonomik ve kültürel hâkimiyeti esas olarak tamamlanmıştır. Diğer bir koşul olan apolitik toplum derseniz fazlasıyla mevcuttur. Her şey nasıl değişiyor. Eskiden halklar "emperyalizme ve onun faşist yerli işbirlikçilerine" karşı demokrasi mücadelesi verirdi. Yeni senaryoda ise halk, oylarıyla otoriter-milliyetçi bir yönetimi işbaşına getiriyor. Yerli ve Batılı yönetici elitler ise halkın bu tercihine "rağmen" ülkede "demokrasinin kurulması" konusunda anlaşıyorlar. Bu durum yeni kurulacak post-modern korporatist kurumsallaşmanın aşağıdan yukarıya işlemesi konusunda umut vermiyor. Demokratik kurumlaşmanın gerçekleşmesinin şüpheli olduğu ya da onyılları gerektirdiği bir durumda kurumdışılık, kurum olmayan kurumlar türünden muhalif öneriler "lüks" kaçıyor. 

Toplumsal, kamusal, makro düzeyde gerçekleşmesi mümkün olmayan kurumsuzluk ve iktidarsızlık mikro alanlarda, gündelik özel hayatta, iç dünyalarımızda gerçekleşebilir mi? Eğer gerçekleşebilirse bunun sosyal bir anlamı olur mu? Bir taraftan iktidarın bireysel yaşam alanlarına nüfuz ettiğini söyleyebiliriz. Ama eleştirel bilince sahip ya da anarşizan bir bünyeye, ruh haline sahip kişilerin gündelik hayat düzeyinde iktidar ilişkilerini bozdukları, kırdıkları da bir gerçek. Söz konusu olan, azınlık olanların konumu. Toplumsal politikada etkin olmasalar bile zaman zaman varlıklarından haberdar oluyoruz. Bu azınlık içindeki ilişkilerde de iktidarın ortadan kalkması kolay değil. Birbirlerini ve çocuklarını seven evli bir çifte, aile denen bu iktidar kurumunu hemen lağvetmelerini söyleyebilir miyiz? Psikoterapi sürecinde terapistin hasta karşısında kurduğu otorite konumu sonuçta hastanın toplumsal ve içsel otoriteyi anlamasına imkân sağlamıyor mu? Muhalefetimize imkân veren dil aynı zamanda bir iktidar yapılanması değil mi? Anne, baba, çocuk, kardeş konumlarını kabul ettiğimiz anda kurumsalın ve iktidarın temel dayanaklarından olan ensest yasağını, ödipi kabullenmiş olmuyor muyuz? İleride devletle, otoriteyle, Tanrı'yla özdeşleşecek olan baba imgesi çocukken, dış dünyanın şiddetinin bizi yere yıkmakta olduğu bir sırada hiç yardımımıza koşmadı mı? İktidarın dışındaki alan sadece özgürlüğün alanı değil, hiçliğin ve acının da kol gezdiği, insanı ayakta tutacak dayanak ve referansların bulunmadığı bir alan. İktidar hâkim sınıfların dışarıdan dayattığı yabancı bir güç değil sadece, acısıyla sevinciyle tarih boyunca insan varlığına baskıcı ve "koruyucu" yanlarıyla eşlik etmiş aynı zamanda. Bu belki de toplumun neden iktidarsız varolamadığını açıklayan nedenlerden biri. Ama belki de aynı nedenle azınlık olanların özlemleri halkın önemli bir bölümünün özlemleriyle buluşma şansına sahip, yoksa nüfusun yarısını oluşturan kadınların "azınlık" olmaları nasıl açıklanabilir?

Mutlak bir iktidarsızlık eğilimini içeren intihar belki de iktidarla iktidarsızlık arasındaki sınırın öte yanına geçmenin bir yolu. Geriye kurumsalın, iktidarın kırılma çizgisi üzerinde yaşamak kalıyor; kurumsuzluğun, iktidarsızlığın bakışını gözlerimizle takip etmek, iktidarsızlığın özgürlüğünü hak etmek için otoriteden uzaklaşmamızla ortaya çıkacak ürkütücü boşluğu yeni dayanışma biçimleriyle doldurmak, bir azınlık olarak acıyla birlikte yaşamayı öğrenmek.
Yaşar Çabuklu
*Ahmet Soysal - Birlikte ve Başka - Kabalcı Yayınevi 1999, 223 s.
(Ayrıca yeni baskı için bkz: Birlikte ve Başka: I ve II )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder